Önsöz, s. 7-16
Bir kitabı on sekiz yıl gibi bir zaman sürecinde yazdığınızda, sonunda onu geçmişteki benliklerinizle birlikte yazdığınız duygusuna kapılıyorsunuz. Elinizdeki kitapta varılan sonuç ise hem ortak bir entelektüel serüven, hem de bunun desteklediği kuramsal bir tartışma oldu.
Bu kitap, kadın erkek eşitsizliğinden yola çıkarak, toplumsal iktidarın bizim neyi nasıl bildiğimizi, bu bildiklerimizin ise toplumsal iktidarı nasıl etkileyip biçimlendirdiğini incelemektedir. En geniş anlamıyla, cinsiyetler arası hiyerarşinin bilgi ile politika arasındaki ilişkide nasıl bir önem taşıdığını araştırmaktadır. Diğer bir deyişle, bilgi kuramı düzeyinde cinsiyetçi politikayla ilgilidir.
Tartışma, Marksizm ve feminizmin eşitsizlik konusundaki savlarını sunarak başlıyor. Kadının konumunda merkezi bir yeri olduğu kabul edilen cinselliğin bir eleştirisi aracılığıyla bilgi kuramı düzeyinde feminizmi yeniden inşa etmeye girişiyor ve özel bir alan olan kadının toplumsal yapılanması ve hukuk karşısındaki durumu üzerinde devletin kurumsal gücünün keşfiyle sonuçlanıyor.
Tartışmanın çıkış noktası Marksizm'dir. Çünkü Marksizm –sınırları ne olursa olsun– sistemli toplumsal baskıya karşı çıkar, onu statik değil dinamik şekilde inceler, toplumsal zorunlukları sistematik olarak şekillendiren toplumsal güçleri tanımlar ve insan özgürlüğünü hem tarih içinde hem de tarihe karşı açıklamaya çalışır. Gerçek sınıf ayrımına karşı çıkar. Toplumsal adaletsizliğin iç tutarlılığını eleştirirken, kaçınılmazlığını vurgular, değişim olanakları ve gerekliliğiyle ilgili kuramlar sunar.
Başlangıçta niyetim Marksist ve feminist bilinç kuramları arasındaki bağlantı, çelişki ve çatışmalarla her iki kuramın toplumsal düzen ve değişime yaklaşımlarını araştırmaktı. Egemenliğin dayatıldığı zihinsel ve fiziksel biçimler arasındaki ilişkinin bu iki kuram tarafından nasıl ele alındığını karşılaştırırken, 1972'de Adrienne Rich'in "paylaşılmış, gereksiz ve siyasi" bir durum olarak betimlediği kadınların tabi kılınışının feminist açıklaması ile Marksizm'in çalışan kesimin sömürülmesi hakkındaki açıklamasını karşılaştırmak istedim. Kadın hareketinin, toplumsal hegemonyanın anlaşılması ve buna karşı durulması yönünde katkıda bulunacak bir bilince sahip olduğunu düşünüyordum.
Kadının eşitsizliğine yol açan ekonomik nedenler ile cinsiyete bağlı nedenleri birbirinden ayırmaya çalışarak işe başladım. Cinsiyetçilik mi, kapitalizm mi? Kutu mu, torba mı? Bu şekliyle sorunun cevabı tespit edilemiyordu, çünkü dünyada iç içe geçmiş görünen gerçekliklere dayanıyordu. Bu yüzden araştırma, ayrılması gereken etkenin ne olduğu sorusuna kaydı: Cinsiyet mi, sınıf mı? Parçacık mı, dalga mı? İkinci, üçüncü ve dördüncü bölümler, her iki kuramın sorularına verilebilecek cevapları araştırmak üzere, 1970 ortalarında yazıldı. Karşılıklı eleştiriler, zemini açıklığa kavuşturup, sorunların odaklanmasına ve yetersizliklerin belirlenmesine yardımcı oldu, fakat her iki kuramın birbirine karşı ortaya koyduğu dünya/akıl sorununu çözemedi. Bu yüzden, ortaya çıkan kuram için ne kadar gerekli olursa olsun, bu bölümler el yordamıyla araştırılmış, dolayısıyla da görece ilkel bir görünümde olabilir.
