Aysel, "Şimdiki Aklımla Çok Para Yapardım", s. 17-32
Aysel'le rutin kontroller için, haftada iki kere geldiği hastanenin bahçesinde karşılaştım ilk kez. Benimle konuşmayı reddedebileceğini bilmenin tedirginliğiyle tanışma heyecanı arasında yaşadığım kararsızlık çok kısa sürdü. Yapmakta olduğum çalışmadan, çalışmanın amacının ne olduğundan söze başlamışken, çok kararlı bir ifadeyle, "Size anlatacağım çok şey var, çalışmanıza çok katkım olur," dedi. Çocuklarından ve torunundan söz etti kısaca. Ama işe gitmesi gerekiyordu. Telefonlarımızı aldık ve daha sonra buluşmak üzere ayrıldık.
Bir hafta sonra onu aradığımda, yine aynı tedirginlik vardı içimde, ya vazgeçtiyse. Bu tedirginliğim onunla buluştuğumuz ana kadar sürdü.
Benzer bir tedirginliği Aysel'in de yaşadığını, randevulaştığımız yerde onu beklerken anladım. Telefon etti, onu beklemekte olduğumu öğrendikten çok kısa bir süre sonra buluşma yerine geldi.
Taksiden indiğinde, sanki ona verdiğim sözü tutmuş olmamın sevincini yaşar gibiydi. Oysa gerçek anlamda sevinç yaşayan bendim.
Rahat rahat sohbet edebileceğimiz bir yer bulmak üzere Boğaz'da yol alırken, ikimiz de buluşma heyecanı içinde birbirimize sorular soruyorduk. Oldukça rahat ve yakın bir sohbet başladı aramızda. Aysel, yol boyunca, birlikte yaşadığı kızından ve torunundan söz etti. Üniversite öğrencisi iki oğlu daha vardı. Kırk yaşında olduğunu söyledi. Makyajsız yüzü ve kot pantolonuyla çok daha genç görünüyordu.
Kireçburnu'nda, çay bahçesi-taverna karışımı bir yer bulduk. Mayıs ayının ilk günlerinin tadını da çıkarabilmek için bahçeye geçtik. En kuytu köşedeki masaya oturduk. Etrafımızdaki masalar boştu, ama sezona hummalı bir hazırlık vardı. Bahçe duvarları boyanıyor, çiçeklerin bakımı yapılıyor, kırık camlar değiştiriliyordu. Boyacı ve bahçıvanın kendi aralarındaki konuşmaları, etrafta dolaşan garsonlar, sesimizin tonunu biraz daha kısmamız gerektiğini sık sık hatırlattı bize. En kuytu köşede bile pek rahat hissetmedik kendimizi. Ta ki sohbet derinleşene dek... Çaylarımızı söyledikten sonra sohbetimize kaldığımız yerden devam ettik.
Aysel çayı bardakta ve koyu içmeyi seviyordu. Her akşam iş dönüşü, yemeğini yedikten sonra televizyonun karşısında geç saatlere kadar keyifle çay içtiğini söyledi.
Aysel'e çocukluğunun nerede ve nasıl geçtiğini sorduğumda, kısa bir süre durdu, sonra anlatmaya başladı:
Küçük bir gecekondumuz vardı. Çok iyi hatırlıyorum, ben beş yaşlarındaydım. Babam yabancılara ait bir şirkette çalışıyordu. Babamın getirdiği oyuncak arabaya ip takmış çekiyordum. O sırada annem evden bir şeyler taşıyordu. Evin yanında bir tepecik vardı, bütün eşyaları orada topladı, sonra üzerlerine gaz döküp yaktı. Eşyalarımız alev alev yanarken, ben uzaktan neler olup bittiğini anlayamadan seyrediyorum.
Bir ambulans geldi, içinden inen adamlar annemi alıp götürdüler. Meğer ambulansı amcam çağırmış. Hiç unutmam, anneme deli gömleği giydirdiler. Biz annemi yedi sene hiç görmedik. O zaman kız kardeşim çok küçüktü, bir de ablam vardı. Bize komşular bakıyordu. Kendimize makarna yapalım diye gaz ocağını yakmaya çalışırken patlattık bir keresinde. Çocukluk yıllarımızda çok büyük problemler yaşadık. İtildik, kakıldık. Nereye gitsek, "Deli Emine'nin kızı" diyorlardı. Her yerde boynumuz büküktü. Çok ağır şeyler yaşadık... Hastaneye gittik, annemi demir parmaklıklar arasında gördük.
Bir gün rahmetlik babaannem, evdeki bütün bıçakları topluyordu. "Babaanne, neden bunları topluyorsun?" dedim. "Anneniz geliyor, sizi kesebilir!" dedi. Ayyy, aynen böyle söylüyor. "Olur mu?" dedim, "Hiç anneler keser mi?"
Annem beni çok severdi. Hâlâ da sever. Sonra doktorlar bir tane daha doğum yapsın dediler. Bir tane erkek çocuk yaptı. Sonra o çocuk öldü.
Önce ablam evlendi. Kocası bakmıyordu, çok zor günler geçirdiler, aç kaldılar.
Ben o zaman 13 yaşındayım, bir fabrikada şeker sarma işinde çalışıyorum. Babam beni çok dövüyordu. Aşırı derecede dövüyordu. Çünkü hep annemi tutuyordum. Annem kendini temizliğe vermişti. Mesela merdivenlerden mi çıktın, arkandan hemen sabunlu suyla siler. Suyla uğraşıyor kadın, başka hiçbir şey yapmıyor. Bir gün annem çamaşır yıkarken, amcam geliyor, "Sen ne kadar çok su harcıyorsun," diye kadını bir dövüyor bir dövüyor, ama nasıl... Fakir yerlerde olur böyle şeyler. İşten geldim ki, annemin bacakları mosmor. Ne olursa olsun, o benim annem. "Kim yaptı?" dedim. "Amcan," dedi. Hasta bir kadına bu yapılır mı? Ben öfkeden kendimi kaybetmişim. Oradan iki şişe kaptım, gittim amcamların kapısına, "Çık ulan!" dedim! Çıktı, "Ne var?" dedi. "Sen utanmıyor musun bu kadını dövmeye? Namaz kılıyorsun, abdest alıyorsun, oruç tutuyorsun. Hiç mi vicdanın yok senin!" Fırlattım şişeyi, başının bir tarafına geldi, öbürünü de öbür tarafına. O gün bu gündür amcamın suratını görmüş değilim. O olaydan sonra bütün sülalem sildi beni.
