"Rumların Ağaçların Arasından Gelip Bizi Öldürmelerini Beklerdim", s. 11-18
Annemin ailesi Kuzey'e Limasol'dan gelmiş. Babam ise Mağusa'nın şu anda Rum tarafında kalan bir köyündenmiş. Bölünmeden önceki hayatlarından anlattıkları hep iki farklı yönde oldu. Dedem Limasol'da önemli bir polis çavuşuymuş. Sürekli o köyden bu köye tayini çıkarmış. Her köyde, köylüler tarafından krallar gibi karşılanırlarmış. Rum köylerinde de köylüler kasalarca sebze-meyve getirirlermiş evlerine. Rumlarla aralarında sorun çıkmadan yaşayıp giderlermiş. Babam da o dönemi bolluk dönemi olarak anlatır, hiç maddi sıkıntı çekmediklerini, çok rahat yaşadıklarını söyler. Öte yandan belli bir dönemden sonra Türk-Rum kamplaşmaları başlamış, mesela annem gittiği Rum ilkokulunda, yakın Rum arkadaşları olmasına rağmen, Türk olduğu için zaman zaman dışlanmış. 1963 olayları patlak verdiğinde ise, ortalık bir anda buz gibi olmuş ve okuldaki Rum-Türk arkadaş grupları bir anda dağılmış. Hele Maria diye yakın bir arkadaşı varmış, onla tam düşman olmuşlar. 1974'te, Limasol'da, ortalığın artık iyice kızıştığı günlerde bir Rum komşu eve gelip dedeme Rumların onu esir almaya geleceğini haber vermiş, "Hemen kaç kurtar kendini," demiş. Dedem bir süre kaçmış, ama esir düşmüş sonunda. Bazı Türklerin yerini Rumlara yine Türkler ihbar etmiş. Anneannem ise en yakın Rum arkadaşı tarafından köyden yuhalayarak atılmış. "Hiç unutamam," der, "o yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen kadının beni kovarkenki bakışlarını. Sırtımdan vurdu beni." Yani bir yanda refah, bir yanda da dışlanma hikâyeleri, bir yanda iyi komşuluklar, bir yanda ihanet. Bütün bu anlatılanlardan hangisi doğru tam kestiremiyorum.
Anneannem şimdiki yaşantısından memnun olsa da Limasol'daki evini, hayatını çok özlediğini söylüyor. Eski güzel günlerinden bahsediyor, beş dakika sonra da "Rumlar bizi kovdular, esir ettiler, ellerimiz günlerce havada kaldı," diye başlıyor. Bir savaş veya bir gerilim anında insanlar iyice milliyetçileşiyor, bir gruba ait olmak istiyor herhalde. Mesela 1996 yılındaki sınır olaylarında çok korkmuştuk. Günler öncesinden haberler yayılmıştı, Rumlar motosikletleriyle Girne'ye gelecekler, çatışmalar çıkacak diye. Hatta anneannem alışveriş yapıp, erzak stoklamak istedi; hani savaş çıkarsa yiyeceksiz kalmayalım diye. Çok sıcak bir gün olmasına rağmen, olayları televizyonda canlı yayında seyredebilmek için denize gitmedik. Zaten günün tek konusu "Sınırda ne olacak?" sorusuydu. Korku vardı içimizde, ama daha çok heyecanla, tuttuğumuz takımın maçını bekler gibiydik. Rum çocuk elinde Yunan bayrağı ile direğe çıkıp bizim bayrağı indirmeye çalışırken mahalleden çığlıklar yükseldi. Çığlıklar arasında benim de çığlığım vardı. Sonuçta kimse bayrağının indirilmesini istemez. Aslında gerçekten Galatasaray-Fenerbahçe maçı gibiydi. Çocuk bayrağı indiremeden vurulduğunda mahallede gene çığlıklar atıldı. Sevinç çığlığı gibiydi bu seferkiler. "S..... kendini," dedim, çok iyi hatırlıyorum. Bir-iki dakika sonra maç heyecanından kurtulduğumda çok utandım kendimden. Gerçekten çok utandım. "İnsanlar işte böyle canavarlaşıyorlar," dedim kendi kendime. O çocuk için üzgünüm, herhalde o da oranın fanatiklerindendi. Normal hayatımda olmayan bir fanatizmin aniden ortaya çıkması beni çok korkuttu.
