ISBN13 978-975-342-339-7
13x19,5 cm, 302 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Giriş, s. 11-26

Kırsal kesimden kente göç tüm dünyada görülen bir olgudur: Birleşmiş Milletler Örgütü'nün tahminlerine göre 2005 yılında dünya nüfusunun yarıdan fazlası kentlerde yaşıyor olacaktır. Kentsel nüfusun özellikle Üçüncü Dünya ülkelerindeki hızlı artışı, altyapı ve sosyal donanımlara ilişkin hizmetlerde önemli sorunlara yol açmaktadır. Bu durum kentsel yoksulların, özellikle de kadınların yaşam mücadelesini gittikçe zorlaştırmaktadır. Ancak kentsel yoksulluk kalkınma politikalarında öncelikli bir sorun olarak ele alınmamaktadır. Üçüncü Dünya ülkelerindeki kentlerin çoğu yoksullarca spontane olarak inşa edildiği halde, kentli yoksullar bilgi, yerel karar mekanizmalarına katılım ve finansal olanaklara ulaşımdan mahrum bırakılmaktadır. 1996 yılı Haziran ayında İstanbul'da gerçekleşen "II. Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansı" (Habitat II) çerçevesinde "herkese uygun bir konut" ve "kentleşmeyi hedefleyen bir dünyada kalıcı yerleşimler" üzerinde durularak toplumda kentsel sorunlara ilişkin bir bilincin uyandırılması ve küresel eylem stratejilerinin geliştirilmesi amaçlanmış; Habitat'ın gündeminde yer alan –ve hazırlanmasına Sivil Toplum Örgütlerinin (STÖ) ilk kez katıldığı– Küresel Çalışma Planı kabul edilmiştir. STÖ forumu ve forumun iyi örgütlenmiş, güçlü kadın grupları, konut hakkının temel insan haklarından biri olduğunu ve kadın haklarının güçlendirilmesi gereğini Habitat'ın gündemine almayı başarmıştır. Konferansın ev sahipliğini yapan Türkiye'nin sunduğu Ulusal Çalışma Planı örnek alınacak bir plan olarak değerlendirilmiştir. Peki, konferansın gerçekleştirildiği kentte, yani İstanbul'da, kent yoksullarının cinsiyete dayalı somut konut ve yaşam koşulları ve bunların katılım olanakları nasıl değerlendirilebilir?

Stren'in tespit ettiği gibi, kent araştırmaları 80'li yıllarda hem nitelik hem de nicelik bakımından tüm dünyada gerilemiştir. Bu olgu Türkiye için de geçerlidir: 70'li yıllara kadar özellikle kente göç ve bu göçün sonuçlarına ilişkin birçok sosyolojik araştırma yapılıyor ve bu araştırmalar uluslararası karşılaştırmalı incelemelerde alıntılanıyordu. Ancak 80'li yıllarda kent ve göçe ilişkin araştırmalar gerilemiştir. Kent yoksullarının ve kente göç edenlerin siyasal katılımları ise çok az incelemede ele alınmıştır. Oysa kentsel sorunlar önemini yitirmemiştir: 1945 yılında Türkiye Cumhuriyeti'ndeki toplam nüfusun 1/5'inden (%18,3) daha azı kentlerde (en az 10.000 kişinin yaşadığı yer) yaşarken, İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan göçle, 1985'ten itibaren kentsel nüfus çoğunluğa geçmiştir. Kentsel nüfus artışı 1985-1990 arası %4,1'dir. Bu rakamın %44,9'unu göç edenler, %43,3'ünü de doğumlar oluşturmaktadır. 1990 yılında toplam nüfusun 1/4'ü üç büyük kentte (İstanbul: 7,3 milyon kişi, Ankara: 3,2 milyon ve İzmir: 2,7 milyon ) yaşamaktaydı. Söz konusu üç kenti bundan böyle metropol olarak niteleyeceğim; bu değerlendirmenin nedeni yalnızca bu üç kentin milyonlarca sakini barındırıyor olması ve göçün uzun zamandan beri bu kentlerde yoğunlaşmasının gelenek haline gelmesi değil, bu üç kentin ekonomik gelişmenin merkezleri olarak siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel lider rolünü de üstlenmiş olmalarıdır.

Kentlere göç edenlerin konut talebi formel sektör tarafından karşılanamamış, uygun fiyatlarla yeterli konut sağlamayı merkezi yönetim de gerçekleştirememiştir. Bu yüzden göçmenler konut ihtiyacını kendileri karşılamak zorunda kalmışlar ve resmen sahibi olmadıkları, altyapı ve sosyal donanımı olmayan arazilerde, imar izni almadan gecekondu inşa etmek üzere hem kişisel olarak harekete geçmiş hem de birbirlerine yardım etmişlerdir. 1966 yılında çıkarılan Gecekondu Yasası gecekonduları "inşa edilen kişiye ait olmayan arsa ve arazilere, sahibinin izni olmaksızın ve yapı ve inşa yasa ve düzenlemeleri dikkate alınmaksızın yapılan konut" olarak tanımlamaktadır. Yasadışılığın farklı biçimleri ve arsa mülkiyetlerinin çeşitliliği yüzünden gecekonduların yasalar karşısındaki durumları da karışıktır.

Keleş bu yasayı, gecekonduları sadece yasal olmayan statüleriyle ele aldığı ve konut yerine yapı kavramını kullanarak ikamet amacıyla yapılmayan binaları da kapsadığı için eleştirmektedir. Böylece konut olmayan ve birçoğu rüşvet yedirilerek yapılan tüm yasadışı binalar gecekondu aflarından yararlanabilmişlerdir. Birçok yazar, yasadışı binalara kişinin kendi arsası üzerine ama inşaat ruhsatı almadan yaptığı binaları da eklemektedir; bu tür yasadışı binaların daha çok arsa spekülatörlerince parsellenip satılan tapuya kayıtlı küçük arsalar üzerinde yapıldığı, özellikle de 1960'lı yıllarda artan bu kontrolsüz yapılaşmanın takibinin çok zor olduğu belirtilmektedir. Ayrıca düşük inşaat kalitesi ve altyapı eksiklikleri unsurunun da tanımlamaya alınması gerektiği belirtilmektedir. Gecekonduluların sosyoekonomik durumu da gecekondu yapımına yol açan bir neden olarak ayrıca göz önünde bulundurulmalıdır.

