Ali Ergur, “Koliden çıkanlar ve çıkmayanlar”, Virgül, Sayı 50, Nisan 2002
Seri cinayetler ve seri katiller bugüne dek toplumsal yaşamımızda pek sık rastlamadığımız bir olgu. Bu olguyu gündeme getiren Sevinç Yavuz, gazetecilik normlarına uygun bir anlatım benimsemiş olsa da, kitabın birçok yerinde betimsel, belgesel anlatımdan sıyrılıp sorunun felsefi ve sosyolojik temellerini sorguluyor. Bu açıdan bildik polisiye, hatta cinai üslubun olayların sosyolojik özünü neredeyse kasten göz ardı etmesine kapılmayarak takdir edilecek bir çaba gösteriyor. Yavuz, bugüne dek bize çok uzak duran, bir anlamda gerçekdışı (bu nedenle de inandırıcı olmayan) dehşet öykülerinin değişen toplumsal koşullarla birlikte Türkiye gündeminin de bir parçası olabileceğini saptıyor.
Seri cinayet olgusunun yalnızca ABD’ye özgü olmadığını, başka ülkelerde ve başka kültürel bağlamlarda da gözlemlendiğini belirtmek, ancak bunların asla ABD’deki kadar yaygın bir hal almadığını vurgulamak gerek. Bu konuda geliştirilecek kavramlar seri cinayet olgusunu sosyolojik veçheleriyle ele almamızı sağlayabilir.
Buna göre, makro düzlemde, zaten tarih boyunca birbirlerine yakın yapılandırma ilişkileriyle bağlı olmuş iki ana eksen belirir gibi görünüyor: Birincisi, bireyi, yalnızca kendi var olma gücüyle baş başa bırakıp yalıtılmış yaşamlar üreten, bu konuda asgari beceriye sahip olmayanların acımasızca öğütüldüğü bir dışlama mekanizması kuran, her şeye bir piyasa değeri biçmeye muktedir kapitalist düzendir. İkincisi, böyle eşitsiz bir dünyada yeniden üretimin, kaynaklara erişimin, toplumsal bütünleşmenin tek mümkün yolu olarak sunulan ataerkil iktidardır. Bu iki sembiotik insanlık durumunun belirleyici sosyolojik etkilerini ayrıntılarıyla incelemek gerekir. Yoksa seri cinayet olgusunu değerlendirmek zorlaşır.
Gizli bir linç arzusuyla yönlendirilen habercilikten (bunun da basit bir şiddet güdüsünü kışkırtma yönelimi olmadığını, ardında ciddi bir haber ekonomi politiği bulunduğunu da belirtmek gerekir) ziyade, toplumsal olayları sosyolojik olgu olarak kavrama niyetiyle Kolici, dikkate değer bir çalışma. Yavuz’un gerek genel bir düzlemden bakma isteği, gerek olgunun patolojik boyutunun adli mekanizma içerisinde aldığı şekle karşı geliştirdiği eleştirel tavır, gerekse gazetecilik mesleğinin dürüst ve donanımlı bir pratiğini mümkün kılma çabasını takdirle karşılamak gerekir. Ancak yazarın böyle ilkeli bir yolda hareket etmesi, okurun da çok daha derinlikli bir çalışma beklemesini haklı kılıyor. Böylesi bir çalışmadan akademik bir üslup beklemek doğru değil. Ne var ki Yavuz’un çıtayı taşımak istediği yükseklikte, ikna edici bir kuramsal çerçevenin eksikliği hissediliyor.
İki saptama Kolici’nin her aşamasına hâkim: Birincisi, seri cinayet olgusunun Türkiye’nin de gündemine girmiş olduğu, ikincisi seri katillerin sıradan adli suçlular gibi ele alınıp cezalandırıldıkları (ve özellikle idam edildikleri). Her iki saptamada da Yavuz’un haklılıkla öne çıkardığı bazı noktalar var: Seri katillerin ancak pek azı akıl hastası sayılıyor, toplumsal düzeni tehdit ettikleri düşünülüyor; bu da onların yok edilme isteğini kamçılıyor. Dolayısıyla adli makamların tıp otoriteleri üzerinde bir çeşit baskı kurdukları görülüyor.