"Baban Dudaklarımdan Öpüyor"
Bıkmıştım itilip kakılmaktan. O günlerde bizim mahalleden bir çocukla evlendim. Hemen büyük kızım oldu. Eşim dünya iyisi bir insan, birbirimizi çok seviyoruz. Nasıl bir sevgi anlatamam. Eşimin ailesiyle altlı üstlü oturuyorduk. Eşim evlendikten bir süre sonra askere gitti. Ne olduysa o gittikten sonra oldu. Eşimin ailesi bana rahat vermedi. Kesinlikle. O zaman çok güzeldim. Kaynım hep beni yoldan çıkarmaya çalıştı. Sürekli geliyor, bana dokunmaya çalışıyordu. "Bak abi, böyle şeyler yapma, ayıp değil mi?" diyorum. "Ben senin bu evliliğini yürüttürmeyeceğim, sadece bana kalacaksın!" diyordu.
Kocama mektup yazdım, olayları anlattım. "Ne demek ulan, olur mu?" dedi. Askerden kaçıp geldi, o arada ortanca çocuğuma hamile kaldım.
Yalnız benim anlayamadığım bir olay vardı. Kayınpederim gelirdi, dudaklarımdan öperdi. Çok çocuktum, iyi mi yaptım kötü mü bilmiyorum? Kocama yine mektup yazdım, "Baban işten geldiğinde beni hep dudaklarımdan öpüyor" dedim. O zamanki düşüncem neydi bilemiyorum. Yine askerden kaçtı, küfür etmiş, binbaşı onu dövmüş, ceza almış. O arada üçüncü çocuğuma da hamile kaldım. Kocam, tam dört senede askerliğini bitirebildi. Bu dört sene içinde ben çok büyük acılar gördüm. Hamileyim, açım, küçük çocuklarım var, kaynım sürekli rahatsız ediyor...
Askerden döndükten sonra, eşim içki içmeye başladı. Bana göre o evden hemen ayrılmamız gerekiyordu. Gizlice bir ev tuttum. Kocama, "Gel oraya taşınalım, bak yuvamız yıkılacak!" dedim. Kabul etmedi. Kocam beni çok seviyordu, kaybetmek istemiyordu, ama ailesinden de kopamadı.
Bir gün kaynımla birlikte eve geldiler, içmeye başladılar. Ben işlerim bittikten sonra gittim kocamın yanına oturdum, "Canım niye böyle içiyorsun?" dedim. Bir baktım kardeşi geldi, bacaklarımı okşuyor. Kocam, koma halinde sarhoş. O gün, çocukları da bırakıp evden kaçtım artık. Sokaklarda kaldım. Tam on beş gün otogarda uyudum. Otogarda, Esma isimli bir kadınla tanıştım. O da evinden kaçmış. Kocası cezaevinde yatıyormuş. Çocuklarını Çocuk Esirgeme Kurumu'na vermiş. Onunla birlikteyiz ama açız, paramız yok. Çaresizlik içindeyiz.
Sonunda babamlara gittim. Bizlerde koca evinden kaçmak, ayrılmak çok ayıptır. Yani gelinlikle girip kefenle çıkacaksın koca evinden. Babam beni baltayla kovaladı, hakaretler etti, almadı evine. "Bir daha gelmeyeceğim, belki kötü de olabilirim. Beni kimse arayıp sormasın," dedim.
Yine döndüm otogara, Esma'nın yanına. Biz otogardan otobüslere biniyor, gidiyorduk neresi olursa, Samsun'a, İzmir'e... Otobüs şoförleriyle kalıyorduk, elimize birkaç kuruş veriyorlardı. Harçlığımızı öyle çıkarıyorduk. Korkuyordum, çekiniyordum ama açtım. Sadece karnımı doyurmayı düşünüyordum. Ama hep korkuyordum. Utanıyordum, çok utanıyordum. "Allahım, ben nasıl yaparım?" Herkes biliyormuş gibi geliyordu bana. Birisi görecek, öğrenecek diye ödüm kopuyordu. Anne olduğun için her durumda çocuklarını, onların geleceğini düşünüyorsun. Şoförler arasında da, dışarıda da çok kötü insanlarla karşılaştım, dövüldüm, yedi-sekiz kişinin tecavüzüne uğradım. Bir şoförle tanıştım, her gün beni öldürüyordu dayaktan, bir süre sonra para istemeye başladı. Elinden kurtulamadım adamın. Meğer kadın ticareti yapıyorlarmış. Aslında onlar da fakir kişiler, paraya çok önem veriyorlar. 1983'te bunlar beni Van Genelevi'ne götürdüler. Yok "Çocuğunu kaçırırız", yok "Öldürürüz" diye sürekli tehdit ettiler. Korktum. Şimdiki aklım olsa, "Kim kimi öldürüyor lan, gel bakalım!" derdim. Şimdi hiçbir şeyden korkum yok. Neyin, ne olduğunu biliyorum artık.
Patronum iyi bir kadındı. Yüksekova'dan, Kars'tan müşteriler geliyordu.
İlk zamanlar benim için üzülüyorlardı. Dokunmuyorlardı bile, düşünebiliyor musun?