Bütün bu unsurlar bugüne kadarki yasal gecekondu tanımlarında yer almadığı için incelikli, rasyonel bir gecekondu politikasının uygulanması zora girmekte; kentsel kalkınma politikaları veya ekolojik düşünceler yerine bireysel çıkarlar üzerine kurulu klientalist bir pratiğe olanak tanınmaktadır. Bugün artık Türk metropollerinde yaşayanların büyük bir kısmı ya halen gecekonduda oturmaktadır ya da bir süre oturmuştur. Keleş'in incelemesinde dile getirilen rakamlara göre İstanbul ve İzmir'de kentsel nüfusun yarıdan fazlası, Ankara'da ise %72'si gecekondularda yaşamaktadır; gene aynı incelemede kaydedildiğine göre ülke genelinde 2 milyona yakın gecekondu vardır ve kentsel nüfusun %33'ünü oluşturan yaklaşık 9 milyon insan bu gecekondularda yaşamaktadır. İstanbul'a her yıl 300-400.000 insanın taşındığı göz önüne alınırsa, –bu her gün 1000 insana konut sağlanması demektir– bu plansız ve hemen hemen kontrolsüz gelişmenin de, bu gelişme sonucu ortaya çıkacak sorunların da sona ermesi beklenmemelidir.

Yerel yönetimlerin bu sorunları tek başına çözemediği ortadadır. Merkezi yönetim ise yeterli alternatif sunamadığından, önce yasal olmayan yapılara göz yummaya, sonra da bu yapıları yasal hale getirip kente entegre etmeye mecbur kalmaktadır; gecekondu mahallelerinin fiilen ortaya çıkmasından sonra bir imar planı yapılıp uygulamaya konmakta, ardından tapu verme, altyapı ve diğer temel hizmetler götürülmeye çalışılmaktadır. Bir yanda gecekondu sakinlerinin tatmin edilmeyi bekleyen maddi, sosyal ve siyasal ihtiyaçları, diğer yanda ise yerel yönetimdeki uzman ve yöneticilerin kent planlaması ve çevre korumaya ilişkin uğraşları gibi birbirine karşıt çıkarların bağdaştırılmaya çalışıldığı entegrasyon süreci yıllardan beri sürmektedir. Bu süreç içerisinde, çözüm stratejilerinin yolsuzluk ve klientalizmle birlikte yürütülmesi gibi çelişkili bir kombinasyon da gözlenmektedir: Göçmenler, gecekondularını bir yandan yasal olmayan –ama göz yumulan– yollardan inşa ederek işlerini kendileri halletmekte, diğer yandan taleplerini klientalizm ya da protesto eylemleriyle dile getirmektedir. Gecekondu konusundaki resmi politika, güvenlik güçleri de kullanılarak yapıların yıktırılmasından, "bırakınız yapsınlar" anlayışına, hatta gecekondu bölgelerinin rehabilitasyonuna, tapu dağıtmaya ve seçim armağanı olarak altyapı donanımı götürmeye kadar değişiklik göstermektedir.

Bu bağlamda bizi ilgilendiren sorular şunlar olabilir: Çeşitli siyasal aktörler kent sorunlarının önlerine koyduğu görev ve zorlukları nasıl anlamakta, nasıl karşılamaktadırlar? Acaba harekete geçme ihtiyacı, yeni toplumsal grupların, yani gecekonduda yaşayanların siyasallaşmasına ve siyasal katılımın yeni şekillerinin oluşmasına yol açmakta mıdır? Bu olgunun siyasetin, toplumun ve cinsiyet ilişkilerinin demokratikleşmesindeki yeri nedir? Çalışmamın odağında mahallelerde başvurulan sorun çözme stratejileri bulunuyor; yerel yönetimdekiler ve kentteki toplumsal hareketleri ise ikincil olarak ele aldım. Gecekonduda yaşayanlar, mahallelerin ve sonuç olarak kentlerin büyük bölümünün oluşumundaki asıl aktörler oldukları halde, uzun bir süre ne siyasal aktör olarak görülmüş ne de ciddiye alınmışlardır. "Daha yoksul kesim ... dışardakilere en az açık olan, şikâyet etme ya da direnme şansı en düşük olan ve siyasal açıdan ikna edilmesi en az önemsenen kesimdir. Yalıtılmış, güçsüz ve sessiz olan bu kesimin öncelikleri ve ihtiyaçları gündemin en altında yer alır." Chambers'dan yapılan bu alıntı –tartışmaya açık olan bazı kısıtlamaları olsa da– İstanbul'daki gecekondulular, özellikle gecekondulu kadınlar için de geçerlidir.

Aşağıdaki bölümlerde, çalışmamda kullandığım bazı temel kavramları (kentsel yoksulluk, enformel sektör, iç göç, siyasal katılım ve resmi olmayan ilişki ağları, güçlenme/güçlendirme ve kamusal ve özel alan), ilgili bilimsel tartışmalar çerçevesinde kısaca ele aldıktan sonra, çalışmanın sınırlarını belirleyip netleştirecek; ana sorularımı formüle edip temel hipotezimi gerekçelendireceğim.

