Orhan Koçak, "Sunuş", s. 7-17
Beckett, Proust kitabını 1930 yazında, yirmi dört yaşındayken yazmıştı. Bu sırada Paris'te Ecole Normale Supérieure' de öğretmenlik yapıyor ve okulun lojmanında kalıyordu. Beckett'in ilk biyografisini yazan Deirdre Bair, kitabı sipariş edenin Chatto and Windus yayınevi olduğunu belirtir.(1) Bu doğrudur, ama tam değil. Yayıncı Charles Prentice ile Beckett'in dostu romancı Richard Aldington arasındaki yazışmalar, durumda bir belirsizlik olduğunu gösteriyor. Beckett'in Paris'te yaşayan İrlandalı şair arkadaşı Tom MacGreevy, Aldington aracılığıyla Prentice'e Beckett'in Chatto and Windus' taki Dolphin dizisine bir Proust monografisiyle katılabileceğini söylemiştir. Ancak, Aldington, öneriyi Prentice'e aktarırken, kitabı sipariş etmenin yanlış olacağını ve çıkan sonuca göre karar verilmesi gerektiğini belirtir. Prentice de cevabında şöyle yazar: "Haklısın. Seriye kitap sipariş etmemeliyiz. Bunu MacGreevy'ye bildirdiğin için teşekkür ederim. Eğer Samuel Beckett'in de Proust makalesiyle şansını denemeye bir itirazı yoksa bizim de kitabı ciddi olarak düşünmemiz gerekir."(2) Başka bir deyişle, kitabı yazarken basılıp basılmayacağından emin değildir Beckett.
Yaz boyunca Ecole Normale'in kütüphanesinde çalışır. Bazı mektupları, Proust'a ısınmasının kolay olmadığını göstermektedir. Yitik Zamanın İzinde, hep aynı düzeyi tutturabilen bir roman değildir genç Beckett'e göre. Çalışmanın başlangıcında MacGreevy'ye yazdıkları, Beckett'in kendi Protestan-Romantik mirasının yükünden henüz kurtulamadığını da hissettirir:
[Proust'ta] kimseyle karşılaştırılamayacak kadar harika şeyler var –Bloch, Françoise, Léonie Hala, Legrandin– ama insanı taciz edecek ölçüde kılı kırk yaran, yapay ve neredeyse dürüstlükten uzak pasajlar da var. Onun hakkında tam ne düşüneceğimi bilemiyorum. Kendi biçiminin o kadar mutlak biçimde ustası ki, sık sık kölesi de oluyor. Bazı eğretilemeleri parlak bir infilak gibi bütün bir sayfayı aydınlatıyor, bazılarıysa en katı çaresizliğin içinden üretilmiş gibi donuk, mat, aşınmış. Her türlü incelikli denge var burada, büyüleyici, titreşen bir denge... ama hemen ardından bir durağanlaşma geliyor, tahtırevalli tam bir yatay çizgide duruyor, düetin ilk ve ikinci kısımları kendilerinden memnun bir tarzda birbirini sonsuzca yankılıyorlar...(3)
Proust, 1930'ların başlarında, özellikle kendi ülkesinde, çok okunan bir yazar değildir. Romanlarından çok, hakkındaki anekdotlar dolaşımdadır. Beckett de Proust'u okumaya kısa bir süre önce başlamıştır. "Önsöz"ünde, onu "Mektuplar'ın o çalçene kadınefendisi" olarak niteleyerek Proust'la arasındaki mesafeyi korumaya çalışacaktır. Ama süreç ilerledikçe hayranlık dozunun arttığı ve gizlenemediği görülür. İki yıl önce yazdığı Joyce denemesi ("Dante.. Bruno. Vico.. Joyce.") ile üstünkörü bir karşılaştırma da ortaya koyar bunu. Yeni tanıştığı Joyce'un isteği üzerine kaleme alınan bu yazının yarısından azı Joyce'la, onun izlekleriyle ve biçimiyle ilgilidir. Oysa konudan uzaklaşmayı (özellikle gençliğinde) çok seven Beckett, Proust'ta sadece Proust üzerinde odaklanmıştır; yaptığı az sayıda karşılaştırmada da, Yitik Zamanın İzinde'nin işleyişini ve önemini daha belirgin kılmayı amaçladığı fark edilir.