Başlangıç stratejim, feminizmin erkek egemenliği üzerine geliştirilmiş bir kuramının bulunduğu varsayımına dayanıyordu; yani bu egemenliğin belli başlı somut alanlarının bir açıklamasının, niçin ve nasıl oluştuğunun ve niçin (belki de nasıl) sona erdirilebileceğinin bir analizinin bulunduğu varsayımına. Kısacası, Marksizm nasıl bir sınıf kuramına sahipse, feminizmin de bir toplumsal cinsiyet kuramına sahip olduğunu varsayıyordum. Bunun düşündüğüm gibi olmadığı ortaya çıktıkça, projem böyle bir kuramı tespit edip açıklamaya çalışmaktan, feminist uygulamaları damıtıp yeni bir kuram yaratmaya; feminizm ile Marksizm arasında eşit şartlarda bir bağlantı kurmaya çalışmaktan, kendi ayakları üzerinde durabilecek yeni bir feminist kuram yaratmaya doğru kaydı.
Sheldon Wolin "epik kuram"ı "araştırma tekniklerinin krizleri" için değil, "dünyadaki krizler" için bir yanıt olarak tanımlıyor. Öyle ki, "dünya sorunları" "kuramsal sorunlar"a göre öncelik sahibidir. Epik bir kuram, politik yaşamın toplumsal "düzenleme, karar ve inançlarda" hata ve yanlışlara neden olan ve münferit diye bir kenara bırakılamayacak temel prensiplerini tanımlar. Wolin bilimsel kuramların açıklama ve teknik sağlama iddiasında olduklarını, buna karşılık, epik kuramların "sistematik olarak düzeni bozulan düzenli bir bütünün sembolik resmini" oluşturduğunu ileri sürer. Kuramların çoğu, kişinin dünya görüşünü değiştirmeye yöneliktir. "Yalnızca epik kuram dünyanın kendisini değiştirmeye çalışır." ("Political Theory as a Vocation", American Political Science Review, 63 [1967]: 1079-80). Marx'ın kapitalizm eleştirisi ile Platon'un Atina demokrasisiyle ilgili eleştirisi buna örnektir.
Bu çerçevede feminizm, cinsiyetçiliğin değişken ve belirli özelliklerine ait zengin betimlemeler ve çok çeşitli açıklamalar sunabilir. Mary Wollstonecraft, Charlotte Perkins Gilman ve Simone de Beauvoir'ın çalışmaları buna örnektir. Feminizm ayrıca, içinde bir kuram umudu barındıran, karmaşık ama ses getirici bir uygulama da sunmuştur. Bununla birlikte –Kate Millett ve Andrea Dworkin'in çalışmaları gibi– birkaç önemli başlangıç dışında, sistemli ama dengesi bozuk bir bütün olan erkek iktidarı hakkında feminist bir açıklamayla karşılaşmadım. Giderek feminizmi kuram arayışı içinde bulunan epik bir sav, ifade edilmesi gereken epik bir kuram olarak görmeye başladım.
