Nurdan Gürbilek, Sunuş, s. 7-14
Pek iç açıcı şeylerden söz etmiyor elinizdeki kitap. Tersine, uygarlığın yeraltına tıktığı karanlık içeriklerden, toplumsal vicdan tarafından lanetlenmiş sapkın eğilimlerden, bastırılmış yıkıcı dürtülerden söz ediyor. Kötülükten, kirden ve suçtan; kadavradan, lağımdan ve boktan söz ediyor. Üstelik, bütün bunlardan söz etmekten bir şey umuyor. Yer üstünde asayiş yeraltının denetim altına alınmasıyla kurulmuşsa eğer, aşağıdaki içeriklerin konuşturulmasından geçecektir yıkıcı eleştiri. Kapitalizm bireyin yalnızca kendini tanımasının değil, aynı zamanda kendini unutmasının da koşullarını yaratmışsa, unutulanı hatırlatmayı hedef edinecektir eleştiri. Böyle bir umut var bu yazılarda. Bir kafa tutma aynı zamanda: İnsan bedenini üretkenlikten ibaret bıraktınız, öyleyse inadına çürümüş kadavradan söz edeceğim ben. Oturduğumuz evler alınıp satılabilir bir emlaktan ibaret artık, öyleyse uğursuz perili evlerden söz edeceğim ben. Huzur ve güven arayışına kilitlenmiş yavan bir gündelik hayat var dışarıda, öyleyse felaketten, herkesin huzurunu bozacak bela odaklarından bahsedeceğim. Uygarlığın nimetlerinden söz ediliyor hep, öyleyse aşağıda akan lağımdan söz etmeliyim ben. Ortalama fikirlere, dengeli zevklere, ölçülü bir merhamete karşı aşırı fikirleri, tekinsiz hazları, yıkıcı duyguları savunacağım. Sahte erdemlere karşı kötücül enerjileri, toplumsal bayağılığa karşı bireysel aşırılığı, yeniden yapılanmaya karşı çözülüp dağılmayı, nihayet kafaya karşı kıçı savunacağım. İnsana, ayağa dikilmeden önceki, burnu yere yakın, kıçı açık halini hatırlatacağım.
Kovulanın İzi'ni okuyanlar, bu kitabın başka kitaplara olan borcunu fark edeceklerdir. Bu yazıların Fransız kötülükçü edebiyatıyla ya da modern edebiyatın diğer kötü çocuklarıyla; örneğin Dostoyevski'nin iktisat formülleriyle açıklanabilecek sıradan bir olguya dönüşmemek için yeraltına inen, kendilerini uysal ve sağduyulu yığınlardan ayırabilmek için kan döken, bayağı ve başıboş isteklerine yapışmış alçak kahramanlarıyla bağını kuracaklardır. Yaşar Çabuklu'nun temalarını "felaket benim tanrımdır" diyen Rimbaud'nun, Maldoror'un yaratıcısı Lautréamont'un, Kötülük Çiçekleri'nin yazarı Baudelaire'in, Fransız aydınlanmasının olumsuz kahramanı Sade'ın, şiiri "boku kullanma ve onu yedirme sanatı" olarak tanımlayan Genet'nin kitaplarından hatırlayacaklardır. Kovulanın İzi'nde açıkça belirtilmiş yakınlıklardır bunlar. Bu yazıların yalnızca esin kaynağını değil, çoğu zaman konusunu da bu yazarlar oluşturur. Yaşar Çabuklu daha çok edebiyat metinlerinden tanıdığımız bu temaları bu kez politik bir vurguyla; yer yer politik bir nihilizme yakınlaşsa da bireysel anarşizmden beslenmiş bir bakış açısıyla, aydınlanma karşıtı bir felsefeyle, modernizm eleştirisiyle birleştirip yalnızca kapitalizmi değil, uygarlığın tamamını hedef alan kurum ve otorite düşmanı bir eleştirel düşünceye varmaya çalışıyor. Kamuyu bir toplumsal şiddet olarak, gündelik hayatı bir toplu kayıtsızlık olarak, demokrasiyi bir yavanlaşma olarak, orta sınıf ahlakını bir riyakârlık olarak, nihayet çıkar ilişkilerini iyilik maskesi altında gizleyen toplumu herkesin kurulmasına katkıda bulunduğu bir yalan olarak tanımlıyor. Sosyal ve işlevsel olanın karşısına uygunsuz ve işlevsiz olanı, mağrur bir ilerlemeciliğin karşısına arızayı ve zaafı, kamusal cinayetlerin karşısına bireysel şiddeti, nihayet hep aynı tezgâhın aynı tekdüze ritimle kayıtsızca dönmesinin karşısına eşi benzeri görülmemiş bir felaketi bu yüzden çıkarıyor.