Alışılmış monografi formatına kolayca sığmayan bir kitaptır Proust. Beckett'in kendi az sayıdaki dipnotu, sanki "bilimsel inceleme"nin biçimsel bir gereğini savuşturmak için oraya eklenmiş gibidir. Proust hakkında çıkan daha önceki yazılara pek gönderme yoktur kitapta; değinmeler de, Gide, Cocteau ve Anatole France gibi sevmediği yazarları hedef alan –ve konuyla da çok önemli bağı olmayan– sataşmalardır. Tuhaflıklar da vardır kitapta; çevresini değerli bulmayan ve kendinden de çok emin olmayan bir gencin hem yükünü hem de hafifleme çabasını yansıtan kaydırmacalar: Beckett' in eski, dolaşımdan çıkmış –ya da hiç anlamı olmayan– sözcüklere düşkünlüğünün, gizli gönderme ve kinayelerinin, hele daha sonraki üslubunun minimalist yalınlığıyla karşılaştırıldığında, belli bir "allamelik" içerdiği söylenebilir. Tiyatro kuramcısı ve yazarın yakın dostu Ruby Cohn, Beckett'in değinme ve eleştiri yazılarının toplandığı kitaba yazdığı önsözde şöyle diyor Proust için: "Sayfaların birçoğunun, sanki paragraf hiç icat edilmemiş gibi bir görüntüsü vardır. Proust, 'aşırı yüklü, meşum' bir kitap olarak nitelenmiştir, ama bu nesir tıpkı Beckett'in Proust'u savunduğu gibi savunulabilir: 'Bunun dolambaçlı anlatımlarla dolu, karanlık, karışık, izlenmesi güç bir üslup olduğu yakınmasının hiçbir temeli yoktur.'"(4) Beckett, Proust'tan sonra –bazı kısa tanıtım ve değinmelerin dışında– deneme ya da inceleme yazmadı; bu yüzden, kurmacanın kendi yapısal gereklerinden bağımsız olarak bir "Beckett düzyazısı"ndan söz etmek de çok anlamlı olmaz. Ama bu metinde paragrafın ve uzunluğunun –ya da kısalığının– bir anlamı vardır: Fikrin ya da motifin gereğini yerine getirmek; düşünce çizgisinin ancak kendi içinde bütünlüğü olan bir diliminin tamamlandığına ya da ulaşabileceği berraklık sınırına ulaştığına inandıktan sonra uzunca bir soluk almak. Burada, yorumcunun ya da eleştirmenin yorumladığı şeye öykünmesi, benzemesi ya da özümlenmesi gibi bir davranışa da işaret edilebilir. Beckett, "Proust'ta üslup bir teknik sorunu değil, bir görü (vision) sorunudur," derken kendi –gelecekteki– tutumunu da tanımlar gibidir (aslında Proust'un kendi cümlesidir bu, Swann'ların Tarafı çıktıktan sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide üslup anlayışını böyle anlatır).
Yaşadığı sürece, Proust'un bir Fransızca çevirisinin yapılmasına izin vermemişti Beckett (kitabın ABD baskısı 1957'de, İngiltere'deki ikinci basımı da ancak 1965'te yapılmıştır). Deirdre Bair, 1970'lerin başında Dublin'de bir sahafta Proust'un ilk basımının nadir nüshalarından birinin bulunduğunu belirtir: Kitapta Beckett'in el yazısıyla kenar notları vardır; Beckett, birinci sayfaya şöyle yazmıştır: "Kitabımı ucuz parlak bir felsefi jargonla yazmışım."(5) Ama Proust'un yaşamıyla ilgili anekdotları bir yana itip dosdoğru yapıtın kendisine yönelen ilk önemli eleştirel çalışmalardan biriydi Beckett'inki.(6) "Ucuz felsefi jargon" diye küçümsediği şey de felsefi düşünüşün kendisi için bile henüz çok yeni ve belirsiz olan bir zaman kavramının, "travmatik zamansallık" olarak tanımlanabilecek bir anlayışın edebiyat kuramındaki ilk zorlu ifadesiydi.
Yitik Zaman'ın en ünlü epizodu: Marcel bir gün çayına kurabiye batırır ve ıslanmış kurabiyenin kokusu bütün bir yitik zamanın anımsanmasını, geri alınmasını sağlar. İstençdışı belleğin Proust'udur bu, Bergson felsefesinin edebiyattaki uzantısı sayılan Proust. Doluluğun, varlığın, huzursuz da olsa huzurun, sürekliliğin Proust'u: Kendisi ne derse desin, aslında "yekpare, geniş bir ânın parçalanmaz akışında" yüzmekte olduğuna ikna edilmek istenen bir Proust. Bu Proust, uzun sürmüştür. Belli bir işe yaradığı için belki de.