Böylece projem, kuramın kendisini sorgulayan, 2. Bölüm'de sunulan yöntemin araştırılmasını isteyen bir üst-araştırmaya dönüştü: Feminizm mi Marksizm mi? Görelilik mi kuvantum fiziği mi? Feminizmin bilince yaklaşımı açıklığa kavuştukça, dünyadaki cinsel eşitsizliği üreten araçlar ile bu araçların yarattığı dünya arasında bir ilişki olduğu ortaya çıktı: Yani, benliği varlık, benlik dışında olanı ise nesne olarak kabul eden hiyerarşi anlamındaki "nesneleştirme" ile, bilen özne-bilinen nesne arasındaki hiyerarşi anlamındaki "nesneleşme" arasındaki ilişki. Bilgi kuramı ve politika aynı eşitsizlik madalyonunun ortak baskı uygulayan iki yüzü olarak ortaya çıktı. Devletin yasalar yoluyla kendi bilgi kuramını dayatarak erkek egemen cinsiyetçi politikaya katıldığı görüldükçe, aynı anda hem toplumsal hem de tekil, hem kavramsal hem de uygulamalı olan bir devlet kuramı mümkün hale geldi. Proje çok somut bir anlamda, yasal biçimi içinde dondurulmuş iktidarın analizi yöntemiyle Marksizm'den feminizme döndü ve devlet iktidarı erkek iktidarı olarak ortaya çıktı.
Çalışma ilerleyip kitabın kimi bölümleri dergilerde yayımlandıkça (sayfa 363'te liste halinde verilmiştir), geniş bir okur kitlesinin yanlış anlamalarını, yanlış yorumlarını ve çarpıtmalarını görüp bundan yararlanma olanağı buldum. Bu tecrübe bana, elinizdeki kitabın her şeyi açıklamaya çalışmadığını belirtmem gerektiğini de hatırlattı. Bu kitapta, cinsiyetin yaygın ve kendi içinde yapısal bir toplumsal boyut olarak işgal ettiği geniş kapsamlı ve can alıcı yeri açıklayabilecek bir toplumsal cinsiyet analizi yapılmaya çalışılmıştır. Toplumsal cinsiyet bir iktidar biçimi olarak anlaşılmaya çalışılmaktadır. Her şeyde toplumsal cinsiyetin rolünü anlamaya çalışmak, her şeyi toplumsal cinsiyete indirgemek anlamına gelmez.
Örneğin, Siyah kadının toplumsal cinsiyet deneyimini hesaba katmadan cinsiyeti tartışmak mümkün değildir. Bu deneyim nasıl ırkçılıkla ilgili yaşanmış deneyimlerden tamamen soyutlanamazsa, cinsiyetin pek çok yanı da ırksal özellikler hesaba katılmadan tartışılamaz. "Farklılık" adı altında yapılan fetişleştirilmiş ırk ve sınıf (ve cinsiyet) soyutlamalarından kaçınmaya ve toplumu somut olarak ve ayrıntılara inerek işgal eden ayrımcı güçlerin ve tecrübelerin bir incelemesini yapmaya çalıştım. Örneğin "ırksal farklılıklar"ı değil, "Siyah kadın"ı ele aldım. Bütün kadınlar dişiliklerini ortaya koyan birtakım etnik (veya başka belirleyici) özelliklere sahiptir. Aynı şekilde kadınların dişiliği de onların diğer özelliklerine yansır ve kendisi de başlı başına bir özelliktir. Böyle bir anlayış feminist projeyi zayıflatmak şöyle dursun, onu kapsayan, tanımlayan ve onun için standartlar tespit eden bir yaklaşımdır. Ayrıca ırkı cinsiyete indirgeyen bir tutum da değildir. Aksine, ırk ayrımındaki eşitsizliğin anlaşılıp değiştirilmeye çalışılmasının, cinsiyet ayrımındaki eşitsizliğin anlaşılıp değiştirilmesinde çok önemli olduğunu hatırlatır. Bu ışık altında, çoğulcu liberallerin son girişimi olan kadının çeşitliliğini göz önüne alarak birçok farklı "feminizmler" (Beyaz ırkçı bir feminizm?) üretilmesi, böylece kadın gerçeğinin kurama meydan okumasını önleme çabası olarak anlaşılmalıdır. Çünkü bu gerçeğin gerektirdiği kuramsal biçimler henüz oluşturulmayı bekliyor. Bu kitapta yaptığım ırk ve cinsiyet, özellikle de ırk, cinsiyet ve sınıf analizinin, başlangıç aşaması için dahi yeterli olduğunu iddia etmiyorum. Bunu sağlayabilmek için, bu çalışmada da eserlerinden alıntılar yaptığım değişik ırklardan yazarların yazıları, romanda ve edebi eleştiride görülen çarpıcı fikirler, toplumsal dünyada kaydedilen gelişmeler, politik uygulama ve incelemelerdeki ilerlemeler ve Kimberle Crenshaw, Mari Matsuda, Cathy Scarborough ve Patricia Williams gibi kadınların hukuk alanındaki güncel katkılarıyla, en azından on sekiz yıllık bir çalışmaya daha ihtiyaç olabilir.