Bu varsayımlardan ilkini (akıl hastası olduklarına dair ön kabulü) çok boyutlu ele almak gerekir. Adalet aygıtının baskısı ise spekülasyona açık bir zafiyet taşıyor. Zira Yavuz, konuyu ele alırken hep kurumsal bir baskının izlerini bulmaya, daha doğrusu teyit etmeye çalışıyor. Oysa incelikli bir sosyolojik bakış, bu tür sorunların, kurumların yine kurumsal ilişkileri aracılığıyla incelenmesindeki çıkmazı hemen fark edebilirdi. Böyle bir kutuplaştırmanın sonucunda, kendilerine ister istemez olumlu ve olumsuz değer yargıları yüklenen kurumların temel alındığı bir tartışma zemini oluşur; bu da bizi sorunun olgusal değerinden uzaklaştırır. Yazarın niyeti bu olmasa da okur, adaletle tıp arasında bir yerde konumlanma gereksinimi duyacaktır. Oysa sorunun gerçek anlamda kurumsal olmadığı, bütün toplumsal açılımları ve nedensellik bağlarıyla birlikte ele alınması gerektiği açıktır. Burada üzerine gidilmesi gereken konu, belki de, toplumsal düzenin ya da kısaca toplumun mümkün kılınması ve sürekliliği için gereken asgari bütünleşme koşullarına ihanet imkânının varlığıdır. Toplum, bu tür sınır tanımazlıklara, barındırdıkları saldırganlık dozuna (yıkıcılık gizilgücü) bağlı olarak çeşitli tepkiler gösterir; böylece bozulduğu ya da zedelendiği düşünülen bütünlüğünü onaran bir mekanizma geliştirir: Hukuk ve bunun uygulama alanı olan adalet. Toplumsal düzen içinde işlenen bir suç (başka türlü bir suç olamaz zaten), verdiği düşünülen hasara göre cezalandırılır. Bu bakımdan cezanın niceliğini, ortak bilinç denebilecek ruh halinin ne oranda yaralanmış olduğu belirler. Cinayet zaten başlı başına (oydaşlıkta da olsa çatışmada da olsa) bir bütünün ortaklarından birini yok etmeyi hedeflediğinden ağır ceza gerektirmekteyken, seri katillerinki gibi en tehditkâr boyutlara varan meydan okumalarda, bozulan toplumsal düzenin onarımı için ceza bile yeterli olmaz; failin ortadan kaldırılması, varlığının silinmesi, eski deyişle tenkili iktiza edilmesi gerekir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, idamın ceza olmaktan bile çıkıp bir mutlak ortadan kaldırma, böylece artık onarma değil, o olgu hiç var olmamış gibi yapma aşamasına geçmeyi belirtmesidir. Kısaca, yalnızca adalet aygıtına yüklenebilecek bir sorumluluk söz konusu değildir; o, olsa olsa bu tartışmanın tezahür ettiği en somut zemin olabilir. Yavuz, kitap boyunca sürekli bu varsayımını kanıtlamaya çabalıyor. Ancak, yeterince ikna edici olduğunu iddia edemeyiz.
Psikiyatrlarla yaptığı mülakatlarda bu katillerin tartışmasız patolojik vakalar olup olmadığını, tıp otoritelerinin görünür ya da görünmez baskılar altında kalarak seri katillerin cezai ehliyetleri konusunda olumlu görüş bildirip bildirmediklerini net olarak öğrenemiyoruz. Varsayımlarını ayakta tutabilen tek dayanak ise şu sorudur: “Böyle cinayetler işleyebilen insanlara nasıl olur da akıl hastası muamelesi yapılmaz?” Yanlış anlaşılmasın: Bu dehşet figürlerinin akıl hastası olmadıklarına dair bir iddiada bulunuyor değilim; hatta bu anlamda Yavuz’un duyarlılığını paylaşıyorum. Ancak, sonuçta her sav, ister akademik ölçütlerdeki kadar formel ister görece popüler söylem biçimlerindeki kadar esnek olsun, kanıtlanmaya muhtaçtır. Yavuz’un son derece ilginç sonuçlara varabilecek yaklaşımı, korkarım, kendi çözümleme yetersizliğinde tıkanıp kalıyor.