"Yerel Siyasal Katılım ve Cinsiyet" Bölümü, bu çalışmanın iki tartışma alanını kapsayan kuramsal çerçevesini oluşturmaktadır: İlk tartışma, kentsel toplumsal hareketlerle ilgilidir ve ampirik incelemenin temelini oluşturmaktadır; kadınların yerel düzeyde siyasal katılımı konusundaki ikinci tartışma ise sorunlara cinsiyet farkına dayalı bir yaklaşım getirmekte ve ampirik yoldan elde edilen bulguların değerlendirme ölçütlerinin geliştirilmesine temel oluşturmaktadır. "İstanbul Gecekondu Mahallelerinde Alan Araştırması" Bölümü araştırmanın esasını oluşturmakta; İstanbul gecekondu mahallelerinde yürütülen alan araştırmasında uygulanan yönteme açıklık getirilmekte, örnek olay sunulmakta ve alan araştırmasının sonuçları sistematik olarak şu sıraya göre değerlendirilmektedir: Gecekondu kuranların ihtiyaçları, siyasal katılımın kaynakları ve önündeki engeller, katılımın formel ve enformel biçimleri ve son olarak siyasal bilincin gelişmesinde dışarıdan etkili olan aktörlerin rolü.

Kentsel Yoksulluk ve Enformel Sektör

Gecekondular, kentteki alt sınıflara ait ailelerin, konut ihtiyacını gidermek ya da yaşamlarını güvence altına almak üzere gayri resmi bir şekilde inşa ettiği küçük evlerdir bana göre. Bu tanımdan yola çıkarak, gecekonduluları en azından gecekonduya yerleştikleri andan itibaren –bu kavramın tanımı pek kolay olmasa da– "kent yoksulları" addediyorum. Nelson da 1979 tarihli ve Üçüncü Dünya ülkelerinde kent yoksullarının siyasal katılımı konusunda sıkça alıntılanan yapıtında yoksulluğa bir tanım getirmemekte; tersine, kavramı açıklığa kavuşturmanın güçlüklerini ortaya koymaktadır: Üçüncü Dünya ülkelerinde yoksulluk tanımını gelirden yola çıkarak yapmak, güvenilir ve işe yarar verilerin eksikliği yüzünden zorlaşmaktadır. Üstelik, enformel sektörde elde edilen gelir düzenli değildir ve bu gelir konut, bakım gibi parasal olmayan hizmetlerin transferiyle tamamlanabilmektedir. Bence incelemede daha önemli olan bir nokta, temel ihtiyaçların karşılanamaması, yani konut ve beslenme güvencesi, sağlık hizmetlerinden, eğitim öğretim olanaklarından yararlanamama gibi kalitatif kriterler üzerinde durulmasıdır. O halde yoksulluk burada temel ihtiyaçların ya hiç karşılanamadığı ya da yeterince karşılanamadığı toplumsal bir mahrumiyet olarak görülmektedir.

Ancak, yoksulluk yalnızca belli bazı faktörlerin eksikliğinden kaynaklanan bir olgu olmayıp, ilgili kurumların yoksullara kapalı olmasının, bu kurumlardan sağlanabilecek hizmetin pahalı olmasının, veya bu kurumlara güven duyulmadığı için kendi işini kendi halletme yöntemi geliştirmenin de bir sonucu olabilmektedir. Oscar Lewis "yoksulluk kültürü"nü kendi başına bir alt kültür ve "kendisini çevreleyen ulusal kültürü etkileyen dinamik bir faktör" olarak değerlendirmekle, yoksulların yaşam biçiminin kendi içinde bir değeri olduğunu ortaya koyar. Lewis, yoksulluk kültürünün kuşaktan kuşağa aktarıldığından yola çıkarak, umutsuzluk, bağımlılık ve alt sınıfa ait olma gibi duyguların çocuklara devredildiğini, dolayısıyla yoksulların, koşulların değişmesiyle ortaya çıkan olanaklardan tam olarak faydalanamadığını belirtmektedir. Ancak Lewis'in burada, örneğin Türkiye gecekondu halkının yüksek toplumsal hareketlilik potansiyeline hak ettiği değeri vermemiş olduğu söylenebilir.

Söz konusu potansiyelin bir bölümü enformel sektörde gerçekleşmektedir. Kentsel yoksullukla enformel sektör bir tutulamaz elbette; ancak enformel sektör, bir yandan güvensizlik ve yüksek risk, öte yandan hayatta kalma ve yükselme stratejileri sunduğu için yoksullukla bazı noktalarda kesişmektedir. Enformel sektör kavramı 25 yıldır bilim ve kalkınma politikalarıyla ilgili çevrelerde tartışıldığı halde, bu konuda bir sonuca varılmamıştır. Günümüzdeki yaygın tanımların bir bölümü, küçük ekonomik birimlerde (5-10 çalışan) gerçekleşen, asıl hedefi iş ve gelir imkânları yaratmak olan ekonomik faaliyetleri betimlemektedir. Diğer tanımlar, ekonomik faaliyete katılan bireyleri ve hane halkını merkeze alarak "zor çalışma koşullarını, işin istikrarsızlığını, gelirin nispi olarak düşüklüğünü ve sosyal güvenlik kurumlarının, bu anlamda devletin düzenlemesinden yoksun oluşu"nu vurgulamaktadır. Portes ve Castells'e göre bu sektörde çalışanların çoğu göçmenler, etnik azınlıklara mensup olanlar, kadın veya gençler olduğundan "toplumun zayıfları" olarak olumsuz koşullarda özellikle daha çok "yaralanabilenler"dir.