Bu kitap bir ahlak kılavuzu da değildir. Evrensel doğruları ve yanlışları ya da benim düşünceme göre doğru veya yanlış düşünce ve hareket tarzlarını anlatmaya çalışmıyor. Bu kitap neyin ne olduğu, neyin ne anlama geldiği ve neyin nasıl olduğu, nasıl zorla kabul ettirildiği hakkındadır. Yeni bir yönde ilerleyen, eleştirel biçimde kuramsal bir tartışmadır. Bir ideal (cinsel eşitlik, üzerinde hiç olmazsa kuramsal olarak anlaşmaya varılmış ortak bir toplumsal ideal olarak alınmıştır) veya gelecek için bir taslak önermemektedir.
Bu kitapta kullanılan bazı anahtar terim ve kavramların kullanımlarının ötesinde bazı ön açıklamalar gerektirdiklerini düşünüyorum. Ben yapıbozum (deconstruction) sözcüğünü, Yapıbozum Okulu ona şimdiki anlamını kazandırmadan önce kullanmaya başladığım için, günlük anlamında kullandım. (Yapıbozuma rağmen, bu önsözü okumak kitabın bütününü okumakla bir tutulamaz.) "Nesnelliğe" karşı "öznelliği" savunmadığım gibi "farklılık" kavramını da "aynılık" kavramına üstün bulmuyorum; üstelik bir ortakyaşam sürdüren bu karşıtlıkları yaratan yöntemi de eleştiriyorum. Feminizmin "post-Marksist" olduğunu ileri sürmek sınıf kavramını unutmak anlamına gelmez. Yalnızca, bu deyimin anlamına uygun olarak feminizmin Marksist metodolojiyi özümseyip ötesine geçtiğini, bunu yapmayan kuramları ise liberal çöplüğe attığını ifade eder.
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki farka birçok anlam yüklenmeye çalışılmıştır. Bunlardan ilkinin biyolojik çağrışımlı olduğu düşünülürken, diğeri daha toplumsal çağrışımlar yapmaktadır. Her birinin cinsellikle ilgisi ise farklıdır. Bana göre cinsellik toplumsal cinsiyete temel oluşturur ve esas olarak toplumsaldır. Cinslerin eşitsizliği söz konusu olduğunda biyoloji toplumsal bir anlam kazanır. Aynı şekilde ırkların eşitsizliğinin söz konusu olduğu bir sistemde, ırk kelimesi etnikliği çağrıştırır. Bağımsız olarak biyolojik farklılıklar üzerine kurulmamış bir sistemde her ikisi de hem toplumsal hem politiktir. Bu bağlamda, cinsiyet/toplumsal cinsiyet arasındaki ayrım, Sherry Ortner'ın "Is Female to Male as Nature is to Culture?", Feminist Studies 8 (Güz 1982) başlıklı çalışmasında eleştirdiği gibi, doğa/kültür arasındaki ayrım gibi görünmektedir. Ben cinsiyet ve toplumsal cinsiyeti göreli olarak birbirinin yerine geçebilecek şekilde kullandım.