Türkiye’de seri katillerin varlığı saptamasını ele alalım. Bu saptamanın gerektiği kadar sağlam bir zemine bastığı söylenemez. Zira, verilen üç örnekte de kurbanların, tamamen bir anonimlik hali içinden seçildiklerini iddia etmek kolay değildir; özellikle, kitabın odak noktasını ve en geniş kısmını oluşturan Orhan Aksoy’un (“Kolici”) beş cinayetinde de kurbanların tanıdık kişiler oldukları düşünülürse... Kurbanlar her ne kadar patolojik gibi görünen nedenlerle (öldürme zevki, sudan nedenlerle aşırı öfke, vb.) seçilmiş olsalar da, sonuçta genellikle bir çıkar çatışmasının varlığı, katille bir tanışıklık olduğu açıkça belli oluyor. (s. 34-40) Birçok seri katil vakasında ilk maktulün tanıdık olması pek yadırganmasa da, diğerlerinin genellikle büyük bir rastlantılar tayfından seçilmiş oldukları bilinir. Bu nedenle “Kolici”yi seri katil konumuna yerleştirmeye çabalamak biraz zorlama bir girişim gibi görünüyor. Ona bu sıfatı vermek için elimizde kalan iki ölçü, öldürmenin alışkanlık kesp etmesi ve şiddetinin alışılanın üzerinde seyretmesidir. Ancak, örneğin “namus” cinayetlerinde, intikam amacıyla maktul haline dönüşen katilin cinsel organına zarar verilebildiği (genellikle kesildiği ya da biçiminin bozulduğu) de bilinmektedir; böyle bir şiddetin, seri katilin uyguladığından (orifislere silikon sıkmak, gazete kağıdı tıkamak gibi) daha az olduğu o kadar kolaylıkla iddia edilemez. Yavuz’un en çok üzerinde durduğu “Kolici” katile oranla, mobilyacıları öldüren Seyit Ahmet Demirci’nin seri katil addedilme olasılığı daha yüksek gibi görünüyor. Ona da ne yazık ki ancak üç sayfa ayrılmış. Aynı şekilde, üçüncü örnek olan Hamdi Kayapınar’a da çok betimsel iki buçuk sayfa ayrılmış. Yine, belki daha ilginç ve seri katil sayılmaya daha uygun olabilecek diğer beş örneğe ise ancak birkaç satır ya da Süleyman Aktaş (“Çivici”) örneğindeki gibi, yarım sayfa kadar tutan iki paragraf ayrılmış. Bu arada, Prof. Dr. Akif Verimli ile yapılan mülakatta “Çivici”nin, uzman gözüyle neden seri katil sayılamayacağının açıklaması da kitapta açıkça yer alıyor. (s. 79) Diğer örneklerin ayrıntılarından habersiz olduğumuz için elbette bu konuda herhangi bir tartışma açmak mümkün görünmüyor. Zaten, bu son derece tartışmalı konunun, başta psikiyatri olmak üzere, ilgili uzmanlık alanlarının desteği olmaksızın ortaya konulması çok doğru da sayılmaz. Bu nedenle, bu alandaki değerlendirmeyi ilerletmeye kendimi ehil hissetmediğimden konunun bu boyutunu tartışmaktan kaçınıyorum. Burada altını çizmemiz gereken asıl nokta, belgeye ulaşma kolaylığı ya da zorluğundan olsa gerek, tartışmalı vakaları seri cinayet olarak algılamaya çalışmanın ya da tam tersi, “seri cinayet” başlığı altında değerlendirilebilecek vakalar hakkında çok kısıtlı malumatla yetinilmiş olmasının yaratacağı sakıncadır. Öyleyse buradaki sorun psikiyatrik ya da kriminolojik olmaktan çok gazetecilik tekniğinden kaynaklanmaktadır.