Enformel sektör, söz konusu karakteristik özelliklerinden ötürü ikici teoriler çerçevesinde, formel sektörde iş bulana kadar oyalanılan bir "bekleme kuyruğu" olarak yanlış değerlendirilip aşağı görülmüş; enformel sektörün tercih edilen iş olanakları uzun zaman görmezden gelinmiştir. Yaygın olan bu karşıtlaştırma, enformel sektördeki faaliyetler verimli olduğu ve özellikle kentli yoksulların ihtiyaçlarını gidermenin yanı sıra, güçlü bir dinamiğin gelişmesini destekleyip bazı çalışanlara iyi bir gelir sağladığı sürece yanlıştır. Ayrıca iki sektör de hem maddi açıdan hem de çalışanlar açısından iç içe geçmiştir; örneğin aynı hanenin üyeleri ya da tek tek bireyler bazen hem enformel hem de formel sektörde çalışmaktadır. Her halükârda enformel ekonomik faaliyetler dünya ekonomisi ile iç içedir ve küreselleşme, işin/üretimin işyeri dışında yapılması/yaptırılması, sosyal hizmetlerde gerileme ve bunlara bağlı olarak sınıfa, cinsiyete ve etnik gruplara dayalı kutuplaşma çerçevesinde dünyanın ileri gelen sanayi ülkelerindeki metropollerde de artmaktadır. Bu yüzden Castells ve Portes enformel etkinlikleri kısaca "başka bakımlardan yasal olan mal ve hizmetlerin yasal olarak düzenlenmemiş üretimi" olarak tanımlamaktadır.

De Soto, formel ve yasal çerçevede şans tanınmayan kişilerin, meşru ekonomik hedeflerine ulaşabilmek için çoğu zaman tek yol olarak gördükleri enformel konut ve ticaret sektörünün dinamiğini ve yaratıcılığını Peru örneğinde göstermektedir. Yazarın ortaya çıkardığı önemli noktalardan biri de söz konusu sektördeki düzenlemelerin ve faaliyet örgütlemelerinin enformelliğidir: Enformellik, anarşi anlamına değil, "yasallık dışı normlar" sistemi anlamına gelmektedir. Bu yasallık dışı normları koruyup kollayan örgütler, De Soto tarafından "özü bakımından demokratik" olarak nitelendiriliyor. Ancak burada De Soto, siyasal ve ekonomik gücün enformel sektörde de mülkiyete, eğitime, cinsiyete, nüfuz sahibi olmaya vb. göre eşitsiz bir şekilde dağıtıldığını gözardı etmektedir.

Bryan Roberts, enformel sektörde uzun vadeli iç bütünlük olmayışının siyasal katılıma nasıl etki ettiğini ortaya çıkarmaktadır. Roberts'a göre, enformellik, bireyin birbirinden kopuk, değişken sosyal, ekonomik ve siyasal bağlarında esnek davranmasını gerektirmektedir. Bu yüzden ortak çıkarlar bazında uzun vadeli faaliyet olasılığı azalmakta; bunun yerini kısa vadeli hedefleri olan geçici beraberlikler almaktadır. Bu araştırmada enformel ekonominin ve düzenlemelerin, –Latin Amerika'ya özgü bağlamdan farklılıklar gösteren– Türkiye gecekondu mahallelerindeki şekillenmesi ve siyasal katılımın enformel ve formel biçimleri arasındaki bağlantı ele alınacaktır.

Kente Göçenler Radikal mi Pasif mi?

Daha önce yapılan gecekondu araştırmalarının uluslararası tartışma çerçevesi, kente göç edenlerin "radikal, bozguncu" karakterli mi, yoksa "pasif" karakterli mi oldukları üzerine kurulmaktadır. "Bozguncu göçmenler tezi" birçok göçmenin yaşadığı hayal kırıklığına gönderme yapmaktadır: Büyük kente göç edenler iyi bir işe, bu sayede yüksek bir gelire kavuşmayı, böylelikle kente ait kurumlardan yararlanmayı ve diledikleri tüketim mallarını alabilmeyi ummuşlar; ama sanayileşme kentleşmenin gerisinde kaldığı için güvenilir olmayan ve geçici işler bulabildikleri ya da geçimlerini enformel sektörde zar zor sağlamak zorunda kaldıkları için hayal kırıklığına uğramışlardır. Toplumsal eşitsizlik kentte daha fazla algılanmakta, göçmenler böylece hem nesnel hem de öznel olarak bir mahrumiyet yaşamaktadırlar.

Ayrıca geleneksel değer sistemlerinin çökmesi ve aile-akrabalık ilişkileri türünden davranışları denetleyen mekanizmaların zayıflaması gibi faktörler köksüzlük duygusuna, yönelim kaybına, yalıtılmışlık ve aykırılıklara neden olmaktadır. Bu yüzden hızlı göç, siyasal radikalleşmenin, istikrarsızlığın, şiddetin veya daha genel bir şekilde ifade edecek olursak, bozguncu siyasal davranışın esas nedeni olmaktadır. Pye'e göre bazı ülkelerde kent halkı öylesine siyasallaşmıştır ki, "deyim yerindeyse en küçük bir provokasyonda patlamaya hazır, sorumlu yönetimlere çevrili dolu silahlara dönmüştür".

"Marjinal göçmenler tezi"nin ve Oscar Lewis'in "yoksulluk kültürü" tezinin yandaşlarına göre ise, göçmenler katılımcı olmayan –ya da çok az katılımcı olan– kayıtsız, pasif ve içinde bulundukları durumu değiştirebilme yetisinden yoksun kimselerdir. Huntington, bu kesim için "lümpen proletarya" terimini kullanırken, kentin varoşlarında ve gecekondu semtlerinde oturanların tutuculuğunu, pasifliğini ve itaatkârlığını köyden getirdikleri geleneksel değerlere ve otorite kalıplarına, birbirlerine karşı güvensizliklerine ve uzlaşmazlıklara, siyasete ilgisizliğe, kentteki yaşamın köye göre daha iyi olmasına bağlamaktadır. Göçmenlerin pasif olarak karakterize edilmesi, Nelson'a göre ampirik olarak çürütülmüştür, ama kendisi de kente yeni gelenlerin daha pasif davranıyor olmalarını aşağı yukarı benzer şekilde gerekçelendirmektedir: Kırsal kesimden gelenlerin seçimler ve partiler konusundaki deneyim eksikliği, köy yaşantısına kıyasla maddi olarak daha iyi bir yaşama kavuşmaları ve kente gelirken birlikte getirilen akrabalık ve hemşerilik ilişkileri. Yeni gelenlerin çoğunun siyasal olarak aktif olmayan ve kentle toplumsal olarak entegre olmaya çalışan genç, yalnız yaşayan insanlar olduğu belirtilmektedir. Huntington'ın, siyasal olarak radikalleşmiş diye tanımladığı ikinci kuşağın bile örgütlü kolektif girişimlerden çok kendi hareket kabiliyetlerini geliştirmeye çalıştığı, ancak sıkıştığı zaman bu tür faaliyetlere katıldığı ileri sürülmektedir. Mahalle örgütlerinde faaliyet gösteren yeni göçmenlerin küçük bir azınlık oluşturmakta olduğu, kentte oturulan süre uzadıkça bunun da gerilediği kaydedilmektedir.