Çabuklu'nun kötülükçü edebiyata olan yakınlığı tesadüf değil. Bu kitaptaki yazılar da benzer bir irtifa kaybıyla, benzer bir alçalma isteğiyle; felakete ve tekinsiz olana yapılmış benzer bir vurguyla şekillenmişlerdir. Bunun da ötesinde, bu yazılar da kötülüğün şimşeğini her şeyden önce orta sınıfa yöneltirler. Ölüm içgüdülerini bastırıp dış dünyayla uzlaşmayı başarmış sağlıklı orta sınıf insanı; kaygısızlık ve sağduyu; huzur ve güven arayışına ayarlanmış vasat ve kayıtsız bir doğa. Kovulanın İzi'nde sık sık söz edilecektir bundan; "otorite ve hiyerarşi düşkünü kentli orta sınıf"tan, "şahsiyetsiz, nötr ve duyarsız tüketiciler topluluğu"ndan, "iyi ve temiz" insanlardan, "düzgün beyefendiler"den. Onların temsil ettiği "ikiyüzlü iyilik anlayışı"na karşı hesapsız bir kötülüğün, "konformist kayıtsızlığa" karşı oyun bozan bir kıyıcılığın, "kokusuz, steril orta sınıf bedenleri"ne karşı aşağılık dürtülerin, pis kokan gövdenin, çürümüş kadavranın yanında durur Çabuklu. Uygar toplumun sahte erdemlerini, aldatıcı vicdanını görünür kılabilmek için toplumsal kirden söz eder. Kibar muhitte dolaşan serserinin, nezih salona çamurlu ayaklarıyla giren işgalcinin, şehrin caddelerine taşmış bok çukurunun görüntüsü. Don Juan'dan Punk'a, Mavi Sakal'dan Drakula'ya uzanan bir dizi olumsuz kahramanın izinde, toplumun korunaklı yüzeyinde bir gedik açmayı deneyen bir tür işgal politikası, her türlü hesaplılığa karşı yokluğa, faydasızlığa, tükenişe adanmış bir ihlal etiği. Böyle bir hedefi var bu yazıların.
Bunlar, ilk bakışta göze çarpanlar. Biraz daha yakından baktığımızda ise Kovulanın İzi'nde hemen her yazıda kendini hissettiren bir sahicilik arayışı olduğunu fark ederiz. Bütün bu yazılarda kapitalizm bir sahicilik kaybının, bir eksilmenin tarihi olarak ele alınmıştır. Demokrasi ruhsuzlaşmanın, kayıtsızlığın, ikame edilebilirliğin tarihidir orada; toplumsal vicdan bireyin içindeki sesi bastırmanın tarihi. Kitabın en kesin, en sık tekrarlayan önermelerinden biridir şu: Demokratik değiş-tokuş çağında bakışın pırıtısı yok olmuş, eşyanın tılsımı bozulmuş, nihayet bir kimlik kartına, bir bilgisayar kaydına, bir seyirlik görüntüye dönüşmüştür birey. Kovulanın İzi'nin kötücül vurgularının ardında, artık kaybedildiğine inanılan bütünsel bir doğa imgesi vardır. Çabuklu'nun eleştirisi de o imgeden beslenen, geride kalmış imgeyi kötülükle de olsa onarmak isteyen, bunun için de uygarlık öncesinin bastırılmış karanlığına gerilemekten medet uman romantik bir uygarlık eleştirisidir her şeyden önce. İnsanın bir zamanlar eşyayla kurduğuna inandığı daha "sıcak, sahici ve doğrudan" ilişkiye, doğayla oluşturduğu "ilksel bütünlüğe", burjuvazinin gelişmesiyle birlikte kaybolan "cömert, ölçüsüz, coşkulu ve karşılıksız olan"a duyulan bir özlem vardır burada. Eskinin popüler haydutlarına, verimsiz harcamaya dayalı potlaça, geçmişin bilinmeyene doğru açılan tutkulu seyyahlarına, röntgenciliğin iktidarca bir sosyal röntgenciliğe dönüştürülmeden önceki "ront" ve "dikiz" dönemine, henüz sentetik ve anonim bir nesne konumuna indirgenmemiş bir bedene duyulan özlem. Kapitalizmin soğukluğuna, nötrlüğüne ve sterilliğine