Son olarak kitapta, kaynakça darlığının yol açtığını düşündüğüm kimi yanlışlara dikkat çekmek istiyorum. Yazar, insanlık tarihinin en dehşet verici yamyam seri katillerinden birisi olan Albert Fish’in öldürüp yediği küçük kızın annesine yazdığı mektubun çevirisinde bir hataya düşmüş olsa gerek: Albert Fish, küçük kızın kayboluşundan altı yıl sonra, 11 Kasım 1934’te, annesine gönderdiği “Sevgili Bayan Budd” diye başlayan mektupta, cinayeti ayrıntılarıyla anlatır; küçük kızı nasıl pişirip yediğini son derece sakin bir üslupla yazmıştır. Mektubu şu cümleyle bitirir: “Çok istemiş olsaydım yapma fırsatı bulabileceğim halde onu düzmedim. Bakire öldü.” Oysa Yavuz’un çevirisinde bu ifade tamamen ters bir anlam yaratacak şekilde formüle edilmiş: “Çok istememe rağmen onunla yatamadım. Bakire olarak öldü.” Bu farklılık, ilk bakışta küçük bir ayrıntı gibi görünebilir, ancak Albert Fish’in cani ruhunun cinsel saldırganlık olarak değil, yalnızca yamyamlık olarak tezahür ettiğinin göstergesi olması bakımından anlamlı bir ayrıma işaret etmektedir. Fish gibi mükemmel bir otomütilatör ve mazoşistin durumunda bizatihi yeme eylemi cinsel bir ekstaz haline dönüşmüştür. İkinci olarak, kitabın üç ayrı yerinde (s. 20, 114 ve 119) adı geçen Ottis Toole hakkında ilginç bir çelişki dikkatimizi çekiyor: 20. sayfada, çocukluklarında kadın gibi giydirilen katillerin akıbetlerine örnek olarak verilen Ottis Toole’un, bu ifadeye göre erkek olduğunun bilindiği açıktır. Nitekim, 114. sayfada o kadar açık olmasa da, kurbanlarına tecavüz edebiliyor olmasından, Ottis Toole’un yine erkek olduğu anlaşılmaktadır. Oysa 119. sayfada, yine aynı Ottis Toole’un “[g]enç kızlığında önce babasının, sonra da üvey babasının tecavüzüne uğradığını” öğreniyoruz! Aynı paragrafta, “[h]içbir yerde tutunamadığı için eyalet eyalet gezerken kundakçılık yapmaya başladığı” malumatını da ediniyoruz. Buradan, Toole’un, kundakçılığı adeta bir meslek gibi benimsediği ve tesadüfen bu işe girdiği gibi bir anlam çıkıyor. Oysa en vahşi cinayetlerinden bahsederken bile mekanik bir sükûneti koruyabilen bu seri katili heyecanlandıran iki sözcükten birisinin “ateş” olduğunu biliyoruz (diğeri “Henry” idi; dört yıl boyunca eşcinsel bir ilişkisi olduğu ve birlikte cinayetler işlediği Henry Lee Lucas): Toole, ateş gördüğü ya da düşlediği anda inanılmaz bir cinsel uyarı alıyordu; bu nedenle kundakçılık onun cinsel yaşamının çok merkezi bir kertesiydi. Son olarak, Gianni Versace’nin katili eşcinsel fahişe Andrew Cunanan’ın da seri katil kapsamına alınması tartışmalıdır. Çünkü Cunanan, uzmanların daha çok spree murderer adını verdikleri, cinayeti şenliğe, gösteriye dönüştüren türden bir katildi. Üstelik kurbanlar genellikle tanıdıkları (muhtemelen âşıkları) idi. Bu ayrıntılar çok önemli sayılmayabilir. Ancak bir araştırmanın yol göstericiliğini belirleyen unsurlar da bunlardır. Çalışmanın sonuçta bir gazetecilik ürünü olduğu, akademik bir araştırma olmadığı iddia edilebilirdi. Ancak elimizde örnek olarak Fransız gazeteci Stéphane Bourgoin’ın, tek tek seri katillerle ilgili araştırmaları (on beş kitap) bir yana, Serial Killers: Enquête sur les tueurs en série gibi son derece iyi dokunmuş bir kitabı var. Bu kitabın sonunda geniş bir kaynakça veriliyor, üstelik kitap, makale, video bant, audio bant, vb. ayrımlarıyla genel ve her bir katil için özel kaynaklar sıralanıyor. ABD’de yazılmış sayısız araştırmayı bir yana bırakırsak, yaşadığı ülkenin dışındaki bir toplumsal ortama bakan bir gazeteci olarak, Bourgoin’ın ne denli titiz bir yaklaşımla seri katiller olgusu üzerine eğildiğini adı geçen kitabında görmek mümkün. Bu örneklerden, “gazeteci” araştırmalarının da bir detektif titizliğiyle yürütülmeleri gerektiğini, üstünkörü geçiştirilemeyeceklerini bir kez daha anlayabiliyoruz.
Yavuz’un çalışması yukarıda değindiğim kimi eksik ya da yanlışlara karşın kendi alanında bir ilki oluşturması açısından önemli bir girişimdir. Özellikle incelemesini bir sorunsala oturtmaya çalışması, sorgulayıcı ve eleştirel bir tavır benimsemesi, Yavuz’u, sansasyondan ucuz şöhret elde etmek isteyen meslektaşlarından köklü bir şekilde ayırıyor.