Nelson kent yoksullarının –bunların çoğu göçmendir– ne çok pasif ne de çok radikal olduğunu, çünkü kendi başlarına "siyasal bir sınıf" oluşturmadıklarını savunmaktadır. Kent yoksullarının siyasal tutum ve davranışları, diğer toplumsal gruplarla olan ilişkilerince belirlenip siyasal katılımları klientalist ilişkilerde, özel çıkarları temsil eden gruplarda, etnik ilişkiler ağında veya partilerde gerçekleşebilmektedir.

Türkiye'de göçmenlerin siyasal katılımını ele alan az sayıdaki araştırma da anılan tartışmayı yansıtmaktadır. Söz konusu araştırmalar genellikle 1980 darbesinden önceki durumdan söz etmekte ve birbirine zıt sonuçlara ulaşmaktadır: Özbudun yaptığı araştırmada (1976), göçmenleri istikrarsızlık faktörü olarak gösteren tezi kent göçmenlerinin seçimlerde gösterdiği daha çok muhafazakâr sayılacak tercihlere dayanarak çürütmekte; ama siyasal katılımın diğer biçimlerinde ortaya çıkacak sonuçların farklılık gösterebileceğini de kabul etmektedir. Karpat ise yaptığı araştırmada (1976), gecekonduluların iyimser, yeniliklere açık, dinamik ve yaratıcı tutumlarını vurgulamakta; siyasal faaliyetlerinin, kente ve ulusa entegre olmaya yaradığını kaydetmektedir. Daha olumsuz sosyoekonomik ve siyasal koşullarda radikal bir güç olabilecek göçmenler, o gün için merkez sağda sayılmaktadırlar. Beş yıl sonra, yani 1975 yılından sonraki değişimleri saptadıktan sonra ise gecekondu semtlerini militan, radikal terör gruplarının yeşereceği ideal ortamlar olarak tanımlamaktadır.

Karpat'ın 1976'daki tezini andıran ama başka bir kuramsal çerçeveye oturan ve farklı yöntemlere başvuran çalışmamdan elde ettiğim sonuçlar, kutuplaşmanın daha zayıf olduğunu göstermektedir. Cinsiyete dayalı bir perspektifle yaptığım araştırma –diğer çalışmalarda ihmal edilen– kadınların siyasal katılımı üzerinde yoğunlaşıyor. Araştırmamda sadece seçmen davranışlarını değil, ayrıca –"kitle" siyaseti olarak görüldüğü için kuşkuyla karşılanan– enformel katılım biçimlerini de istikrarsızlığa ilişkin modernleşme teorisine ait soruyu sormaksızın ele almaktayım. Buna karşın gecekonduluları, olan bitenden haberdar yapıcı aktörler olarak görüyorum ve kalıcı gelişmeye, yeni kalkınma politikası paradigmalarından hareketle, ancak tarafların katılımı ve güçlenme/güçlendirme (empowerment) ile varılabileceğini düşünüyorum.

Katılım, Cemaat ve Enformel Ağlar

Modernleşme teorilerinin temsilcilerinden biri olan Nelson, daha önce değinilen, kentli yoksulların siyasal katılımını konu alan karşılaştırmalı araştırmasında "katılım" kavramını –ekonomik ve etnik grupların kendi durumlarını iyileştirmek üzere giriştikleri kolektif faaliyetleri vb. dışarıda bırakarak– dar bir çerçeve içinde ele almış, sadece resmi kararların etkisi üzerinde yoğunlaşmıştır. Ben çalışmamda siyasal katılımı, parlamenter sisteme katılım (seçimlere katılım, partilerde üyelik, vs.) gibi dar bir anlamda değil, Vilmar'ın da dediği gibi, "daha kapsamlı olarak... yurttaşların toplumsal süreçlere, yani hem fikir oluşturma ve karar süreçlerine katılımı hem de sosyal ve özellikle siyasal faaliyetlere katılımı" olarak ele almaktayım. Demokrasi kuramı çerçevesinde düşünüldüğünde –temsili demokrasilerdeki katılım şeklinin yetersiz olduğunun giderek daha açık görüldüğü gerçeğinden hareket ederek– katılım sorununa, katılımın demokratikleşme yönünde genişletilerek yeni bir yapının oluşturulması anlamında, bütün toplumsal alanlarda yurttaşların karar süreçlerine ve sosyopolitik eylemlere en üst derecede dahil olabildiği bir sistemin geliştirilmesi olarak bakmak gerekir. Kent yoksullarının, özellikle marjinalleştirilmiş kadınların toplumsal gerçekliği, günlük yaşam kavgası ve toplumsal güç ilişkilerini değiştirme çabaları göz önünde bulundurulmadığı takdirde yetersiz bir şekilde tespit edilmiş olur kanısındayım. Bu nedenle katılım kavramı daha geniş tutulmalı, siyasal katılımın enformel şekilleri de bu kavrayışa dahil edilmeli, kamusal yaşam/özel yaşam şeklinde kurulan katı karşıtlık ortadan kaldırmalıdır.