Babam 1974 öncesinde yabancı bir şirkette müdürmüş. Rumlarla birlikte çalışıyormuş ve çok iyi anlaşıyorlarmış. O günlerini hep özlemle anar. Şu anda çok mutsuz bir adam, toplumdan biraz soyutlamış olarak yaşıyor. 1974 sonrasında herkes ganimete konmak için oradan oraya koşarken, korkunç bir talandan hep bahsedilir, insanlar kapıları kırıp evlerin içini boşaltmışlar, "Kim kimin malını alabilir? Onlar nasılsa bir gün evlerine geri dönecek," diye ne Rum evi, ne de tek parça ganimet mal almak istemiş. Hatta yıllar sonra ev satın almaya karar verdik, o zaman bile soruşturdu Türk evi mi, Rum evi mi diye. İlk başlarda da bu işin böyle iki ayrı devlet olarak biteceğini hiç düşünmemiş, hep tekrar birleşileceğini sanmış. Bölünmeden sonra, eski işi kadar iyi bir iş bulamamış, karakteri çok fazla devlet memurluğu yapmaya uygun olmadığından memur olmayı da düşünmemiş. İlk dönemlerde memurluk dışında fazla iş seçeneği yokmuş, hâlâ yok gerçi. 1974'ten sonra annemle babam bayağı parasızlık çekmişler, hayatları yüz seksen derece değişmiş, kötü bir dönem başlamış onlar için. Hâlâ düşünürüm, boşanma sebeplerinin altında bu tür şeyler mi var acaba diye.
Çocukluğumda anneannemin bahçeli evinde kaldığımda, Rumların geceleri arka bahçeden, zeytin ağaçlarının arasından süzülerek gelip bizi öldürmelerini beklerdim. Şu anda 28 yaşındayım. Bundan sadece iki sene önce komik, aslında trajikomik bir olay yaşadım: Bir yaz gecesi anneannemin arka bahçesinde ben, anneannem, kardeşim, annem ve yeğenim akşam yemeği yiyorduk. Hemen söyleyeyim, yemekteki herkes yetişkin, aramızda çocuk yok yani. Bahçenin duvarları yüksek, dışarıyı göremiyorsun. Tipik sıcak bir Kıbrıs gecesi, ağustosböceklerinin sesleri falan, bir taraftan yemek yiyoruz, bir taraftan sohbet ediyoruz. Birden taramalı tüfek sesi duyar gibi oldum, tekrar dinledim, baktım yine aynı ses, "Rumlar geldi," diye çığlık attım, "Herkes yere yatsın," diye emir verdim. Herkes yere yattı, anneannem dualar okumaya başladı, sürüne sürüne içeri girdik, mutfağın yanında küçük bir hol var, milleti orada topladım, yine sürüne sürüne evdeki bütün ışıkları kapattım. Mutfağın kapısını kilitledim. Anneannemin duaları devam ediyor tabii, bir taraftan da "Ah, gene geldiler, içimize kadar girdiler," diye bağırıyor falan, ben de "Bunca yıl korktun gelecekler diye, geldiler işte sonunda, demek Rumların gelmesi böyle bir şeymiş," diyorum kendi kendime. O kadar korkuyorum ki her tarafım titriyor, Rumların tüfeklerinin soğukluğunu bile hissediyordum, bayılabilirdim o an korkudan. Ne kadar bilmiyorum, bir süre holde bekledik, sonra ses kesildi. Annem ne de olsa savaş görmüş kadın, bir de daha mantıklı herhalde benden, "Ben bir gidip ön kapıdan bakayım," dedi. İtiraz ettim, dinlemedi. Sokak kapısını bir açmış ki, dışarıda hayat devam ediyor, yoldan arabalar vızır vızır geçiyor falan. Meğerse yandaki düğün salonundan atılan havai fişeklerden geliyormuş sesler.