Aman bir para kazandım, bir para kazandım. Gidiyordum, paramı har vurup harman savuruyordum. En lüks yerlerden alışverişler yapıyordum. Hiç para görmemişim çünkü. İlk defa o zaman güzel şeylerle tanıştım. O tarihte daireler 950 bin liraydı, ben on beş günde 375 bin lira kazanmıştım. İstesem bir daire alabilirdim.
Fakat çocuklarım burnumda tütüyordu. Onları göremiyorum, haber alamıyorum. Uyuşturucuya başladım. Oraya içki girmesi yasak olduğu için, hap içiyorum, o yetmezmiş gibi bir şişe de kolonya açıyorum. Müşteriler de buna alışmış. Mesela üç-dört kişi geliyor, mezeleri hazırlıyoruz, kolonya içiyoruz. Haptan sonra esrara da başladım.
Aklım hep çocuklarımda, onları görmek istiyorum. Bir arkadaşım, "Böyle olmayacak, ben kocana telefon edip her şeyi anlatacağım. Nedir bu uyuşturuculara verdiğin para? Sen yaşamıyorsun, ayakta bile duramıyorsun," dedi. Karşı çıktım, "Olmaz, kocam beni öldürür," dedim.
Gerçekten sabah uyandığımda, bir önceki günü hatırlamıyordum. Uyanır uyanmaz bir çay, ardından hap ve kolonya içip hemen kafayı bulmak istiyordum. Başka türlü yaşayamıyordum. Müşteriler varken yatıp uyuyormuşum, müşteriler parayı yastığın altına koyup gidiyorlarmış.
Bir gün arkadaşım kocama telefon ediyor: "Bu kadın çocuklarını istiyor ve kendini burada harap ediyor. Neden elinden tutmuyorsunuz?" diyor. Bir baktım, kocam, kız kardeşimle birlikte çocuklarımı alıp bana getirdi. Tabii adam kahroldu üzüntüden. "Ben ne hata yaptım? Ne yaptım!" diye.
Eşim içtiği zaman sinirli bir insan olacağını, beni döveceğini, huzursuzluklar yaşayacağımızı bildiğim halde onunla yeniden evlenmek istedim, çünkü evine çok güzel bakan biriydi. Ama ailesi istemedi.
"Dost Günleri"miz Vardı
Van'da çalışırken bir kuaförle tanıştım. Her gün gelmeye başladı, benimle evlenmek istiyordu. Orada bizler için dost günleri olurdu. O sabahtan gelirdi. Benim odam vardı, banyonu yaparsın temizlenirsin, aynı bir ev gibi. Ben orada yatıp kalkıyorum, dışarı çıkmak yasak zaten. O geleceği zaman kızlar çekilir, salon bomboş kalır, çıkacağı zaman yine kızlar içeri kaçarlardı. Onun sayesinde önce hapı bıraktım, sonra kolonyayı. Para biriktirmeye bile başladım. O zamanın parasıyla 4 milyon para biriktirdim. Çok güzel paraydı. Kız kardeşim bana Ankara'da ev tuttu. Evimin bütün eşyalarını aldım. Kuaförle Van'da evlendik. Ankara'ya, evimize gittik. Mükemmel bir kadın oldum. Pırıl pırılım. Çok hamaratım, yemekler yapıyorum, kadınlığımı mükemmel yapıyorum. Yani her konuda tatmin eden bir insanım.
Elimde kalan parayla kocama bir kuaför dükkânı açtım. Ne olursa olsun bana bir ekmek parası getirir, diye düşündüm. O para da battı, kocam da çekip gitti, Diyarbakır pavyonlarında kuaförlük yapmaya başladı. Bir yılda her şey bitti ve ortada kaldım. Pazarlamacılığa başladım. Çelik tencere sattım bir süre. Bu işi yaparken bir konsomatrisle tanıştım.
"Ben de seninle geleyim," dedim. O bana sesim güzel olduğu için şarkı söylememi tavsiye etti. Onun beraber olduğu kişi de piyano çalıyordu. Böylece sahne hayatına atıldım. Eskişehir, Bursa derken geze geze Adana'ya gittim. Biz halen evliyiz. Şarkıcı olduğumu duydu, bana noterden "İçkili yerlerde çalışabilir" diye muvafakatname verdi. Birden kıymetli oldum adama. Tabii para kazanıyorum ya artık! Benim kaldığım lüks otellere, çıktığım pavyonlara geliyor, içiyor içiyor. En son Antalya'ya gittim. Baktım bu da geldi. Biz güya karıkocayız, ama bir araya bile gelemiyoruz. "Ben senin yanında kalmak istiyorum," dedim. Meğer Antep'te bir kızla birlikte yaşıyormuş. Çok üzüldüm, sonunda boşandık.
Patronum, Pezevengim Oldu
Şarkı söylemeye devam ettim. Köyceyiz'in Toparlar Köyü'nde yeni bir gazino açılmış, bir arkadaşımla birlikte beni çağırdılar. Üst kat pansiyon, alt kat gazino. Tam beş yıl orada ırgat gibi çalıştım. Şarkı da söylüyordum, masalara da oturuyordum. Özgün müzik söylüyordum o zaman. Çok severim özgün müziği. Patron bana âşık oldu. Hiçbir yere bırakmıyor. Bana yemek bile vermiyorlar, sarhoş ediyor ve dövüyorlar. Bir köy, seni öldürseler, bir Allah'ın kulu duymaz. Öyle bir yer. Kaçmak istiyorum, ama imkânsız gözüküyor.
Bir müşterimiz vardı, Mustafa bey. Nüfuzlu biri. Sık sık gelir, ama kimseyle konuşmaz. Bir akşam Mustafa beyin masasına gittim:
"Hoş geldiniz, istediğiniz bir şarkı var mı?" dedim.