Cinsel terimi cinselliği ifade eder. Cinsiyet anlamında cins kelimesinin sıfat hali değildir. Cinsellik sadece yatakta zevk duymak veya üremek için yapılanlarla da sınırlı değildir. Yalnızca cinsel organların teması, tahrik, heyecan hissi veya dar anlamda cinsel arzu, libido veya eros çağrışımları yapmaz. Cinsellik çok daha geniş anlamda toplumsal bir olgu olarak kavranır; cinsellik toplumsal hiyerarşi olarak cinsiyetin dinamiğidir, cinsellikten alınan zevk, cinsiyet kalıplarına sığdırılmış bir iktidar deneyimidir. Toplumsal hiyerarşinin incelenmesi için, bu kavramın taşıdığı potansiyelin değerlendirilmesi bu anlayışla yapılmalıdır (9. Bölüm). Romantik aşk ile nükleer savaş, cinsel kalıplar ile kadının yoksulluğu, sadomazoşist pornografi ile linç, cinsiyet ayrımı ile eşcinsel evlilikler ve ırklar arası evliliklerin yasaklanması arasındaki bağlantılar cinsellik kavramı kısıtlı bir şekilde ele alındığı zaman anlamsız kalır. Oysa toplumsal hiyerarşiyle bağlantısı serbestçe ele alınabilirse her şey daha kolay algılanabilir.
Bu kitapta, hukukun dünyadaki problemleri çözebileceğini ya da adli tartışmalar daha iyi yapıldığı takdirde mahkemelerin yöntemlerindeki yanlışları görebileceği şeklinde idealist bir sav yok. Devlet iktidarı ve hukukun ona bilinç ve meşruiyet kazandıran gücü, kadınların kendi zararları pahasına ihmal ettikleri politik gerçekler olarak tanımlanıyor. Hukuksal uygulamaların önemli bir güç olduğu kabul edilirken, tek başına yeterli olamayacaklarına dikkat çekiliyor. "Haklar" kavramına kuramsal bir eleştiri getirilmiyor, ama bunların biçimsel ve içerik olarak eril, dolayısıyla dışlayıcı, sınırlı ve sınırlayıcı olduklarına dikkat çekiliyor. Üst sınıftan Beyaz bir erkeğin belli hakları liberal, bireyci, yararsız ya da yabancılaştırıcı olarak niteleyip reddetmesi başkadır; çünkü kuramsal olarak bu haklardan vazgeçmeye niyetlense bile, bunlara fiilen yine de sahiptir. Yaşam ile hukuk arasındaki ilişkiyi egemenlik altındakinin, mağdurun, yoksulun ya da susturulmuş olanın deneyimleri temelinde yeniden ifade etmek, diğer bir deyişle bir değişim hukuku yaratmak, başkadır. Bu açıdan kitabımın ismi olan Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru başlığındaki doğru kelimesi düşünülerek seçilmiştir.
İlgilenecek okurlarıma, bu çalışmanın daha önce bölüm bölüm ve yazıldığı şeklin neredeyse tam tersi bir sırayla basıldığını söylemek isterim. Ayrıca, hukukun bazı özel alanlarında yaptığım incelemeler ve öteki çalışmalarımda sunduğum pratik öneriler ilk kez bu kitapta teşhis edilen bazı kuramsal çıkmazlara cevap olarak ortaya koyulmuştur. Birinci Bölüm, Marksizm ile feminizm arasındaki ilişkiyi algılamaya çalıştığım bir incelemedir, 1971-72'de yazılmış, 1975'te yeniden gözden geçirilmiş ve 1982'de Signs'ta yayımlanmıştır. On İkinci Bölüm'ün anafikri olan cinslerin eşitliği konusu çoğunlukla 1973-74 yıllarında biçimlenmiştir. Bu bölüm, cinsiyet ayrımcılığı yasasının sabit fikri haline gelmiş bulunan "farklı muamele"ye karşı "eşit muamele" anlayışına bir eleştiridir. Bu eleştirinin sonucu olan cinsel taciz kuramı, Sexual Harassment of Working Woman (New Haven: Yale