İlkokulda falan uzun süre hep aynı rüyayı gördüm: Askerler evimize giriyor, ben de panik içinde kardeşimi nasıl kaçıracağım diye düşünüyorum. Kardeşimi, annemi, babamı halıların içine saklıyordum, ama ben ortada kalıyordum. Askerler genelde Osmanlı kılığındaki Rumlar oluyordu. Her rüyamda birtakım düşmanlardan kaçtım, sanki karnımdan kurşunlandım gibi geliyordu bana. Rumlardan o denli korkuyordum yani. İlkokul birinci sınıftayken, sanırım Şehitler Haftası'ydı, bizi Barbarlık Müzesi'ne götürdüler. Zaten kendimi bildim bileli evde, dışarıda, her yerde anlatılır o anne ve üç çocuğunun katledilmesi. Olay benim kâbuslarıma çok uyuyordu: Bir gece evdesin, düşmanlar evi basıyor, anneni, seni ve kardeşini öldürüyor. Geceleri hâlâ banyo yaparken tedirgin olurum, biri beni bıçaklayacak, öldürecek diye. Belki de bu tür hikâyeler dinlediğim için böyle kâbuslar gördüm çocukluğumda, belki de başka sebeplerden, bilinçaltı belli mi olur? Neyse, müzeye gittikten sonra rüyalarım çok arttı. Hiç unutmuyorum müzeden eve döndüğümde yemekte kolakas vardı. O günden sonra ağzıma bir daha kolakas koymadım. İlkokuldayken yıldönümlerinde gösterilen öldürülen bebeklerin, çocukların fotoğraflarından çok etkilenirdim. Özellikle öldürülen bebeklerin, çocukların yaşları belirtilirdi. Artık yaşamayan bu yaşıtlarımın yerine koyardım kendimi. Şehitlikleri ziyarete giderdik. Mezarlıklardan çok korkardım, ama mecburen titriye titriye giderdim. Hele bir ziyareti hiç unutmam. İlkokul birinci ya da ikinci sınıftaydım. Şehitliğin önünde, "Bir dakika saygı duruşunda duracaksınız," dendi. Saygı duruşu boyunca başımı tamamen önüme eğdim, başımı bir santim bile kaldırsam, günah işleyeceğimi, şehitlere büyük saygısızlık yapacağımı düşünüyordum. Bir dakika bitmiş meğer. Aniden, hiç beklemediğim bir anda makineli tüfek sesiyle irkildim, saygı duruşu bittiğinde silah atışı olacağı bize söylenmemişti. Başım önümde şehitleri, savaşı, alevleri, atılan bombaları falan düşünürken duyduğum silah sesi beni adeta savaşın tam ortasına götürdü. Bir an sanki şehitler mezarlarından kalktı gibi geldi. O kadar korkmuştum ki, eve gittiğimde annem, anneannem bende bir hal olduğunu anladılar. Hiç kimseye de anlatamadım bütün bu sergilerden, şehitlik ziyaretlerinden ne kadar korktuğumu, ta ki birkaç yıl önceye kadar. İlkokul arkadaşlarımla çocukluk günlerimizden bahsediyorduk; onlar da aynı olaylardan, aynı derece korkarlarmış meğer, onlar da korkularını kimseye anlatmamışlar. Tam bir çocukluk sırrı. Hani biri tecavüze uğrar da kimseye söyleyemez ya, böyle bir sır saklama hali.
O dönemlerimde Rumları benden nefret eden, beni her an öldürmek isteyen birileri gibi düşünüyordum. Bizde zaten birileri kötülenmek istendiğinde "Gâvur gibi," denir. Çocukken "gâvur", yani kötü insan, benim için Rum'du. Ancak lisenin sonlarına doğru Rumları "kötü adam" kategorisinden çıkarıp, sadece bir toplum olarak düşünmeye başladım. O dönemlerde savaş psikolojisinden çıktım, onların da çok acı çekebileceklerini, evlerini barklarını bırakmanın onlar için de zor olduğunu düşünmeye başladım. Şu anda yaşadığım Londra'da, hani o eskiden"Kötü adam eşittir Rum" dediğim insanlarla tanıştığımda hemşerilerimi görmüş gibi oluyorum. Rum mahallesine gittiğimde ben de oraya ait hissediyorum kendimi. "I'm from Cyprus," "O, me too," diye sarıldık birbirimize kaç kere. Rum veya Türk olmamız hiç sorun olmadı bugüne kadar. Kıbrıslı olmak diye bir şey olduğunu hissediyorsun böyle zamanlarda. Artık iki toplumun din ve dil farklılıkları dışında tamamen aynı olduklarını düşünüyorum.