"Hiç kimse benim istediğim şarkıları söyleyemez!" dedi.
"Ben sizin için söyleyebilir miyim?" dedim. "Güneş Topla Benim İçin" şarkısını söyledim. Adam şöyle bir doğruldu, teşekkür etti. Masasına oturdum üstümü paralarla doldurdu, viskiler söyledi. Ona hemen derdimi anlattım. "Ben seni kurtaracağım," dedi.
Artık dayanacak gücüm yoktu, o gün kaçtım. Yoldan Mustafa beye telefon ettim, "Ben kaçtım, geliyorum," dedim. Bir taksinin bagajına saklandım. Taksiciye, "Beni Marmaris yolunu geçince indir," dedim. İndiğim yerde patron beni yakaladı. Ayyy, bana bir dayak, bir dayak... Komaya soktular beni. Arabalarına alıp geri getirdiler, yukarıya pansiyona çıkarttılar. Gazino tıklım tıklım dolu. Camdan bir baktım, aşağısı jandarma kaynıyor. Mustafa bey, gidip Muğla valisiyle görüşmüş. Bütün müşterileri dışarı çıkarttılar ve gazino süresiz olarak kapatıldı. O adam hayatımı kurtardı benim. Gazino kapandı, ama beni yine bırakmıyorlar. Bir de evli küçük bir kız vardı; evinden kaçmış, onunla birlikte bizi Ankara'ya getirdiler. Bir türlü kurtulamıyorum. Beni Harem Pavyon'da, kızı da bir otelde çalıştırmaya başladılar. Bir süre sonra Manisa Genelevi'ne girişimi yaptırdılar.
Manisa'da bir süre çalıştım, ardından Kastamonu, Çorum, Isparta, Ereğli ve Bursa genelevleri geldi. Hep çalıştım...
En sonunda İstanbul'a geldim. Henüz iş yapamıyorum ve para getiremiyorum. Ama adam hâlâ beni bırakmıyor. Her gün dövüyor. Benim burnum eğiktir bu yüzden. Bu adam, benim pezevengim gibi oldu. Bütün kazancımı alıyor, para getirmediğim zaman da dövüyordu.
Baktım İstanbul çok değişik, özgürlüğü yakalayabileceğimi anladım. Bir gün "Bana para getir!" diye bir vurdu. "Bak, kafamı bozma, buranın mafyası var, seni iki dakikada harcattırırım," dedim. Ertesi gün eve bir geldim, baktım adam valizini toplayıp gitmiş. O gün Eyüp Sultan'a gittim dualar ettim.
Bu arada, 1994'te, 75 milyon borçlandırdı beni. Yani İstanbul'da geneleve girebilmek için "giriş parası" veriyorsun. Tabii bu kural sadece İstanbul'da var. O zaman viziteler 350 bin lira. Bu çok büyük para.
Ne yapacağımı, kirayı, borçları nasıl ödeyeceğimi bilemiyordum. Ama yine de o pezevenkten kurtulduğum için çok sevinçliydim. Hemen atlayıp Ankara'ya gittim. Ablamlar yokluk içinde yaşıyorlardı. Yiyecek ekmek bile bulamıyorlardı. Ablama, "Çocukları topla gel bana, birlikte yaşayalım," dedim. Çünkü ailemi toplarsam kimsenin bana erişemeyeceğini düşünüyordum. Ablam zaten çok zor şartlar altında yaşıyordu. Kocası, çocuklara bakmadığı gibi, çocuklar evine gidince de kovuyordu. Öyle sorumsuz bir adam.
O arada babasına telefon edip, "On beş gün bende kalsın" diye kızımı da aldım yanıma. Bir ay daha kalsın, iki ay daha kalsın derken kızım benimle yaşamaya başladı. Çok mutluydum. Eşimi de hep davet ediyordum. Ama o, benim bu işleri bıraktığımı, bir otelde kat görevlisi olarak çalıştığımı zannediyordu. Maddi olarak bana yardım etmeye de başladı. Ailem de böyle biliyordu. Borçlarımı ödedim o arada.
Bir gün çocuklarımın babası telefon etti; "Geliyorum Aysel, çocukları da getiriyorum," dedi. Çocuklarla birlikte on beş gün bizde kaldılar.
Koca Sülaleye Ben Yeterim
İki oğlum babalarının yanında okuyorlardı. Kızım artık benimleydi. Giderek havaileşmeye başladı. Bir gün, "Bak kızım, artık yirmi yaşındasın. Sen benim ne iş yaptığımı biliyor musun? Ben böyle böyle bir işte çalışıyorum," dedim. Yeğenim de duydu. Bunlar ağladılar, sızladılar. "Bakın, siz de benim gibi olursunuz. Koca sülaleye bir ben yeterim. İkinci bir kişiye gerek yok!" dedim.
Bunlar ağızlarını tutamamışlar ve bu ablamın, oradan da kız kardeşimin kulağına gitmiş. Bir bilmeyen oğullarım, kocam ve babam kaldı. Annem zaten anlamaz. Böylece herkes öğrenmiş oldu.
Kızım sonunda dengesiz biriyle evlendi, çocuğuyla ortada kaldı. Yeğenim oryantal oldu ama kendisini kurtardı. Ablamlar ona önce "orospu", "kahpe" dediler, evlerini ayırdılar. Yeğenime ben sahip çıktım. Şimdi ailesine o bakıyor. Herkes halinden memnun.
Kendi kardeşin de olsa insanlardan sana fayda yok. Benim ablamlara o zor günlerinde çok desteğim oldu. Şu anda 10 milyona ihtiyacım oluyor da bana vermiyorlar.
Ben evi terk edip ortada kalınca, ablama da gitmiştim, ablam o zaman evliydi. Beni evine sokmadı. "Enişten kabul etmiyor," dedi. O zaman ablam, babam birlikte beni koruyabilselerdi, şimdi ben bu durumda olmazdım.