karşı dünyayla, başka bedenlerle doğrudan temas kurma isteği. Dünyanın tehlike, korku ve endişe dolu olduğu, ama insanlara cömert, ölçüsüz ve karşılıksız bir armağanmış gibi sunulduğu âna duyulan özlem. Böyle bir hakikat imgesine varacak yegane yol olduğunu düşündüğü için laneti üstlenmeyi önerir Çabuklu. Yeniden sahici olabilmek için kendi pisliğini, kendi alçalmışlığını, kendi karanlığını içerebilmelidir birey. Kibirli, kıvançlı, mağrur burjuva zihnine karşı yine bu yüzden ısrarla kötü kokanı; sapa, ıssız ve izbe olanı çıkarır. Dünyanın kayıtsız yüzeyinde çirkin bir hareketle, derin bir kesikle, pis bir kokuyla da olsa tanıdık bir iz bırakılabilmelidir. Sahteliğe karşı bok çukuru: Kamu denen sıradanlık potası içinde erimemek için, kayıtsız kalınamayacak kadar pis kokan bok çukurunun "ölçüsüz, niceliksiz, ama samimi alanı"na bırakıvermelidir kendini birey.
Böyle bir çerçevesi var bu yazıların. Çabuklu'nun kötülüğü, kiri, sapkınlığı gündeme getirmesinin aslında birden çok nedeni var. Kamu cinayetlerine kayıtsız kalıp hep bir "cani" imgesini besleyen ikiyüzlü adalete karşı çıkma isteği var örneğin. Modern toplumun kirin üstüne örttüğü utanç perdesini aralama, toplumsal yeniden üretim ve tüketim sürecinde işlevsiz kalmış bir atığa işaret etme, nihayet varolan değerlerler sisteminin içyüzünü gösterme isteği. Ama en az bunlar kadar önemli bir başka şey daha var bu yazılarda. Kirin bu yavan ve aldatıcı dünyadaki yegane sahici şey olduğuna inanıyor Çabuklu. Kayıtsız olduğu kadar sığ ve yüzeysel olan insanlığın ancak korkuyla, dehşetle, endişeyle yeniden tanışırsa değişebileceğine inanıyor. Ancak kaybettiği trajik duyguya yeniden ulaşabilirse daha duyarlı bir bireysel vicdan, kendi karanlığıyla yüzleşmiş soylu bir ahlak edinebileceğine inanıyor. Çoktan kaybedilmiş sahiciliğin "ancak şiddeti, sarsıntıyı, çöküntüyü ve gerginliği içinde barındıran bir yaşantıyla" yeni bir düzeyde yakalanabileceğine, "mekânla kaybedilen sıcaklığın... ancak bir yoksunluğun, bir kaybın, bir olumsuzlamanın sonucu olarak" gerçekleşebileceğine inanıyor. Buradan politik bir program çıkmaz elbet; ama bir etik önerme çıkabilir: Dışarıdaki baskıya duyarlı olabilmek için kişinin kendi içindeki negatif yanı sahiplenmesi, laneti tekbaşına da olsa üstlenmesi gerekecektir.
Açmazları olmayan bir düşünce değil bu. Kültürün büsbütün dışından gelen, onu toptan yıkmaya azmetmiş kuraldışı bir kesinti; hafif, uçucu ve kayıtsız bir gündelik hayata yeniden ağırlık kazandıracak bir büyük çöküntü, bir mutlak felaket, eşi benzeri görülmemiş bir kopuş imgesi var bu yazılarda her şeyden önce. Sahibini iktidarın dünyasından geri dönüşü olmayan bir biçimde ayıracak sıradışı, kesin ve net bir suç; daima skandal konusu olacak, hiçbir zaman ehlileştirilemeyecek yabanıl bir doğa; yüceltilemeyecek kadar pürüzlü ve pis bir yüzey imgesi var. Kısacası, mutlak bir negativite arayışı var. Kural ile kuraldışı olanı, muktedir ile bozguncuyu, şeytani olanla kölece olanı, yukarıdakiyle düşkünü, evdekiyle kovulmuşu, hesaplı bir iyilik dünyasıyla onu yerle bir edecek saf kötülüğü birbirinden net bir çizgiyle ayırmak istiyor Çabuklu.
