| 13X19,5 cm, 134 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Ayşegül Baykan, Sunuş, “Kaygan Zeminde Yaşamak", s. 11-13 Depremle ilgili bilgilerimiz muhtelif. Daha önce bilmediğimiz derinliklere, karanlık noktalara birçok kanaldan ışık tutuldu 1999 depreminin ardından. Bilim adamları kendi dallarının birikimlerini, son buluşlarını aktardı her gün. Jeolog ve mühendisler olası depremlerin fay hatlarını çizdiler, şiddetlerini belirlediler aşağı yukarı. Ekonomistler depremin maliyetini hesapladılar. Dış yardımlar, krediler belirlendi, bütçe dengeleri yapıldı. Tek tek gördük televizyonda ve okuduk gazete ve dergilerde yıkılan binaları, kayıplara karışan geçim kaynağı fabrikaları, tesisleri, bankaları, parkları... Bunlar maddi kayıplardı. Bir de manevi kayıplar oldu. Uzman psikologlar değişik yönleriyle anlattılar kederi, korkuyu, gidenlerin ardından tutulan yası, rayından çıkan akli dengeleri. Onlara kilitlenmiş bir ulusla paylaştılar bilgilerini. Tüm bu uzman görüşlerle depremin neden-sonuç ilişkileri, bu sonuçlara varan analitik yapılar, kavramsal araçlar, yöntemler ve belli istatistik hata oranları içinde, gerçeğin kendisi sunuldu kamuoyuna. Deprem betimlendi, açıklandı, doğası ortaya çıkarıldı. Disiplinlerin biçimsel gereği olarak, depremin bilgisi böylece maddi-manevi, nesnel-öznel ikilemler içerisinde irdelendi ve bir bütünlük içinde aktarıldı bizlere. Somut bir nesnellik ve soyut bir maneviyat arasında kalan pek çok bilgi unutuldu oysa ki. Bilgi ve reprezantasyon birbirini çağrıştıran iki kavram. Reprezantasyon aslında re-prezantasyonun yuvarlatılmış söylenişi. Anlamı ise bir veriyi yeniden sunuş. Sunuş bilimsel, figüratif, semiotik veya estetik olabilir. Hani "en güzel" resmi almak gibi. Televizyon ekranlarında, gazetelerde, dergilerde sayfa aralarından en mükemmelini aradığımız deprem görüntüleri gibi. Reprezantasyonun diğer bir anlamı başkalarını temsil etmek. Depremle ilgili bilgileri düşündüğümde bu iki tür reprezantasyon arasında, yani kurgulanan ve kurgulayan mümessiller (temsil edenler) arasında, kayıp gittiğimi, ama bir türlü bunun öte(ki)si olan depreme ulaşamadığımı hissediyorum. Yukarıda belirttiğim bilgi biçimleri çıkış yolunu sunmadığına göre, oraya ulaşmanın yolunu etikte aramaya koyuluyorum. Howard Marchitello'ya göre etik son on iki yıl içinde en önemli sorgulayıcı ve yorumlayıcı işlevi yüklendi. Eskiden de vardı, ama şimdi daha bir var. Şu nedenle: Geçmişi yeniden kurguladığımızda bunun değişik katmanlarını, kıvrımlarını açığa çıkarır olduk. Yaşanmış tarih, o "maddi-manevi"nin arasında gidip gelen tarih, belleklerde yer etmiş olan tarih. Bellek şimdi etikle birlikte yeniden karşımızda. Bir yerlerde olan bir şeyler bir data-bankın verileri değil, yürekten kopup gelen, "maddi-manevi"nin girdabında yitip gitmeye yüz tutmuş detaylar. Bu anlamda bellek yukarıda açıklamaya çalıştığım reprezantasyondan farklı bir olgu. Belleğe dönmek, sadece geçmişi değil, geçmişin bugün için olan değerini çıkarıp, yeniden sorgulayıp adalet terazisinde tartan bir eylem biçimi. Deprem ve etik. İkisini bir arada düşünmek mümkün mü? Aslında, birbirinden ayırmak mümkün mü? Depremi sorgulamadan, etiğin terazisine koymadan, onun "maddi-manevi" temsilini yapabilir miyiz? Bu işi belleklerden alıp mümessillere bırakabilir miyiz? Ama işte bu noktada, etik ve belleğin birleştiği yerde, kaygan zemindesiniz. "Maddi-manevi"nin orta yerinde, o aralık yerde, yaşantının günlüğünde oluşan mekândasınız. Soja ve Hooper'ın dedikleri gibi, ne sade gerçek, ne sade hayali, ikisinin ortasındaki bir coğrafya bu. Kaygan zeminde yaşayanları düşünmek, belleği nesne/özne ötesi üçüncü –ama bir o kadar da gerçek ve duyumsal– bir mekân kılarken, bir yandan da etik karşısında tavır almaya zorluyor bizi. Uzağa ve uzama yönelik onarma, unutma çabaları bugünün kaygan zeminlerinin çözümlenmesiyle mümkün olabilir ancak. O coğrafyanın öznelerinin anlatılarına kendimizi açmakla başlayabiliriz onarma işlemine. Etiğin bizden beklediği bu işte. Sözünü ettiğimiz özne, soyut bir insan öznesi değil elbette. Deneyimi içinde, maddi varlığıyla yaşamın süzgecinden gelen bir özne. Sözel tarih yaklaşımlarında ve kadın çalışmaları kapsamındaki yöntemlerde vurgulandığı üzere, kadının sözünü yazmak, belleğine ulaşmak, ne sorunu bir kadınlık özüne indirgemektir, ne de tekil bir anlatıma. Müge İplikçi'nin kaleminden kendilerini anlatan kadınlar çıkıyor. Politikanın, dinin, devletin, evlilik, çocuk ve yaşam şartlarının muhasebesi kadınlarca yumak yumak çözülüp, yeniden bağlanıyor. Kopuk kopuk noktalar depremde odaklanıp sonra yeni güçlenmelere yer açıyor. Kadınların bellekleri depremi ve deprem sonrasını çadırkentlerde, prefabrik kentlerde yeniden yeniden öyküleştiriyor. Bu öyküler kaygan zeminin reprezantasyonuna, bir meta-kente götürüyor bizi. Böyle bir yerin kavramsal karşılığı Plato'dan Kristeva'ya, Irigaray'dan Butler'a uzanan bir felsefede mevcut. "Chora" olarak bilinen bu yer çerçevelenemeyen, gerçek olan ama anlatım dili içinde diğer gerçeklikler gibi reprezantasyonu olmayan bir kavram. Kadına özgü bir kavram. Bir yer, bir mekân. Hem gerçek hem hayali, sembolik bir yaşam ortamı. Bildiğimiz mümessillerin dillerinin içinde tanımı yok. Ama orada yaşayanlar olduğunu biliyoruz. Müge İplikçi'nin aktarımında böyle bir "chora"ya yaklaşmak mümkün oldu benim için. Mekânı ve mekânın bize hatırlattığı etiği içselleştirmiş, bir başka türlü örülmüş bir "chora" bu. Müge'nin bize sunduğu estetik de değil ayrıca. O bir mümessil değil. Dolayısıyla emsalsiz bir anlatımı var. Bizden ötekine olan köprüyü kurmuş, kaygan zemine geçmek, zor da olsa bize düşüyor artık. |