Babam güya kültürlü bir insan, zamanında liseyi bitirmiş, ama boşanınca beni evine kabul etmedi. Daha sonra ben iyi paralar kazanıp onlara hediyeler almaya başladım. Renkli televizyon çıktı hemen aldım. 1983'te telefon kimselerde yokken onlara telefon bile almıştım. Onlara güzel kıyafetler alıyordum. Babam maddi destek görünce yumuşadı. Zaten emekli maaşıyla geçinen fakir insanlar. Babamın cebine para filan da koyuyordum. Tabii hoşlarına gitti, benimle konuşmaya başladılar. İkinci evliliğim sırasında, Van'da çalıştığımı da öğrenmişti babam. Para alıncaya kadar beni kabul etmemişti.
Ona da daha sonra bu işleri bıraktığımı, otelde çalıştığımı söyledim. Bana, "Bir daha oralara düşersen, sana hakkımı helal etmem," dedi. Şimdi benden yardım almıyorlar, benim de maaşla yaşadığımı düşünüyorlar, ben de zaten veremiyorum.
Annem ve babam birlikte yaşıyor. Annemi bir süre önce İstanbul'a getirdim, biraz yanımda kaldı. Onu gezdirdim, denize götürdüm. Gülmez, konuşmaz, elbiseleriyle denize girer... Öyle doğal bir kadın annem. Bir tek benimle konuşur. Çocukları çok sever. Sadece torunlarını değil, sokaktaki bütün küçük çocukları sever. "Deli Emine" derler bir de... "Deli Emine" kaldı kadının adı.
Yediğim Dayaklardan Menüsküs Oldum
Kocamın lokantası vardı. İşleri gayet güzeldi. Çocukları okuttu. Terbiyeli, kültürlü, gayet anlayışlı çocuklar yetiştirdi. O yüzden her zaman teşekkür ettim ona. Onun ölümüyle, canımın yarısı gitti. Her ne kadar on yedi yıllık bir ayrılığımız olsa da. Mesela tatillere beraber gidiyorduk. Çocuklar anne babayı bir arada görsünler istiyorduk ikimiz de. Pansiyonda çoluk çocuk aynı odada kalıyorduk. Fakat eli elime değmiyordu. Dokunmuyordu ama hep beni sevdiğini söylüyordu.
Ölmeden birkaç ay önce oğlumla ona haber gönderdim "Evlenelim," diye. Telefonla konuştuk, "Söz mü?" dedi. "Söz," dedim. O gün eve gitmiş içmiş içmiş, oğlumu yanına çağırmış, "Annen benimle dalga mı geçiyor acaba?" demiş. Oğlum, "Sevinçten ağladı babam," diye anlattı.
Bu konuşmadan sonra çocuklarla tatile gittiler, kız kardeşimi de çağırmışlar. Geldikten yirmi beş gün sonra eşim öldü. Olmadı yani. Elimi nereye atsam kurutuyorum herhalde. Çok alkol alıyordu, aşırı alkol alıyordu. Tabii, o kadar üzüntü, o kadar stres kolay mı? Kalp dayanır mı?
Annesiyle birbirlerine çok düşkünlerdi. Annesi hep onun yanında kaldı. Ben de kayınvalideme hâlâ saygılıyımdır, giderim, "Anne" diye hitap ederim. Şimdi yaptıklarından çok utanıyor, bana değer veriyor ama artık her şey kayboldu gitti. Bütün yaşananlar bir rüya gibi geçti gitti. Neye yarar artık.
Öldüğünde ben işteydim. Bir Allah'ın kulu yüzüme bakmıyor. Tam saat ikide "Öff be!" dedim, bir rahatlama yaşadım. Meğer o anda can vermiş. Benim telefonlarım kapalıydı. Arkadaşımın evini aramışlar, onlar haber verdiler. Kendimi yerden yere atmışım. Gitmem gerekiyor ama yol param bile yok. İşyerinden para aldım, 300 milyon. Bir ay işe gidemedim, borçlar büyüdü tabii.
Onun üzerine bir de deprem oldu. O arada çalışmak bana çok saçma geldi. Üzüntümü evimde yaşamak istedim. İçkiyi bıraktım. Kuran okumaya başladım. Allah'a yöneldim. Ama böyle bir durumda işyerinin açık olması zaten çok manasız. Depremde binlerce insan ölmüş. Ben üç ay işe gitmedim. Gidemedim yani. Ruhsal tedavi gördüm o sıralar. Televizyonu açıyorum, ağlıyorum. Mahallede kapı kapı dolaşıp yardım toplamaya başladım. O arada borçlarım büyüdü büyüdü, tefeciler devreye girdi. Borçların üzerine faiz koydular. Şu ara bir çıkmazın içindeyim yani. Daha ev kiramı, elektriğimi veremedim; bir aydır telefonum kapalı, hiçbirini ödeyemiyorum.
Bizim orada çok değişik olaylar var. Kimseyle konuşamazsın. Yediğim dayaklardan, attıkları tekmelerden iki dizimde de menüsküs oluştu. Sağ bacağımdaki aşırı şişme yapıyor. Şiştiği zaman herkes fark ediyor, yürüyemiyorum, merdivenleri çıkamıyorum. Vekil1 bunu bile bile salonda oturursam, "Ayağa kalk!" diye bağırıyor. Ayağa kalkıyorsun.
Saat tam on ikide orada olacaksın. Eğer olmazsan olmadık hakaretler, küfürler. "İsterseniz emniyete gidin," diyorlar. Bu kadar rahat konuşabilmelerine anlam veremiyorum. Bizim oraya bir komiser gelmişti, vekillerin hepsini sıra dayağından geçiriyordu. O zaman, "Komisere gideriz" diyorduk, hepsi çekiniyordu. Fakat sonradan komiser elini ayağını çekti, vekiller ondan sonra bizi ezmeye başladılar. Arkamızda emniyet olmazsa, o olmazsa, bu olmazsa biz tabii ki eziliriz.