Açmaz da burada. Birincisi, bugünün dünyasında iktidardakiler çoğu zaman bir iyilik düzleminde tanımlanmış yüce ideolojilerdense düpedüz korsanlığın, haydutluğun, kötülüğün dilini kullanabiliyor. Bugünün kötü çocuğu yüce bir İyi'nin değil, kötücül enerjileri alabildiğine sıradanlaştıran, dahası kötülüğü bir meslek haline getirip bir sektöre dönüştüren bir dünyaya doğdu. İkincisi, kötülük düşüncesinin kendisi toplum tarafından pekâlâ ele geçirilebilir; sıradan bir kötülük efektine, şık bir jeste, bir alçaklık pastişine dönüştürülebilir. Nitekim dönüştürüldü de. İnsanlardaki karanlık yanı bastırmaktansa kışkırtan, dehşeti ve iğrençliği yağmalayan, o yabanıl doğayı en iyi ihtimalle bir altkültüre, bir modaya, bir gösteriye dönüştüren koskoca bir endüstri var bugün karşımızda.
İşin edebi yanına gelince: Aslında yalnızca eleştirel düşüncenin değil, edebiyatın bütün kötü çocuklarının karşı karşıya kaldığı bir açmaz bu. Kendini başka herkesten ayıracak emsalsiz bir suç imgesiyle yola çıkar kötü çocuk, ama sonunda sıradan bir adli vakaya, kitaptan kapma bir jeste, bir alçaklık klişesine dönüşen de yine o olacaktır. Genelgeçer yasaları ihlal edip tekil ve sahici bir sesin peşindedir, ama sonunda kendi devralınmışlığına, kendi gecikmişliğine, kendi kitaptan kapmalığına hapsolacaktır. Modern edebiyatın en şık değilse de en iyi işlenmiş, en inandırıcı kötü çocukları bu açmazın içinden çıktılar. Bir türlü sahici olamadıklarını anladıkları, kendi sahteliklerini gördükleri ölçüde sahici bir sese kavuştular. Dostoyevski'nin kahramanları da Oğuz Atay'ın kötü çocuğu Hikmet de buna dahil.
Okurun önündeki soru şu: Yaşar Çabuklu bu açmazın ne kadar farkında? Şöyle bir çerçeve çizmek yanlış olmaz sanırım. Kovulanın İzi Çabuklu'nun on dört yıldır çeşitli dergilerde yazdığı, bir de ilk kez burada yayımladığı yazılardan oluşuyor. Çabuklu'yu başından bu yana izleyenler fark etmişlerdir. Başlangıçta kötücül enerjilerde, kapitalizmi olduğu kadar uygarlığı da karşısına alabilecek bir muhalefetin imkânını görüyor, bu kötücül sözün kendi başına radikal bir eleştiri oluşturduğuna, doğası gereği yıkıcı bir imgeyi, negatif bir enerjiyi dolaşıma sokacağına inanıyordu Çabuklu. 80'lerin sonlarında yazdığı yazılarda bu karanlık içeriğe; kurum karşıtı bir muhalefetin neredeyse son kalesi olarak sahip çıkmıştı. Karanlığı gördüm, bastırılmış olanı fark ettim, düşkünlüğü anladım; söyledim ve bozdum oyunu; böyle bir sertlik vardı bu ilk yazılarda. Bireysel tutkunun, toplumsal kirin, akıl dışının hem yıkıcı hem de ele geçirilemez olduğu inancından beslenen bir olumsuzluk düşüncesi.
