Önsöz, s. 7-10
Resmen İşkence, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu'nun 1998-2000 yılları arasında 8 bin 500 tutuklu ve mahkûmla görüşerek yaptığı "soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infaz sistemi" araştırmasının çarpıcı bölümlerinden oluşan bir derlemedir.
Uluslararası hukuktaki anlamıyla kötü muamelenin abc'sine girmemeye baştan kararlı olan bu kitabın amacı, ne işkenceye yönelik korku filmi izleyicisi düzeyindeki merakın giderilmesi, ne de Sokrates'le başlayıp 12 Eylül Darbesi'ne sövgüyle biten bir iman tazelemesidir.
Tek çabası, Türkiye'nin 2000'li yıllarına ilişkin el altında tutulabilecek küçük bir not düşmek olan Resmen İşkence'nin çarpıcı yanı tam olarak kendisidir.
En kaba haliyle "Dayak cennetten çıkmadır," anlayışını yalayıp yutmuş dalgın bir toplum... İşkenceyi "töresi" kabul eden bir devlet... İtaate her koşulda hazır olanların yüzyıllara dayanan bu ortaklığını kutsayan yasalar manzumesi...
Victor Hugo'nun "Düzeni celladın elleri kurtaramaz," sözünü doğru varsayarsak, işkencenin alışkanlık kabul edildiği bu ülkede sonunda bir iş kazası yaşandı. Giderek itibar kaybeden parlamento, sonradan hiç sahip çıkmamasından anlaşılacağı üzere, istemeden de olsa Türk'ün kendisiyle imtihanlarından belki de en zoruna mührünü bastı.
İnsan haklarına karşı son derece iştahsız böyle bir siyasi erkin, işkence gibi her ucu tehlikeli bir değneği tutma cesaretini göstermesinin arkasında neyin durduğunu anlamak, TBMM mühürlü bir rapor hazırlanması kadar önemli olsa gerek. Türkiye'de 1997'den bu yana "yeniden yapılanma" diye özetlenebilecek olan süreç, kabul etmek gerekir ki, insan hakları "belası"ndan da kurtulmayı gözetiyor. İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu'nun bu çalışması ise işkence konusunda en azından Avrupa Birliği'ne karşı "Elimizden geleni yapıyoruz"un miladı olarak göze çarpıyor.
Tartışılmaya muhtaç bu iki saptamanın gerçek altında ezilmesine fırsat vermemek için hemen, işkencenin hâlâ sürdüğünün, yapılan araştırmanın öncüsü konumundaki DSP Aydın Milletvekili ve İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu'nun eski başkanı Sema Tutar Pişkinsüt'ün görevden alındığının, hazırlanan raporların Genel Kurul gündemine bile taşınmadığının da göz ardı edilemeyeceğini belirtmeliyiz.
İstanbul'daki bir karakolda bulunan Filistin askısının 3 Kasım 2000 günü Meclis'e sokulmasının ötesinde medyaya elbette ki yansımayan bu araştırmanın büyüteç tuttuğu alan aslında hayli geniş. Komisyon'un cezaevi idarecileri, savcılar, gardiyanlar, karakol amirleri, sorgucular, avukatlar ve doktorlarla yaptığı görüşmelerin hepsini okuduğunuzda karşınıza beş parmağın hikâyesi çıkıyor: Vatandaşın biri suç işlemiş ya da suçlu olduğu zannıyla gözaltına alınmış; polis tutmuş işkence yapmış; doktor "görmedim" raporu vermiş; avukatları "duymadım" demiş; cezaevi yönetimleri de gardiyanlarıyla birlikte işin rantını yemiş; mülki ve idari amirlerden Ankara'ya kadar işkence kime şikâyet edildiyse de hepsi "Hani nerede, hani nerede?" demiş.