Amerika Birleşik Devletleri'ndeki tartışmada, Carole Pateman'ın kitabı Participatory Democracy and Democratic Theory (Katılımcı Demokrasi ve Demokratik Teori) uzun bir süre, radikal demokratik görüş yandaşlarının da karşıtlarının da düşüncelerinin çıkış noktası olmuştu. Benjamin Barber da liberalizmin, bireye ve bireyin özel çıkarlarına ilişkin demokratik olmayan anlayışını sert bir biçimde eleştirmektedir. "Çoğulcu demokrasi ... serbest piyasa kurmacasına ve birbiriyle ilişkileri içinde farklı talepleri dile getiren insanların sözde özgürlüğüne ve eşitliğine dayanır, ... oysa gerçek dünyanın güç ve iktidar ilişkileri karşısında bu adamakıllı naif kalmaktadır." Yaşama şansı olan tek modern demokratik siyaset biçimi "katılımcı demokrasi" olarak tanımlanan güçlü bir demokrasidir. Hardy-Fanta da ABD' deki Latinos veya Latinas olarak adlandırdıkları Latin Amerikalı göçmenlerin cinsiyete özgü siyasal tutumlarının araştırıldığı çalışmalarında, katılımla cemaat ve yurttaşlık arasındaki bu sıkı bağı ele almaktadır: "Boston'daki Latin kökenli kadın ve erkeklerin politikayı tanımlamasında görülen toplumsal cinsiyet farkları, katılımcı teorinin dört temel unsuru etrafında öbeklenmiştir: pozisyon ve statüye karşılık bağlılık; hiyerarşiye karşılık kolektivite; formel yapılara karşı cemaat/topluluk ve kısıtlı bir kamu eylemi imajına karşılık, siyasal eylemcilikle kişisel gelişme arasındaki bağın bilincinde olmak." Kent yoksulları için cemaat ve katılım, enformel ilişki ağları üzerinden birbirine bağlanır. Enformel ağlar Denoeux tarafından "Birbirleriyle son derece kişisel, sözleşmeye dayanmayan bağlar ve sadakatler aracılığıyla ilintilenmiş bireylerin oluşturduğu gruplar" olarak tanımlanmaktadır. March ve Taqqu, enformel ağların yasalarca değil, ilgili topluluk tarafından kabul edilip onaylandığını vurgulamaktadırlar. Singerman da, enformel ağların kurallar ve normlarla bir arada tutulduğunun altını çizmektedir. Denouex dört tip enformel ağdan sözetmektedir; bunlar klientalist, mesleki, dini ve oturulan yere bağlı olarak kurulan ağlardır. Denouex, 19. yüzyılda gerçekleşen kısmi modernleşme ile Ortadoğu'daki mahallelerin kimlik oluşturma özelliklerini yitirdiklerine dikkat çeker. Bu yüzden kitabında mahallede oluşan ağları ele almamaktadır. Bu bakış açısı erkeklerin daha çok mahallelerinin dışında, çalışma koşullarıyla bağlantılı ilişki ağları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Kadınlar ise, ilişki ağlarını kendi çevrelerinde, oturdukları mahallede veya evlerde oluşturmaktadır. Düşük gelirlilerin yaşadığı mahallelerde, kadın ağlarının kurulması için hem sabit cemaatler hem de fiziki bir yakınlık gerekmektedir; çünkü burada kadınlar, hayat mücadelesinin üstesinden gelebilmek için uzun vadeli bir karşılıklılık anlayışı içerisinde (yani doğrudan karşılık beklemeden) ellerindeki mallarla, işgüçleriyle, kurdukları temaslarla ve duygusal dayanışma ile birbirlerine destek olmaktadırlar. Enformel ağlar kent yoksulları açısından siyasal açıdan özellikle önemlidir, çünkü –ileride (s. 114-9) görüleceği üzere– siyasal katılımın önemli bir kaynağıdır bunlar. Singerman'a göre, enformel ağlar kamusal bir alan sağlayarak topluluk üyelerinin ortak hedeflere ulaşmak için işbirliği yapmalarını ve kamusal malların paylaşımında etkili olmalarını mümkün kılmaktadır. Bu açıdan Singerman enformel ağları "formel siyasal kurumlarca da siyasal seçkinlerce de kontrol edilmeyen, sistemdışı siyasal katılımın somut tezahürleri" olarak tanımlamaktadır.

Kamusal ve Özel Alan

Siyasal katılımın formel ve bireysel biçimlerinin yanında enformel ve kolektif biçimleri de dikkate alındığında, kadınların çıkar ve faaliyetlerini siyasal ve kamusal yaşamın özellikle dışında bırakan kamusal yaşam/özel yaşam arasındaki yapay ayrım da kaldırılmış olur. Pateman, özel yaşamdaki sosyal eşitsizlikle siyasal eşitliğin, seçme ve seçilme hakkıyla kamusal alana ait olan sivil özgürlüklerin birbiriyle ilgili olmadığını ileri süren liberal demokrasi teorisine karşı çıkmaktadır. Feminist siyaset bilimciler, bu iki alandaki karşılıklı ilişkileri ortaya koymakta; bir yandan aile içindeki cinsiyet ayrımından doğan eşitsizliğin kadınların kamusal yaşama girmesini engellediğini, diğer taraftan ise devletin aileye müdahale etmekte, mevcut güç dengelerini meşrulaştırmakta ya da revize etmekte olduğunu göz önüne sermektedir. Sorun yalnızca bu iki alanın ayrıştırılması değildir; asıl sorun "kadınların hiyerarşide aşağı konumda olmaları"dır.