Çabuklu'nun sonraki yazılarında da bu ilk çerçeveden fazla taviz verdiği söylenemez. Ama zamanla, yukarıda sözünü ettiğim açmaz bir biçimde sızdı bu yazılara. "Bozguncunun, anarşistin, kovulmuşun, düşkünün son arzusu yüzlerindeki ... saf ifade bozulmadan dünya değiştirmektir" diyor bu kitaptaki son yazısında. Ama o saf ifadenin bozulabileceği, üzerine gölge düşeceği sezgisi de yok değil. Bu sezgi zamanla iyice yerleşti bu yazılara. Toplumun kötülüğü lanetinden arındırıp kültürel çeşitliliğin bir parçası haline getirdiğini, yani "şimşeğini" elinden aldığını fark etmişti Çabuklu. O zaman da yazdıklarında bir gelgit, bir çatal ortaya çıktı. Dünyanın sıradan yüzeyini delip geçecek sıradışı bir kötülük imgesi ile kötülüğün sistemin ürettiği kolektif cinnetin parçası haline gelip hem şimşeğini hem de masumiyetini kaybedebileceği bilgisi arasında; dizginlenemez bir yabanıl canavar imgesiyle bu yabanıllığın da ölçülebilir, hesaplanabilir, o halde sisteme dahil edilebilir bir bela odağına, bir dehşet efektine dönüşebileceği sezgisi arasında; bozguncunun yüzündeki saf yüz ifadesine duyulan güçlü inanç ile o ifadenin de pekâlâ ödünç alınmış, yapay ya da taklit olabileceği sezgisi arasında gidip gelir bu yüzden bu yazılar. Bir yanda emsalsiz bir felaket beklentisi sürer; ama öbür yanda felaketin de bir bilgisayar kaydına, istatistiksel bir veriye, seyirlik bir görüntüye dönüştüğü bilgisi vardır. Donjuanlığa ya da röntgenciliğe duyulan yakınlık da sürer; ama öbür yanda bugünün şeffaf toplumunun bütün bunları sıradan bir seyirliğe dönüştürdüğü bilgisi de vardır. Bu iki uç arasında gidip gelir bu yazılar. Çabuklu'nun kitabın başına koyduğu, belli bir mesafeyle yazılmış "Giriş" yazısı bu bakımdan önemlidir. Başka bazı sezgiler de vardır orada. Yazılarında sözünü ettiği sapkınlığın erkeksi bir sapkınlık, bel bağladığı rezaletin erkeksi bir rezalet olduğuyla ilgili; Mavisakal'dan Sade'a, Don Juan'dan Punk'a sempatiyle söz ettiği toplum düşmanlarının aynı zamanda kadın düşmanı da oldukları, orta sınıf nefretinin bazen sahibini nasıl da faşizme yaklaştırdığıyla ilgili sezgiler belli ki rahatsız etmektedir artık Çabuklu'yu.
Bu gerilimin Kovulanın İzi'nin ses tonunda bir kısılmaya yol açtığı söylenebilir. Ama onu, son zamanlarda kötülük ve tekinsizlikten söz eden, frapanlıktan öteye geçemeyen şairane yazılardan ayıran da büyük ölçüde bu bence. Aslında Kovulanın İzi'ni şık bir jest olmaktan uzaklaştıran başka şeyler de var. Burada genç okurlarına, Yaşar Çabuklu'nun solculuktan geldiğini; yazdıklarının genelgeçer iyilik tanımlarıyla yetinen, çoğu zaman merkezin diliyle konuşan, eleştiri nesnesini devlet ve düzen partileriyle sınırlamış iyimser, ilerlemeci ve gürbüz bir solculukla çatışma içinde geliştiğini hatırlatmakta yarar var. Çabuklu'nun zaaf ve maraz düşkünlüğünde, muktedir olandansa tükenmişliğe yatkınlığında, aklın sesine karşı midenin gurultusuna düşkünlüğünde, kişisel bir mizaç kadar bu içsel çatışmanın da izlerini görmek gerekir. Ama aynı zamanda yenilgiyle, kendisinin olduğu kadar arkadaşlarının da yenilgisiyle; tüketilmiş, lanetlenmiş, sakatlanmış olanı içerme isteğiyle de bağını kurmak gerekir.
Öte yanda Çabuklu'nun hep geniş zaman kipinde kurulmuş cümlelerle hiçbir toprağa kayıtlı olmayan vatansız bir söz söyleme isteğinde, dünyanın en negatif gerçeklerinden bile sanki pozitif bir doğrudan söz ediyormuşçasına konuşabilmesinde, olumsuzdan ısrarla bir umut çıkarma ısrarında da yine aynı solculuğun izi var. Bu yazıların güvenli, huzurlu, sağlıklı insanlara yönelmiş bir kişisel kızgınlıktan çok, düzen denen (ya da orta sınıf denen) daha soyut, daha kurumsal, daha sınıfsal bir düşmana yönelmiş olmasında; alçaklığı bir kamusal gösteriye dönüştürmektense orada ısrarla doğruyu arama isteğinde; üslubunun sahne ışıklarındansa bir probleme adanmışlığında; nihayet teatralliktense çocuksuluğu çoktan kabullenmişliğinde de aynı etkinin izleri var. Çabuklu'nun basit ama dayanıklı bir uslupla yazmasının –böyle yazan kaldı mı artık?– nedenleri de büyük ölçüde burada aranabilir bence.