University Press, 1979) adlı kitapta yayımlanmış ve daha sonra çeşitli mahkemelerce benimsenmiştir. Çoğu 1981'de yazılıp 1983'te Signs'ta yayımlanmış olan 9. Bölüm, tecavüz yasasını eleştirerek yasanın bazı bölümlerinin düzeltilmesine katkıda bulunmuştur. Onuncu Bölüm, kürtajla ilgili mevcut kavramları ve kürtaj yasasını, cinsellik ve özel yaşam kavramlarının incelenmesi ışığında ve cinsel eşitsizlik olarak sorgulamaktadır. Yasal kürtaj hakkının bir cinsel eşitlik hakkı olduğu iddiası olumlu gelişmelere açıktır. On Birinci Bölüm, müstehcenlik yasasını eleştirirken, Andrea Dworkin'in çalışmasıyla birlikte, ilk kez 1983'ün sonlarında hazırlanan Medeni ve Siyasi Haklar Kararnamesi'nin, pornografiyle ilgili maddesinin kaynağı olan kurama da temel oluşturuyordu. Daha önceki bir derleme olan Feminism Unmodified: Discourses on Life and Law (Harvard University Press, 1987) adlı çalışma, bu savların bir kısmına söyleşilerden alınmış biçimleriyle yer vermişti. Her iki kitabın da yayımcısı olan Lindsay Waters'ın iki çalışma arasındaki bağlantıyı ifade etmek için söylediği gibi: "Filmi gördünüz, şimdi de kitabı okuyun."
Bu derleme benim savımı orijinal bütünlüğü, biçimi ve düzeni içinde sunuyor. Umarım, daha önceki basımlarda benimsenen tutarlı yaklaşımı yansıtmayı da başarmıştır. Belki, bir kuramın politik etkilerini onun yasalardaki yansımasına indirgeyen eğilime de karşı duracaktır.
Bu kitap akademik eserler, akımlar ya da tartışmalar içinde yer alma iddiasında değildir. Bunun yerine kendi çapında bir feminist devlet kuramı yaratmayı ummaktadır. Bu amaca uygun çalışmalardan yararlanmıştır. Feminist kurama en önemli katkılar 1970'lerde kadın hareketi içindeki uygulamalardan geldi. Bu uygulamaların bir kısmının temel görüşleri gazetelerde, çok bilinmeyen bültenlerde ve bazı kitaplarda yayımlandı. Başlıca entelektüel katkılar Andrea Dworkin, Audre Lorde, Kate Millett ve Adrienne Rich gibi genellikle üniversite dışındaki kadınların eseridir. Akademik çalışmalar dışındaki diğer önemli katkıları Susan Griffin, Robin Morgan, Gloria Steinem ve John Stoltenberg gibi yazarlar sağladı. Bu proje için bazı akademik çalışmalara da ihtiyaç oldu. Diana E. H. Russell'ın cinsel istismar konulu olağanüstü araştırması olmadan 9. Bölüm'deki cinsellik kuramı öne sürülemezdi. Bilimsel çalışmalarından özellikle yararlandığım veya esinlendiğim feministler Kathleen Barry, Pauline Bart, Phyllis Chesler, Nancy Cott, Mary Daly, Teresa de Lauretis, Marilyn Frye, Carol Gilligan, Heidi Hartmann, Alison Jaggar, Gerda Lerner, Kristin Luker, Carole Pateman, Barbara Smith ve Elizabeth Spelman'dır. Bu kadınların çoğunun hem kadın hareketinde hem de akademik çalışmalarda aktif oldukları kolayca anlaşılmaktadır. Bana kalırsa bazı akademisyenler bu kitapta ortaya atılan bazı iddiaları, yeterli kanıtları olmadan çürütmeye kalktı. Yukarıda saydığım adların dışında feminist fikirlerin akademik olarak yeniden dile getirilmesi, işin esasına çok az katkıda bulunmuştur. Bunun en doğru olduğu alan ise hukuktur. Mümkün olduğu oranda, kullandığım (temeli kadın hareketi olan) orijinal ifadelerin nereden alındığını belirtmeye çalıştım.