Proust, Bergson'u seviyordu. "Bergson'u okuman ve kendini ona yakın hissetmen beni çok memnun etti," diye yazmıştır bir arkadaşına, "Sanki aynı yüksek tepenin üzerinde birlikte duruyor gibiyiz... Ona ne kadar hayran olduğumu sana söylemiştim, bana her zaman ne kadar iyi davrandığını da."(7) Ama Bergson, felsefesine rağmen yanılmayan sezgisiyle, bu hayranlığa tam karşılık veremeyeceğini görmüştü. Proust'un mektubunu aktaran Maurois, şunu da belirtiyor: "Bergson, ömrünün sonuna doğru, Floris Delattre'a şöyle demişti: Ruhu yüceltmeyen ve güçlendirmeyen bir sanata gerçekten büyük sanat denilemez ve Yitik Zamanın İzinde'nin yaptığı da hiç kuşkusuz bu değildir." Gerçek şu ki Proust da Bergson'u zor durumda bırakmayacak kadar nazikti. Yukarda değindiğim söyleşiden bir bölüm:
Yapıt ilerledikçe sadece aynı karakterler tıpkı Balzac'ın bazı dizilerinde olduğu gibi farklı görünümlerle ortaya çıkmakla kalmayacak, tek bir karakterdeki bazı derin, neredeyse bilinçdışı izlenimler de yeni görünümler altında belirecek. Bu açıdan, kitabım belki de "Bilinçdışının Romanları" gibi bir dizi yaratma çabası olacaktır; "Bergsoncu romanlar" demekten de hiç utanç duymazdım, eğer inansaydım buna, çünkü her çağda edebiyat kendini o günün geçerli felsefesine bağlamaya çalışır – şüphesiz post hoc biçimde, yani "olaydan sonra". Ama bu tam doğru olmazdı, çünkü benim yapıtım istençdışı bellek ile istençli bellek arasındaki farkın egemenliği altındadır; oysa Mösyö Bergson'un felsefesinde bu fark sadece hiç ortaya çıkmamakla kalmaz, o felsefe ile arasında bir çelişki bile vardır.(8)
Yayımlanmamış bir notunda da şu cümleler yer alıyor:
Bu noktada seçkin bir filozoftan, büyük Bergson'dan farklı düştüğümü üzülerek görüyorum. Onunla anlaşamadığım pek çok konudan sadece birine değineyim. Mösyö Bergson bilincin bedenden taştığını ve onun ötesine geçtiğini öne sürüyor. Bellek ya da felsefi düşünce söz konusu olduğunda bu elbette böyledir, Ama Mösyö Bergson'un kastettiği bu değil. Ona göre, tinsel öğe, fiziksel beyinle sınırlı olmadığı için, ondan sonra da yaşayabilir ve yaşamak zorundadır. Ne var ki herhangi bir beyin travmasının sonucunda bilinç de zayıflar, dumura uğrar. Sırf bayılmak bile bilinci ilga etmek demektir. Şu halde bedenin ölümünden sonra da bilincin sürüp gideceğine nasıl olur da inanılabilir?(9)
Bu gençlik notunda öne sürülen itirazı Bergson ya da ondan sonra gelenler kolayca çürütebilirlerdi herhalde – baygınlık sonucu "ilga olan" içkin bilinçle bedenden sonra da sürüp giden aşkın tin'in aynı şey olmadığını ("aynı düzlemde yer almadığını") belirtmek bile Proust'u durdurmaya yeterdi. Ama burada önemli olan, Proust'un amatör materyalizminden çok, bu materyalizmin kaybolan, silinen, ve geri alınamayacak olan şeylere karşı keskin bir duyarlığa yol açmış olmasıdır. Ya da zaten bu duyarlığın ifadesi olması. Beckett de Proust'un bu negatif yanını öne çıkaracaktır: "Bu noktada küçük bir münasebetsizliğe yer var. Tıpkı Suç ve Ceza'nın ne suçtan ne de cezadan söz eden bir başyapıt olması gibi, Yeniden Bulunmuş Zaman'ın Proust'gil çözümün çok uygun bir örneği olmadığını söylemek mümkündür. Zaman geri alınmaz, ortadan kaldırılır." Beckett'in bu metni yazdığı tarihten yaklaşık elli yıl sonra, eleştirmen Leo Bersani de, Beckett'in adını hiç anmadan, Proust'un asıl kuvvetli yapıtını Yitik Zaman'ın ilk birkaç cildinde ortaya koymuş olduğunu, son ciltte vurgulanan telafi ve geri kazanma motiflerinin de adı üstünde sadece bir telafi çabası olduğunu belirtecektir.