Madem negatifliği önemsiyor Yaşar Çabuklu, o halde onu önerdiği çözümler kadar, sahnelediği çatışmalar açısından da okumakta yarar var. İlerlemeciliğe karşı çıkışı ile konuya bodoslama girip hiç oyalanmadan doğruca hedefe ilerlemesi, doğrusal bir düşünceyi eleştirmesi ile kocaman zaman dilimlerini bir cümleye sığdırabilecek kadar hedefe kitlenmiş olması, kafaya karşı hep başka organlardan medet ummasıyla daima saptamalarla ilerleyen, fikir belirten, çözümleyen üslubu arasındaki çatışma nasıl çözülecek? Tüm dünyayı yerle bir edecek bir kopuş hayaliyle sahici bir süreklilik arzusu arasında, merkezi bu kadar az önemseyip vargücüyle cepheden savaşması, otoriteden hoşlanmayıp bildirme kipine bu kadar rağbet etmesi, töre karşıtı olmasıyla daima bir töre gerektirmiş şeylerden (eşyanın anısından, nesnelerin tanıdıklığından, şeylerin tılsımından) böyle özlemle söz edebiliyor olması, toplumsal vicdanın lanetleyiciliğine karşı çıkması ile lanetlenmişliği bir özgürlük alanı, bir haz bölgesi, bir aşırılık imkânı olarak korumaya yatkınlığı arasında da bir çelişki yok mu? Ya da aşırılığı savunmasına rağmen aşırılıktan, kapris ve skandaldan olabildiğince arınmış üslubu arasında? Kamunun, demokrasinin, kurumların, ne kadar sahte olursa olsun bir iyilik düzlemi gerektiren hegemonik bir iktidarın bu kadar az gelişmiş olduğu, Baba'nın yüce bir İyi'yi temsil edemeyecek kadar kifayetsiz ya da zorba olduğu, düpedüz haydutlukla iş gördüğü bu ülkede "kötü çocuk" olmak nasıl bir açmaz sunuyor okura?
Kovulanın İzi'nin "kültürel mozaik" içinde anarşizan bir ses ya da aykırı bir çeşniden ibaret kalmaması, okurunun da bu açmazları üstlenebilmesine bağlı. Bütün bunlara, Çabuklu'nun habasete olan ısrarlı ilgisiyle habis düşüncelere genellikle eşlik eden duygusal içeriklerden (her şeye bulaşmış bir kızgınlıktan, uygarlığın nimetlerinden yeterince yararlanamamış olmaktan kaynaklanan bir hiddetten, çoktan reflekse dönüşmüş bir hınçtan, yalnızca muarızlarına değil zamanla herkese tepeden bakmaya yol açan bir alaydan) yoksun oluşu arasındaki çelişkiyi de ekleyeceğim ben. Tahrip edilmiş, yaralanmış ve köreltilmiş olana duyulan bir yakınlık var daha çok bu yazılarda. Şiddete maruz kalanlara, evsizlere, işsizlere, lanetlenmiş ve kovulmuş, itelenmiş ve dışlanmış; sakil ve sefil olana duyulan yakınlık. Çabuklu'nun utanmazcasına basit olan bir üslupla kendisi de nesnesi kadar mülksüz bir yazı ortaya çıkarmasının bir nedeni de burada aranmalı bence.
Bu yazıları okurken, her türden genelgeçer akla karşı kendi mizacını savunan, pisliğe duyduğu ilgiyi okuruyla da paylaşan, tüketilmişlerin kaderiyle birlikte kendi karanlığını, aczini ve marazını da üstlenen yazarı görmek gerekir. Mizacın düşüncedeki payı önemli. Aşırı iştah, aşırı zayıflık, bir türlü dindirilemeyen bir mide gurultusu, gevşetilemeyen kaslar, uzun süre yıkanmamış bir beden, nihayet çıplak güneş altında deniz yıldızı gibi saatlerce kıpırdamadan yatma isteği. Kelimelerle kurulan dünyayı aşırı önemseme var bir de. Ama işin bu yanını okura bırakmak yerinde olacak.
Bebek için hem bir armağan hem bir oyun aracı hem de bir saldırıymış bok. Bize artıktan, lağımdan ve boktan söz eden Kovulanın İzi'nin, onu alacak orta sınıftan okura sunulmuş bir oyun mu, bir armağan mı, yoksa bir saldırı mı olduğuna, ona da siz karar verin.