Böylece kamusal alan eril akıl ve makul davranışlar ile, özel alan ise dişil duygu ve makul olmayan davranışlarla özdeşleştirilmekte, kadın işi sayılan tüm yeniden üretim faaliyetleri değersiz görülmektedir. "Kamusal ve özel, toplumsal ya da tarihsel durağan değerler veya olgular olmayıp, belli davranış alanları veya iletişim yapılarına bağlı, değişken ayrımlardır." Bu yüzden siyaset bilimi aslında "bir yerin, bir davranışın veya bir söylemin hangi koşullarda kamusal ya da özel olarak kodlandığını" araştırmalıdır.

Sabine Lang, feministlerin bu ayrımın "gerçeği nasıl etkilediğini" göstermelerini talep etmektedir, çünkü bu konunun kadınların katılım şansları açısından temel önem taşıdığını söylemektedir. Örneğin "kadınların fiili varlıklarının [Fransız İhtilali ve Alman İç Savaşlarında] etkisini yok etmek için giderek artan ideolojik bir dışlama politikası güdüldü." Kadınların buradaki kamusal angajmanı siyasal bir faaliyet olarak değil de anne rollerinin doğal uzantısıymış gibi ele alındı. Karin Hausen ve Barbara Holland-Cunz'un düşüncelerine ek olarak Lang şu tezi dile getirmektedir: Kamusal alandaki kurumlaşma ve kadınların bu kurumların içinde yer alması arttıkça, ideolojik ve işlevsel dışlama stratejileri de o ölçüde gelişmektedir. Kente göçen kadınların siyasal katılımlarına ilişkin cinsiyete dayalı analizimde, özgül bağlamda kamusalın oluşumunun yanı sıra özel alanda mevcut yapıları ve ilişkileri, ayrıca bu alanlara ilişkin kodlamaların etkilerini de inceleyeceğim.

Güçlenme/Güçlendirme ve Kadınların Siyasal Katılımı

Hem özel ve kamusal alan arasındaki bağlantıyı göz önünde bulunduran hem de eşitsizliğin ve kadınların hiyerarşideki ikincil konumlarının aşılmasını hedefleyen yeni bir yaklaşım da kadınların güçlendirilmesidir. Söz konusu yaklaşım 1985 yılında Nairobi'de toplanan Dünya Kadın Konferansı öncesinde DAWN (Development Alternatives with Women for a New Era; Yeni Bir Çağ İçin Kadınların Gelişim Seçenekleri) adı altında Üçüncü Dünya kadınları ve kadın kuruluşları birliği tarafından geliştirilmiştir ve dayandığı nokta, kadınların sınıf, ırk, sömürge geçmişleri ve uluslararası ekonomideki yerlerine bağlı olarak farklı derecelerde baskı altında oldukları, bununla birlikte baskıcı yapı ve koşulların tümüne karşı aynı anda hareket edilmesi gerektiği düşüncesidir. Buradaki temel amaç, toplumsal gücün ve kaynak denetiminin kadınların lehine iyileşmeler sağlamak üzere yeniden dağıtılmasıdır. DAWN'ın hedefi cinsler, sınıflar ve uluslar arasındaki eşitsizliklerin ortadan kaldırılması gibi uzun vadeli stratejilerin yanı sıra, krizlere tepki verebilmek üzere kısa vadeli stratejilerin de geliştirilmesidir. Bu stratejiler, hem devletçe alınması beklenen önlemleri hem de toplumsal koşulların değişmesini kapsamaktadır. Araştırmam, güçlendirmenin gerçekleşebilmesinin iki önkoşulunun birbirinden ayrı tutulmasının gerekliliğini gösterecektir: Önkoşullardan biri hakların tanınması, yani sermaye, mülk edinme ve eğitim gibi yasal haklardan yararlanma; diğeri ise hakların kullanılabilir olması, yani bu hakları kullanabilmenin maddi koşullarına sahip olabilmedir.

Ancak güç dengelerinin değişmesini hedefleyen ve temelde radikal olan bu yaklaşım, gerek ulusal gerekse uluslararası kalkınma örgütlerince sahiplenilerek sulandırılmış; Wichterich'in deyimiyle "siyasal eleştirel tarafı törpülenmiştir. ... Bugün bu toplumsal-eleştirel yanı olmaksızın basit ve zararsız bir yaklaşım olarak, kadınların her türlü güçlenmesi ve katılımı için varlığını sürdürmektedir." Güçlendirme, kalkınma politikaları bağlamında özellikle kendine güven, iç güç ve kaynaklara ulaşım olarak tanımlanmaktadır, örneğin Braunmühl şöyle demektedir: "Kadınların güçlendirilmesi, her biri diğerleriyle yakından bağlantılı pek çok düzeyi kapsar. Kendilik saygısını, duygusal olgunluğu, bağımsızlığı, farkındalığın artmasını, kişisel ve toplumsal gelişme kaynaklarına ulaşabilmeyi içerir. Ayrıca bu noktaya varma stratejilerini de içerir. Kadınların çıkarları için mücadele eden kadın örgütleri bu stratejinin merkezinde yer alır." Moser de benzer bir tanımlama yapmaktadır: "Güç ile kastedilen başkaları üzerinde hâkimiyet kurmak değil, daha ziyade kadınların kendi başlarına ayakta durabilmelerini ve iç güçlerini artırma yetisidir. Bu güç, canalıcı önemdeki maddi ve maddi olmayan kaynakların denetimine sahip olma yoluyla, yaşamdaki seçenekleri belirleyebilme ve değişimin yönünü belirleyebilme hakkı olarak tanımlanmıştır." Marchand'ın eleştirdiği üzere, kalkınma uzmanı kadınların cinsiyet ve küresel yeniden yapılanma konusundaki tartışma süreçlerinde, sosyopolitik boyutlar –kendine güven ve kararlara katılım anlamında– ihmal edildiğinden güçlendirme kavramına bir kısıtlama daha getirilmekte; bu kavram artık sadece kadınların ekonomik açıdan piyasaya daha rahat girebilmeleri olarak algılanmaktadır.

