Hüseyin Sorgun, “Peruğun altındaki Türkiye”, Zaman, 14 Aralık 2001
Yönetmen Kutluğ Ataman, dört farklı kesimden ‘kadın’ın ‘peruk’ ortak paydasında kesişen hayat hikayelerinden hareketle bir ‘Türkiye’ resmi çiziyor.
Yönetmen Kutluğ Ataman, Venedik Bienali için hazırladığı "Peruk Takan Kadınlar" isimli video projeksiyon enstelasyonunu, gazeteci–yazar Ruşen Çakır’ın da ısrarlarıyla kitap haline getirdi. Yapılan video röportajın ham çözümünün yer aldığı Peruk Takan Kadınlar, Hostes Leyla, Nevval Sevindi, türbanlı bir öğrenci ve Demet Demir’i bir araya getiriyor. Belki de bir arada düşünemeyeceğimiz bu dört kadının en büyük benzerlikleri, peruk takıyor ve Türkiye’de yaşıyor olmaları. İlk olarak Venedik Bienali’nde sergilendikten sonra sırasıyla New York, Londra, Detroit, Helsinki ve şu an da Stockholm’de gösterilen “Peruk Takan Kadınlar” video enstelasyonu, mart ayı boyunca, ‘Proje4L İstanbul Güncel Sanat Müzesi’nde de gösterilecek.
Kitapta, her ne sebeple olursa olsun, peruk takmak zorunda kalan dört ‘insan’ın bazen hazin bazen trajikomik hikayeleri kahramanlarının ağzından aktarılıyor. Ataman, projeyi hayata geçirme aşamasında, peruk takan bu dört kadına ulaşmakta epey zorlanmış. Başörtüsü taktığından dolayı üniversiteye alınmayan; kemoterapi tedavisi gördüğü için saçları dökülen; sol düşünceye inandığından ötürü ülkede yaşama imkanı bulamayan ve en son cinsel kimliğinden ötürü zorlanan dört kadının ‘zor’ öyküsü anlatılıyor kitapta. Ataman, en çok da kel olmuş bir kadını bulmakta zorlanmış. Ancak, karşısına Nevval Sevindi çıkıvermiş: “Ama kel olmuş bir kadını bulmak istediğim vakit çok zorlandım. Aylarca aradım; ama bir kadının kel olması toplumumuzda çok büyük bir tabu. Bulmakta çok zorlandım ve birçok girişimime rağmen bunu başaramayınca kemoterapi sonucu saç kaybetme konseptine kaydırdım işi. Nevval Sevindi’nin başından böyle bir macera geçtiğini duyduğum vakit onu aradım ve kabul etti.”
Ataman, benzer bir zorluğu da, başörtüsünden ötürü peruk takan bir üniversite öğrencisi bulmakta yaşadığını söylüyor: “İlk elde onların bu hareketlerini tasvip etmeyen diğer Müslümanlar, özellikle erkekler, bana yardımcı olmak istemediler, şüpheyle baktılar. Ama sonra kadın Müslümanlar aslında ne yapmak istediğimi anladı ve yardım ettiler. Tabii bu öğrenci o zaman bir terör altında yaşıyordu. Rahatlıkla kamera önüne çıkmaları zordu. Kimliği benden bile saklı kalmak şartıyla bir öğrenciyi başka birinin aracılığıyla ikna edebildim. Bu yüzden resmi yok, sadece sesi duyuluyor. Yani resim siyah ki bu da aslında maruz kaldığı baskıyı çok güzel resmediyor.” diyor.
Ataman, bu projesiyle bir gerçeğe işaret ettiğini düşünüyor. Sanatçının da asıl görevinin bu olması gerektiğini söylüyor: “Ben bu video enstelasyonunu gerçekleştirirken, “etki”lemekten çok “işaret” etmeyi tercih ettim. Maalesef Türkiye’de politikacılar, gazeteciler, sanatçılar, ‘aydınlar’ ve hatta öğrenciler çok fazla demeç vermeye, ‘yayın yapmaya’, kendi doğru belledikleri bir noktayı bir noktadan sürekli tekrar etmeye çok meraklılar. Bence sanat işaret etmek içindir.”
Bu projenin can damarı aslında şu soruda düğümleniyor: “Bu dört kadının bir araya gelmesi, vizyon anlamında nasıl bir Türkiye’yi ortaya çıkarıyor?” Ataman, dört ayrı dünyanın bir araya gelmesinden oluşan bu projenin, seyirci açısından da ‘özgür’ bir ilişki biçimi geliştirdiğini söylerken, ‘Hem bir arada hem ayrı’ bir Türkiye’ye de işaret ediyor: “Dört kadın yan yana gösteriliyor, onları birleştiren bir ‘Türkiye’ sahnesinde birbirlerine hem bitişik hem birbirleriyle yarışırcasına kendi dertlerini anlatan, kendi hikayelerini anlatan kadınlar. Hem birler hem ayrılar.”
Hikayelerine ortak olduğumuz bu dört kadının, peruk takmasına sebep olan ‘baskı’ politikasının toplumda sadece kadınlara bakarak değil, çocuklara hatta erkeklere bakarak da anlaşılacağını söyleyen Kutluğ Ataman, baskıyı bir ilişki biçimi olarak tanımlıyor ve tarafların varlığının zorunluluğuna işaret ediyor: “İnsan tek başına baskı yapamaz, üzerinde baskı uygulayacağı başka insanlara ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın kendisi de bence esir edici bir unsur çünkü ihtiyaç. Yani baskı ilişkisi içinde baskı yapan da zaman içinde bu bağımlılık nedeniyle esirleşir. Bu yüzden erkek egemen toplumda erkeğin özgür olduğunu iddia etmek abes olur. ‘Egemenlik’ olan toplumda herkes esirdir. Bu egemenliğin kime ait olduğu, erkeğe mi, kadına mı, hükümete mi, topluma mı, orduya mı bu önemli değil. Bence sorun egemenliğin kendisinde...”