Londra'da fark ettim: Rumlarla mimiklerimizin, İngilizce konuşurken aksanlarımızın, vurgularımızın ne kadar birbirine benzediğini. Adalıyız sonuçta. Mesela restoranlarda, pastanelerde yaşlı Rumlar genelde yiyeceklerin Türkçe isimlerini de biliyorlar, çok az da olsa Türkçe konuşabiliyorlar. Devamlı gittiğimiz bir Rum tavernası var. Her yemekten sonra sahibi bize Türk kahvesi ısmarlar ve "Bunun gerçek adı Türk kahvesi mi, Rum kahvesi mi acaba, ne dersiniz?" diye espri yapar. Duvarda sınırları olmayan bir Kıbrıs haritası var. Orada tek bir şey canımı sıkıyor, yine duvardaki Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağının yanında asılı olan Yunan bayrağı. Yunanlılarla bir alıp veremediğim yok ama, Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağının hemen yanındaki Yunan bayrağı antipatik geliyor bana.
Benim için eskiden Türkiyeli-Kıbrıslı ayrımı vardı, ailem için hâlâ var. Türkiyeli her zaman Türkiyelidir onlara göre. Eskiden Kıbrıslılar, Türkiyelilerden hep daha farklı, ayrı, üstün gibi gelirdi bana. Türkiyelileri korkulması gereken, daha açıkgöz, yapmacık insanlar olarak görüyordum. Gerçi okulda yakın Türkiyeli arkadaşlarım vardı ama, onlar da Türkiyeli gibi gelmezdi. Anneannem hep "Onlardan sakın kendini," derdi. Yani konuşurken o "canımlı", "cicimli" lafları falan, çok içten pazarlıklı ve yapay bulurdum. Biz öyle "canımlı", "cicimli", süslü konuşmayız. Ama İstanbul'da yaşadığım sekiz seneden sonra bu ayrım tamamen bitti benim için. Türkiye'yi de kendi evim gibi görüyorum. Sonuçta sadece kimliğimle girebiliyorum Türkiye'ye. Son dönemlerde bazı Kıbrıslılar arasında Kıbrıs milliyetçiliği diyebileceğimiz bir şey başladı. Kendilerine "Sadece Kıbrıslıyım ben," diyorlar. Bana Londra'da biri "Nerelisin?" diye sorduğunda "Türk'üm," diyorum, Türkiye'de ise aynı soruya "Kıbrıslıyım," diye yanıt veriyorum. Kıbrıs fanatikliğini de çok yanlış buluyorum. Kompleksli bir refleks bence. Ben aşırı milliyetçilikle "Türk'üm," demiyorum ki, Türk olduğum için Türk'üm sadece, bu kadar basit. Türkiyelileri aşağılayan Kıbrıslılar sinirlerime dokunuyor. Hatta Kuzey'deki bazı Kıbrıslılar, Türkiye ve Türkiyeli karşıtı olmayı o kadar abartıyorlar ki, halkların kardeşliği adına Rum milliyetçiliğinin ekmeğine yağ sürüyorlar. Üniversite için Türkiye'ye ilk geldiğim zaman her şey çok farklı gelmişti. Yaşam alışkanlıkları, yeme içme kültürü, her şey... Biz adalılar, büyük kentte yaşayan birine göre safız, daha içteniz, yapmacıklıktan uzağız.