Yeni gelenler oluyor, vekiller diyorlar ki; "Ayaklarımızı öpeceksiniz, ayaklarımızı!" Çoğunlukla dönmeler geliyor. Herhalde kıza ihtiyaç olmayacak bundan sonra. Bolluk içinde her istediklerini yapacaklar, kovacaklar, atacaklar. Eskiden daha da kötüymüş. Kızları dövüyorlarmış, kızların makatlarından şişe sokuyorlarmış. Daha düne kadar çok kadın dövüldü orada. Hele bir de borçluysan... Mesela benim bir senedir 1 milyar lira borcum var. Ödüyorum ödüyorum bitmiyor. Sürekli faiz biniyor. Hiç mi Allah'tan korkmuyorsunuz? Tefecilerle işbirliği yapıyorlar. Kadınları iyice çıkmaza sokuyorlar. Tefeci tehdit ediyor.
Müşterilere bile ağır hakaretler ediyor, dövüyorlar. Adamın ağzından, burnundan kan geliyor. Cebini soyuyorlar. Adam bağıra bağıra çıkıyor, "Soyuldum!" diye, bir de adamı noktaya şikâyet ediyorlar. Noktada da dayak yiyor müşteri. Tabii ki herkes ekmek parası diye bekler orada. Kafam rahat değil ki gidip çalışayım.
Lokantayı biri, büfeyi biri, çayocaklarını da bir başkası almış. Karaköy'deki on dört tane evi bölmüşler. Dışarıdan içeriye sabun bile sokamazsın. Mesela ben işe öğleden sonra gidiyorum, sadece bir öğün yemek yiyorum. Acıkıyorum ama akşam eve dönünceye kadar yemeden bekliyorum. Nasıl yiyeyim, çocuklarımın rızkını vereceğim oraya. Her gün, 2 milyon lira çay parası veriyorsun, 2.5 milyon lira yemek parası, 3 milyon lira işçi parası, 2 milyon lira su parası, 5 milyon lira odun parası, 2 milyon lira da kuaför parası veriyorsun. Şahsen ben saçımı yaptırmasam kendime saygısızlık etmiş olurum. Kendini bilen bir kişi zaten yaptırıyor saçını. Sabun, peçete alıyorsun. Günde yaklaşık 20 milyon lira harcıyorsun. Ayda 500-600 milyon lira böyle gidiyor.
Vekil Denen Şeyin Kalkması Lazım
Kadınlar arasında birlik yok. En haklı olduğun konuda bile kadınlar senin yanında olmaz. On beş kişi yemin billah edip karşı tarafta yer alır. Ben şaşırıyorum. Birlik olsa en azından haklarımızı koruyabiliriz. Bizim ayda beş gün iznimiz var, o da âdet günlerinde. Ama hepsinin dostları var. Dostları da izin yapmalarını istemez. Çünkü para gelmiyor o zaman. Ben şimdi âdet görmüyorum, ama bunu kimseye söylemiyorum ve ayda beş gün iznimi kullanıyorum.
Birbirini çekememezlik, kıskançlık var. Kuyunu kazmaya çalışırlar hep. Herkes birbirinin sinirini bozmaya çalışır, kavga eder. Ben böyle durumlarda hemen giyinir evime gelirim, uğraşmam. Ama kendime yapıyorum. Bu yüzden maddi sıkıntılara giriyorum.
Benim oradan hiç arkadaşım olmaz. Çok büyük eziyetler çektim o arkadaşlar yüzünden, rezillik yani. Benim aynı evde çalıştığım bir bayan arkadaşım vardı, sonra vekil oldu. Sen, sermaye olarak çalışırken vekil oluyorsun ve arkadaşlarına eziyet ediyorsun. Böyle bir şey olur mu? Kadın geldi benim mahallemde, "Orospu! Kerhane karısı!" diye bağırdı. Mahalleye rezil oldum. Gelip kızımı dövdü. Çalışmadığım günler evime gelip bıçakla bana saldırdı. Ben kavga etmeyi sevmem, hemen ağlarım. Oradaki kadınlarla da kavga edemem. Kavgalar en çok müşteri yüzünden çıkar. Yok senin müşterin, yok benim müşterim... O adam bağlı kalsa, kendi karısına bağlı kalır, oralara gelmez. Belli ki zevk için geliyor, istediğine gidecek. Adam gelince hurra üzerine çullanıyorlar. Her yerlerini açıyorlar, "Gel sana şöyle yaparım, böyle yaparım..." Hiç karışmam ben, gelen gelsin, gelmeyen gelmesin. Benim kendi müşterilerim geliyorlar, sağ olsunlar. Kendi müşterilerim gelirse işim oluyor, gelmezse olmuyor. 1994'ten beri buradayım, altı senedir bana aynı insanlar geliyor. Tertemiz, pırıl pırıl insanlar... Tabii leş gibi kokanlar da var. Ama artık onları almak istemiyorum.
Müşteri devamlı gelince hoşlanıyor senden. Hatta dostluklar oluşuyor. Evlenecekleri zaman davet ediyorlar. Evleniyorlar, altı ay sonra gelip ziyaret ediyorlar. Çok samimi bir şey söyleyeyim mi? Ben müşteriyle ihtiyacımı giderebiliyorum.
Bizlerin rahatlığı için o "vekil" denen şeylerin oradan kalkması lazım. Her kadının bir odası olacak, kendisi için çalışacak, belediyeye belli bir miktar kira gibi bir şey ödeyecek. Bunu gerçekleştirseler ne iyi olurdu. Emniyetten gelip, "Bir şikâyetiniz var mı?" diye soruyorlar. Şimdi pek sordukları yok da, evvelden soruyorlardı... Kadınlar, "Yok, çok rahatız!" diyorlar. Oysa öyle çok şikâyet edecek konu var ki... Sen bir tek sesle ne yapabilirsin ki? İki ses, daha fazla çığlık demektir. Susup kalıyorsun.