Bazı okurlar eğer bakış açısı durumu etkiliyorsa, birbirimizle nasıl konuşup anlaşacağımızı merak ediyor. Bazı insanların bir sav ya da gözlemden hoşlanmadığı, bu yüzden kendini rahatsız veya tehdit altında hissettiği gerçeği, tartışmayı yanlış, imkânsız ya da sahte kılmaz. Birçok okura göre (Kant geleneğini sürdürenler) eğer bir söylem genelleştirilip evrenselleştirilmez ve sonunda fikir birliğine varılmazsa dışlayıcıdır. Oysa genelleştirmeler, evrenselleştirmeler veya ortak bir yargıya varmış olmak, anlaşmazlıkları çözmeye, farklılıkları gidermeye, ayrı türden olanları birleştirmeye ve özgüllükleri genelleştirmeye yetmiyor. Aksine, insanları anlaşmaları dayatan, farklılıkları bastıran ve özellikleri susturan sahte bir evrensellik içinde eritiyor. Bir meseleye kendini adamış olan kuramla ilgili en çok endişeye de daha önceki aldatıcı evreni kendilerine göre yaratmış olanlar arasında rastlanıyor. Bu eleştiriden dolayı diyaloğu yitirmekten korkmalarına gerek yok, aksine daha eşit, daha geniş ve daha kapsamlı bir tartışmaya başlayabileceklerini kabul etmeleri gerekiyor. Ne var ki, gerçeğe en yakın görüşün kendilerininki olduğu savının getirdiği ayrıcalığı, yani iktidarlarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyalar. Ve biz bu konuda tartışmaya devam edeceğiz.
Önceki okurlardan bazılarının da buna benzer bir problemi olmuştu. Bilim kuramın ölçütü olduğuna göre, kuramcının üstlendiği sorumluluklardan, mensubu olduğu topluluktan, deneyimlerinden ve toplumla ilgili gerçekleri bildiği hissinden soyutlanması gerektiğini düşünüyorlardı. Oysa eğer bilgi bu sorumlulukların, topluluk bağlamını tanımanın, deneyimin kökleri ve sonuçları kadar kısıtlayıcılıklarına karşı da kuşkucu bir yaklaşımın ve duyguların toplum tarafından nasıl belirlendiğinin farkına varmaya çalışmanın eleştirel çemberi içinde yer alırsa, bütün bu unsurlar kuram tarafından erişilebilir duruma gelir. Böyle bir kuram, kendi prensipleri gereği, herkes için geçerli saydığı unsurların kuramcıyı da belirleyeceğini inkâr etmez ve kuramsal çalışma kolektif durumdan ayırt edilemez bir toplumsal çaba haline gelir. Durumla bağlantılı olan kuram soyut ve tekelci değil, somut ve değişkendir. İktidarsızlığın bakış açısından kalkarak, sosyal değişimin öngörüldüğü bir politik yaklaşıma doğru ilerler. Bu tavır kuramcıyı dünyanın ve çalışmanın dışına veya üstüne değil, içine yerleştirir. Zaten doğruyu söylemek gerekirse, kuramcı hep orada olmuştur.
Böyle içeriden konuşmakla, henüz ikna olmamış olanların üstüne varmamak gibi bir riske girildiği söylenmiştir. Bu doğru olabilir, çünkü önceki kuramlar egemen yaklaşımı seçmiş ve herkes adına ortaya çıktığını öne sürebilmek için de bu gerçeği gizlemek zorunda kalmıştır. Oysa, yetersizlikleri ne olursa olsun, egemenlik altındakinin konumundan yola çıkan kuramın böyle bir sorunu yoktur. Her şeye rağmen, ben işin içindeki bağlanmış kuramcının risklerini üstleniyorum ve bundan dolayı birçok okurun dışlanacağına da inanmıyorum. Bunun alternatifi çoğu zaman kimseyi etkileyememiştir...