Kıbrıs küçük bir yer, herkes birbirini tanıyor, başına kötü bir şey gelme olasılığı daha düşük, devamlı kendini koruma ihtiyacı duymuyorsun. Kıbrıslılar ile Türkiyeliler arasında gerçekten büyük bir kültür farklılığı olduğunu, İstanbul'da yaşadıktan sonra anladım. Türkiyelilerin önem verdiği şeyler bizim için hiç de o kadar önemli olmayabiliyor, bizim önem verdiğimiz şeyler de aynı şekilde onlar için önemsiz olabiliyor. Daha kuralcılar, biz daha rahatız, sakiniz. Türkiyeliler bizim onlara baktığımızdan daha sempatiyle bakıyorlar bize. Kıbrıslı olduğumu anladıklarında hep iyi davrandılar. Aksanım falan sempatik geliyordu onlara. Yıllarca Türkiye'de yaşadıktan sonra aksanım gerçi düzeldi biraz. Mesela bazı arkadaşlarım yıllarca Türkiye'de yaşamalarına rağmen inatlarından, Kıbrıs'ta konuştuklarından daha koyu bir aksanla konuşuyorlar. Bu bana saçma geliyor, dil bir iletişim aracı. Biraz kendiliğinden oldu aksanımın değişmesi. Artık bir Türkiyeliyle konuşurken elimde olmadan Türkiyelice konuşuyorum. Bir Türkiyeli ve bir Kıbrıslıyla aynı anda beraber olmak rahatsız ediyor. Çünkü Türkiyelinin yanında ister istemez aksanım değişiyor, bu sefer de Kıbrıslının hakkımda ne düşüneceğini dert ediyorum. Türkiye'de kalıp, Türkiyelice konuşmaya başlayan Kıbrıslılarla çok alay edilir çünkü, "Bu da kibar oldu," diye. İlk sevgilim Türkiyeliydi, o hep aksanımı değiştirmem gerektiğini söylerdi, konuşmamdan utanırdı. Çok kavga etmiştik bu yüzden. "Sen böyle konuşuyorsun, ben de böyle, karışma bana," derdim. Ama dediğim gibi başka Türkiyeliler aksanımla asla alay etmedi, ama bizi hiç tanımıyorlar. Hangi parayı kullanıyorsunuz, bayrağınız nasıl, Rumca biliyor musunuz, Kıbrıs'ta Rumca konuştuğunuz için mi aksanlı konuşuyorsunuz, gibi sorularla çok karşılaştım. Bütün bu sorular büyük bir cehalete işaret bence.
Kıbrıs benim çöplüğüm, çok seviyorum burayı, ama şu anda iş anlamında kendimi tatmin edebileceğim hiçbir şey yok. Hayatım boyunca bir iş kadını olmak istedim, tüm eğitimimi bunu planlayarak yaptım. Hırsları olan bir insanım, büyük kent insanıyım, büyük kentin karmaşasını seviyorum. Çok özlememe rağmen Kıbrıs benim için daha çok kafamı dinleyebileceğim bir liman. Londra'da mastırımı bitirince İstanbul'da yaşamak istiyorum. İlerde bir anlaşma olur da Avrupa Birliği'ne girilip, istediğim koşullar oluşursa, belki geri dönerim. Şu andaki pozisyon devam ederse ancak emekliliğimi geçireceğim bir yer burası. Emekliliğimde bile ne kadar uzak kalabilirim hızlı hayattan bilemiyorum. Şu anda baktığımda Rumlarla ortak bir hayatı paylaşabileceğimizi düşünüyorum. Tabii biraz önyargım var onlara karşı. Anneannem "Bir daha asla Rumlarla beraber yaşamak istemem," diyor. Tekrar beraber yaşanırsa Kıbrıs'ı Yunanistan'a bağlamaya çalışacaklarını düşünüyor. Herkeste var galiba bu tür önyargılar. Ben ise 2000'li yıllarda artık kimsenin arka bahçelerden, zeytin ağaçlarının arasından tüfeklerle bizi öldürmeye geleceğini sanmıyorum. Herhalde gelmezler yani. Dilerim gelmezler. Bir kere daha denememiz gerekir. İki toplum arasındaki ekonomik eşitsizliğin önemli olduğunu düşünmüyorum, çünkü bizim insanımız onlara göre daha fakir olsa da, çok iyi eğitim görmüş, kalifiye insanlar. Aradaki fark kapatılabilir. Çocukken güzellik yarışmalarında ya da spor karşılaşmalarında Kıbrıs diye sadece Rumların katılmasına çok sinirlenirdim. Onlar Kıbrıs'ı temsil ediyordu oralarda, ben de Kıbrıslıydım ama beni temsil etmiyorlardı. Bizim de artık temsil edilme vaktimiz geldi diye düşünüyorum.