Benim çalıştığım evde altı tane oda, on dört tane de kız var. Biz iki odada beş kız çalışıyoruz. Biri çıkıyor, biri giriyor. Görsen, pislik içinde, iğrenç! Gelen müşteri de iğreniyor, ama önce sen kendin iğreniyorsun. Çarşaflar haftalardır aynı. Hiç değiştirmiyorlar. Nasıl bir pislik anlatamam. Ne duş var ne bir şey...
Her yerde böyle değil tabii. Mesela Bursa Genelevi çok iyiydi. Herkesin odasında banyosu vardı. Müşteri geliyordu, "Lütfen banyoya girin," diyordum, adam bana, "Sen de," diyordu ama karşılığını da veriyordu. Orada su parası filan yoktu. Tertemiz, mis gibi çarşaflarda, en ufak bir ayak izi olsa hemen nevresimler değişirdi. Kendi evindeki gibi. İstanbul'da hep rant mücadelesi var. Parayı götürenler kasada oturanlar.
Mesela bir pazar günü gidiyorum 70-80 milyon lira kazanıyorum. Ama bu paradan 50 milyon kalıyor elime. Onun haricindeki günlerde 30-40 lira milyon kazanıyorum.
Benim bir yıldır sigortam yok mesela. Vekile gittim, yalvardım, "Sigortamı yaptırın lütfen, ben ayağımı tedavi ettirmek zorundayım, çok para tutuyor," dedim. Yapmadılar, kaydetmediler. Çıkışımda bana en azından toplu para vermeleri gerekiyordu. Vermediler.
Bundan yirmi gün öncesine kadar çok eziyet yaşadım. Şimdi başka bir eve geçtim de biraz nefes aldım. Bir arkadaşım üç ay Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde yattı. Hep bu baskılardan dolayı. Yaşamaktan zevk almamaya başlıyor insan. Ben de öyleyim. Yaşamaktan, hiçbir şeyden zevk alamıyorum.
Ahlak Masası, eskiden her eve ayda bir baskın yapardı, şimdi senede bir geliyor. Niye senede bir geliyorsun? Gel de haksızlıkları gör. Yeniden zulümler, yeniden hak yemeler başladı.
Şu anda konuşuyorum, ne güzel. Ben derdimi anlatıyorum ve rahatlıyorum. Herkes anlayamıyor beni. Şimdi bir insana gitsen anlatsan, anlayabilir mi? Üzülür, ben yanından gittikten sonra der ki, "Ayy oralara düşmüş, Allahım sen koru!" Tabii ki Allah herkesi korusun ama biraz da çare aramak gerekiyor. "Güvenme güzelliğine bir sivilce yeter, güvenme malına bir kıvılcım yeter," diye bir söz vardır. Bunu hiç kimse unutmasın.
Müşteri Talepleri, Ben de Parayı Söylüyorum
Müşteriler geliyorlar, demir parmaklıklar arasından bize bakıyorlar, hayvanat bahçesinde olduğu gibi. Bizler salonda oluyoruz. Bizi seyrediyorlar. Önce bakıyorlar, sonra içeri giriyorlar. Bir de kapıcı tutmuşlar, gelen adamlara bağırıyor "Geç, geç, geç..." diye. Karpuz satar gibi. Hep aşağılayıcı şeyler. Orası her zaman çok kalabalık oluyor. Bir maç zamanlarında kalabalık yok.
Geliyor müşteri, seninle konuşuyor. Taleplerini söylüyor. Sen de parayı söylüyorsun. "Beni memnun edeceksen şu kadar veririm," diyor. Sen de "Tamam, çık" diyorsun ya da "Seni memnun edemem," diyorsun. Açıkça söylüyorsun. Çok ilginç talepleri oluyor. Geliyor, sadece ayağını sevip okşuyor, sadece ayak baş parmağını alıp mastürbasyon yapıyor. Bir keresinde, adamın biri, "Vibratör getirsem, beni yapar mısın?" dedi. "Ne diyorsun yahu, sakın sen bir daha bana gelme," dedim. Ama ben bir kadınım. Kadın olarak onu nasıl yapayım? Üstelik adam evli barklı.
Mesela başka birisi geliyor, elini yumruk yapmış, dirseğine kadar gösteriyor ve diyor ki, "Torbayı takacaksın eline, arkadan bana yapacaksın". Yapamam! Midem allak bullak oluyor. Adamı da bir gör, mevki sahibi bir adam. Benim bir arkadaşım alıyordu o müşteriyi. Kadın öyle sinirlenmiş ki, "Vuruyorum, vuruyorum şeyine, sonunda düştü bayıldı!" dedi. Adam geliyordu yine de...
Bazısı da ayağını ısırarak tatmin oluyor. Ayağını verip oturuyorsun, hiç oralı bile değilsin.
Ben müşterilerle ilişkiye girdiğimde hep gözlerimi kapatırım. Ama aldığın paranın da karşılığını vereceksin. Çünkü haram para oluyor o zaman. Her şeyin bedelini vereceksin. Günah... Oraya zengin insan gelmez, orta direk geliyor. Ne zor şartlar altında para kazanıp geliyorlar. Haftalığının kaç lira olduğunu soruyorum "30 milyon" diyor. 10 milyonunu sana vermiş. Eee, vicdanın kabul eder mi?
Bana "Müşteriden fazla para alsana, koparsana," diyorlar. Koparamam. Çünkü ben insanların sömürülmesine karşıyım. Verirse alırım, vermezse almam. İnsanlar sömürülmesin, hakları yenmesin, ben öyle bir dünya istiyorum, her şeyde dürüstlük olsun. İlişkilerde de öyle... Her şeyi insanların yüzüne söylemek en güzeli.