Memleketin değişik yerlerinde, farklı suçlardan karakola düşmüş olan hemen hemen tüm tutuklu ve mahkûmların benzer şikâyetlerde bulunması nedeniyle raporlardaki tutanaklar kitaba epey bir eleme yaparak yansıtıldı. Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi, Batman, Tunceli, Şanlıurfa, Erzurum, Erzincan, Elazığ, Ankara cezaevlerinde iki yıl arayla yapılan denetimlerde komisyonun Pişkinsüt dışındaki üyeleri dönüşümlü olarak yer aldı. Diyarbakır, Muğla ve Aydın cezaevlerindeki araştırmalar ise 2000'de tekrarlanamadığı için rapora dönüştürülmedi. Koğuşlarda cezaevi idarecileri olmaksızın tutuklu ve hükümlülerle yapılan tüm görüşmeler Meclis'in yeminli stenograflarınca kayıtlara geçirildi. O memurlar işkenceyi tarihe yazdıklarının farkında mıydı bilinmez; ancak ortaya çıkan "dokuz cilt işkence" TBMM'nin raflarına girdi.
Eğer tek kaygımız Meclis'te şimdiden tozlanmaya başlayan bu işkence dosyalarını kitaplıklara taşımak olmasaydı, detaya girilecek konular arasında Serpil öğretmen olayı en başta yer alırdı. Anaokul öğretmeni Serpil Yeşilyurt'un 4 Ekim 1998'de Ümraniye'deki bir çete tarafından annesinin yanından kaçırılıp tecavüz edildikten sonra çok sayıda kesici alet darbesiyle öldürülmesi olayındaki failin de işkence görmesinin yarattığı karmaşık düşünceleri konuşturmak, "yaşama hakkı" bilincimize bir pencere açabilirdi. Elbette bizim sözümüz, çağdaş hukuk devletinde ne olursa olsun kimsenin kötü muamele görmemesi gerektiğiyle bitecektir, ama Serpil öğretmenin annesinin haklı tepkisi de sanırız epey kafa karıştırırdı. Ve işte buradan çıkacak tartışma, yukarıda da sözünü ettiğimiz, Türk'ün işkence konusunda kendisiyle imtihanının sokaktaki ilk adımı olabilirdi.
Resmen İşkence'nin belki de isim babası olabilecek İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı'nın "İşkenceyi bir emirle önleriz, ama o zaman da suç oranında patlama olur," gerekçesi de üzerinde uzun süre düşünülmesi gereken bir itiraf olarak kabul edilebilir.
Eğer kitaba emeği geçenin bir ithaf hakkı doğarsa, bu kitap mutlaka dünyanın bütün annelerine ve anne adaylarına armağan edilmelidir. Pişkinsüt'ün Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü'ndeki "Neden hiç kadın sorgucu yok?" sorusu karşısında ağızdan kaçan yanıt bunun tek ve yeterli gerekçesidir: "Evlat doğuran hiç kimse sorgu yapamaz".
En başta yaşam hakkı ve işkenceyi önlemeye yönelik hukuksal düzenlemeleri üreten "insan hakları doktrini"nin bir düşünce akımı olarak son üç yüzyıllık geçmişine baktığımızda, Türkiye adıyla ilk olarak 1808'de Osmanlı'nın Sened-i İttifak'taki "zulüm yasağı"nda karşılaşıyoruz. O tarihten sonra tahmin edileceği gibi tüm anayasalarında kötü muameleyi yasaklayıp, ilgili uluslararası anlaşmaların çoğunu imzalayan siyasi erki bir daha somut adım atarken göremedik. Flaşlara hep Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin ceza veznesi önünde yakalanan biricik ülkemizin milletvekilleri nihayet kendi karakollarına girdiler.
Takdir etmemenin haksızlık olacağına inandığımız bu önemli adımı, kendisine kim güveniyorsa siperden çıkıp bir daha atmalı. Ve ancak yaklaşık iki yüzyılda kafamızı uzatabildiğimiz bu kötü kokulu çukurdan, artık bir daha girmemek üzere çıkıp gitmeli...