Buna karşılık bazı feminist teorisyenler Moser'in güçlendirme tanımında da yer alan ve Hardy-Fanta'nın araştırmasında merkezi yer tutan tezi savunmaktadırlar; bu tezde kadınların güç/iktidar anlayışının farklı olduğu, kadınlar için "bir şey üzerinde güce sahip olmak" yerine "bir şey yapmak için güce sahip olmanın" daha önemli olduğu vurgulanmaktadır: "Kadınların, gücü, hâkimiyet kurmak üzere değil bir yeti olarak, cemaatin toplamının yetisi olarak önemsemesi, kadınların ilişki ve bağlantı deneyimlerinin güç anlayışlarını belirlediğini ve daha özgürleştirici bir anlayışa imkân tanıdığını göstermektedir." Güçlendirme, bu feminist siyaset bilimkadınlarınca potansiyelin geliştirilmesi yönündeki işbirliği süreci olarak algılanmaktadır. Siyaset bilimi açısından Morgen ve Bookman'ın yaptığı itiraz da önemlidir; onlara göre, kentteki alt sınıf kadınları cinsiyetlerinden, ait oldukları sınıf ve ırktan ötürü ekonomik kaynaklara ve siyasal güce ancak kısmen ulaşabilmekte ve bu yüzden de sadece kısıtlı bir güce sahip olduklarını düşünmektedirler: "Bu kadınlar için güçlenme kendilerini ezen sistemli gücün farkına vardıklarında ve hayat koşullarını değiştirmek için harekete geçtiklerinde başlar. ... O halde güçlendirme esas olarak belli bir kültürel bağlam içindeki güç dağılımını ve gücün doğasını pekiştirmeyi, muhafaza etmeyi veya değiştirmeyi hedefleyen bir süreçtir." İlerleyen sayfalarda güçlendirme kavramını ben hem psikolojik ve sosyal yönü hem de siyasal yönüyle kullanacağım. Bu geniş anlamıyla güçlendirme, siyasal katılımla etkileşim içinde, siyasallaşmanın hem kaynağı hem de sonucu olmaktadır.

Araştırmanın Konuları ve Ana Hipotezleri

Araştırmamın konuları siyasal katılımın yerel düzlemde oluşum koşulları, kolektif faaliyet biçimleri ve bunların demokrasi süreci içindeki yerleridir. Burada özellikle üzerinde durduğum nokta, sosyal bir grup olarak henüz siyasal katılım için gereken önemli kaynaklara sahip olmayan gecekondu kadınlarının siyasallaşma koşullarıdır. Araştırmamın amacı, İstanbul gecekondu mahallelerinde,

1) bir mahallede mevcut çeşitli sosyal grupların hissedip dile getirdiği ihtiyaçları,

2) gecekonduluların, sorunun ne olduğunu bilmelerine rağmen çözümünü birlikte gerçekleştirmelerinin önündeki engelleri ve

3) siyasal katılımın, hangi durumda ve biçimde gerçekleştiğini saptamaktır.

Bu soruları cinsiyet bilincine dayalı bir yaklaşımla soruyorum. Bir bütün olarak ele alınması gereken bu üç sorunun yanıtı, ana hipotezime göre, soru sorulanın cinsiyetine göre farklılık göstermektedir. Buradaki özgül bağlamda düşünülmesi gereken üç hipotezden yola çıkmaktayım:

1) Gecekondu kadınları altyapı eksikliğinden erkeklere göre farklı bir şekilde ve daha fazla etkilenmektedir, çünkü söz konusu eksiklik sadece yaşam koşullarını değil, aynı zamanda çalışma koşullarını da etkilemektedir; bu yüzden kadınlardan mahallede var olan sorunlar hakkında daha fazla bilgi sahibi olması ve erkeklere göre daha farklı ihtiyaçlar hissetmesi ve dile getirmesi beklenmektedir.

2) Siyaset, kamusal ve eril alana ait olarak görüldüğü ve –araştırmamın gösterdiği gibi– özellikle gecekondu kadınları bu kamusallıktan büyük ölçüde dışlandığı için, yerel yönetimle ilgili sorunları daha iyi bilmelerine ve sorunları daha yoğun yaşamalarına rağmen kadınların bu özellikleri kolektif çabalara yeterince yansıyamamaktadır.

3) Yine de kadınlar kente entegre oldukça, dış ilişkilerini genişletmektedirler. Ayrıca 80'li yıllarda gerçekleşen ekonomik gelişmelerden ötürü, alt sınıf erkeklerin çoğunun işine daha çok zaman ayırması gerektiğinden, siyasal ve sosyal görevler giderek daha çok kadınların üstüne kalmaktadır.

Alan araştırması sırasında, yerel siyasal katılım için cinsiyet ayrımının ne kadar önemli olduğu bir kez daha anlaşılmış; pek az araştırmaya konu olan kadınların siyasal katılım koşullarına yönelik incelemenin önemi artmıştır. Dışlama mekanizmalarına ve kaynakların cinsiyete göre dağılımı konularına özellikle daha fazla önem verilmiştir; çünkü alan araştırması sırasında özellikle kadınların siyasal katılımının beklenenden az olduğu ortaya çıkmıştır. Dışlama mekanizmalarının analizi, bu mekanizmaların üstesinden gelebilmek için hangi olanakların var olduğunun araştırılmasına yardımcı olacaktır. Feministlerin, araştırmaların pratiğe yönelik ve özgürleşimci olması gerektiği talebine ben de katılıyorum. Bu hedefin gerektirdiği öğeler şöyle sıralanabilir: Siyasal katılım kavramının enformel biçimleri de kapsayacak biçimde geniş tutulması, cinsiyet bilincine dayalı bir analiz, kadınların dışlanması ile ilgili feminist açıklamalara ilişkin yaklaşımlara başvurulması, kadınların farklı katılım biçimlerinin tanımlanması ve sosyal bilimlerin ampirik araştırmalarında başvurulabilecek kalitatif ve ucu açık yöntemlerin uygulanması.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X