Haftada iki kere sağlık kontrolüne gitmek zorundasın. İki hafta gitmezsen çıkışın veriliyor. Ama işyerlerinde kanamalı çalışan kadınlar bile var. Prezervatif kullanmadan, âdetli olarak müşteriyle ilişkiye giriyorlar. Kadınların yarısı prezervatif kullanıyorsa yarısı kullanmıyor. Yeri geliyor kan tahlili bozuk çıkan kadınlar bile çalışıyor. Yazık... Hastalık kapmaktan çok korkuyorum, evham yapıyorum.
Bir de yaşadığım çevrede işimi kimse bilmiyor. Öğrenirler diye çok korkuyorum. Buraya taşınalı bir yıl oldu. Evime asla bir erkek gelmez. Apartman tümüyle Yozgatlı ve hepsi akraba, hepsi kapalı. Bir bilseler beni taşlarlar. Korkudan ölüyorum.
Bir gün işe gidiyordum, Karaköy'de taksiden indim, karşıya geçtim, iyi ki sokağa yönelmedim. Bir araba, ha bire korna çalıyor. Bir baktım ev sahibim, "Hayrola nereye gidiyorsun?" dedi. "İskeleye, karşıya geçeceğim," dedim. "Eee, niye Beşiktaş İskelesi'nden binmedin?" dedi. "Buraları bilmiyorum," dedim. "Gel ben seni götüreyim, göstereyim," dedi. Bindim arabasına, beni götürdü ta Beşiktaş İskelesi'ne, "Buradan bineceksin," dedi. Telaştan vapura binip karşıya geçtim. O günden beri, aklımda "Acaba tahmin etti mi?" sorusu kaldı. Ama hep iyi davrandı. Kira almaya geldiğinde hep pastayla gelir. Çoluk çocuk pikniğe gideriz. Eğer tahmin etseydi, şimdiye kadar bir şeyler olurdu herhalde.
Bizleri Kimse Sevmez
Ben bu âlemdeki sevgiye, aşka da inanmıyorum. Seni seven bir adam, başka erkeklere seni gönderir mi? Para geldiği zaman canım cicim, gelmediği zaman, "Yürü lan adi orospu!" diyebilen adamın sevgisi mi olur? Böyle erkeklerle olan kadınlara da kızıyorum. Ben şimdiki aklımla yirmi iki yaşında olsaydım, kimse beni ezemezdi ve çok para yapardım. Kadınlar, kendi zevkleri için başlarında bir pezevenk bulunduruyor ve kazandıklarını onlara veriyorlar.
İstanbul'a geldikten sonra ben de âşık oldum. Sokağın adamıydı. Çok iyi bir insana benziyordu. Bizim sokakta banyosu vardı. Bir süre sonra baktım, sömürmek amacıyla yaklaşmış bana. Hep sömürüldüm yani. Anladım ki, bizleri kimse sevmez. Hapse filan düştü, para yardımı yaptım, ama adamın mesleği buymuş. Şimdi kimseyi sevmiyorum. Kimseyle işim yok.
Sevgi denen olay olmaz bizde. Belki ne iş yaptığını bilmeyen biriyle... Ama yine de kulağına gider diyorsun, giremiyorsun o tür şeylere. Güvenemiyorum daha doğrusu, bu konuda bir güvensizlik oldu.
Adamlar, "Seninle evleneceğim" diye kandırıyorlar. Düzmeceler var, gerçekle alakası olmayan şeyler. Ne olursa olsun arkasından çıkan olay, sömürülmek. Gerçi şimdilik beni kullandıkları yok ama yeri geliyor evladın bile seni sömürüyor. Ben her şeyin farkındayım. Kızım bütün evin işini yapıyor, geldiğimde sofram hazır oluyor, çayım demleniyor, bira içeceksem açıp getiriyor, bazen ayağım ağrıyor, masaj yapıyor. Benim paramı harcamak istemiyorlar.
Zaten bundan sonra da bir erkekle uğraşacak halde değilim, rahat olamıyorum. Çünkü çocuklarım var. Benim sevgililerim, çocuklarım, torunum.
Tek isteğim, çocuklarıma güzel bir gelecek sağlamak, evimde oturmak, torunuma bakmak. Bir ev almak istiyorum. Ev aldıktan sonra namusumla oturmak istiyorum. Hiç kimseyle ilgilenmek istemiyorum, sadece çocuklarım olsun.
Evim olsa, evde çocuk bile bakarım. 150 milyon lira emeklilikten alsam, 150 milyon lira da çocuk bakıcılığından, yeter bana. Çocuklar bana baksın istiyorum.
Sadece namuslu olmak istiyorum, başka hiçbir beklentim yok. Göğsümü gere gere gezmek istiyorum. Çalışmasam kimse bir şey diyemez, ama şimdi boynum bükük kalıyor. "Acaba?" diyorsun hep. Tanırlar mı? Bir yere gittiğinde hep sıkılıyorsun. Mesela şimdi saçlarımı sarıya boyattığım için rahatsız oluyorum. Anlayacaklar benim şey kadın olduğumu diyorum. Ama çalışmasam, rahat rahat saçlarımı sarıya boyatırım, istediğim gibi giyinirim. Kimse bir şey diyemez o zaman. İnşallah, Allah bir ev verir bana. Çok kazandığım zaman har vurup harman savurdum. Çünkü hiç görmemiştim, görmediğim şeyleri yaşadım, aldım, giydim, gezdim. Türkiye'nin her yerini gezdim. Gezmediğim bir Çanakkale, bir de Trabzon kaldı. Tarihi yerleri gezmeyi çok severim. Evliyaları çok gezdim. Kiliseleri gördüm. Çocuklarımı da götürdüm. Kâr kalan şeyler bunlar oldu.