"Travmatik zamansallık" demiştim. Beckett, bu terimi kullanmaz; onun kullandığı terim, en sert anlamıyla felakettir (catastrophe). Sözü hiç dolaştırmadan, kitabın başında konuya girer: "Öyleyse Proust'un yaratıkları da Zaman'ın, bu her şeye baskın koşulun kurbanıdırlar; tıpkı, sadece iki boyutun farkında olup da birdenbire yüksekliğin gizemiyle karşılaşan aşağı organizmalar gibi kurban: kurban ve mahpus. Saatlerden ve günlerden kaçış yoktur. Ne yarından ne dünden. Dünden kaçış yoktur çünkü dün bizi çarpıtmıştır... Çarpılma gerçekleşmiştir. Dün, aşılmış bir kilometre taşı değil, yılların aşınmış yolunda bir gün taşıdır ve onulmaz biçimde parçamız olmuştur, içimizdedir, ağır ve tehlikeli. Dünden ötürü sadece daha yorgun değilizdir; başkayızdır, dünün felaketinden önceki halimizden farklıyızdır." Geçmiş, üstesinden gelinemeyecek, sindirilemeyecek bir katılık olarak belirir burada ve "bizi" yapısal bir geç kalmışlık konumunda bırakır (kendi doğumumuzda hazır değildik, ölümümüzde de bulunamayacağız). Bu, hiçbir ânın da tam kendine denk ve yeterli olmaması demektir:
Dünün emelleri dünkü ego için geçerliydi, bugünkü için değil. Hiç duraksamadan "erişme" adını verdiğimiz şeyin boşluğu bizi hayal kırıklığına uğratır. Ama nedir erişme? Öznenin kendi arzusunun nesnesiyle bir olması. Özne, oraya gelirken, ölmüştür – hem de belki birçok kez. B öznesinin A öznesince seçilmiş bir nesnenin yavanlığı yüzünden hayal kırıklığına uğraması, başkasını yemek yerken gören kişinin kendi açlığını unutmasını beklemek kadar mantıksızdır. Hatta o pek seyrek örtüşme mucizelerinden biriyle, gerçeklerin takviminin duyguların takvimine koşut geliştiğini, öznenin arzu (bu illetin en kesin anlamıyla) nesnesine ulaştığını varsayalım; o zaman da uyuşma o kadar eksiksizdir ve erişmenin zaman-durumu özlemin zaman-durumunu o kadar kesin biçimde gideriyordur ki, gerçekleşen şey bir kaçınılmazlık görünümü alıyor ve bu durumda görünmez ve düşünülmez olanı bir gerçeklik olarak yeniden kurmaya dönük her türlü bilinçli zihinsel çaba da verimsizleştiği için, sevincimizi kederimizle karşılaştırarak değerlendirmemiz imkânsızlaşıyordur.
Bu düşünceyi kitap boyunca vurgulayacaktır Beckett: "Nesnenin çeşitli veçheleri herhangi bir olumlu senteze bağlanamamışlardır. Nesne evrim geçirir ve sonuca –bir sonuç varsa eğer– varıldığında da çoktan vakti geçmiştir bu sonucun." Şüphesiz, görünüşte daha "iyicil" anlatımları da olabilir bu çarpılmış zamansallığın. Behçet Necatigil'in "Zaman Kayması" şiiri bir örnektir: "Kaynaşır birbirine gün olur zamanlar; / Geçmiş, gelecek bileşir tek kesitte. / Sanki ilk kez yaşarız yaşanmışı dünlerde / Ya da başlar ansızın tâ ilerde olacak. // Çağırır gerilerden bir değişim ilk aşkı: / İşte yine o sıtma. / Çok sonraki yılları, oysa daha bir çocuk, / Duyar beri yanda bütün doymuşluğunca. // Sarkaçlar gibi Şimdi sallanır / Dünle yarın arasında düzensiz. / Ya çok ileri gider ya çok geri kalır, / Düzgün işletemeyiz. // Serpiştiriyordu kar soğuk gece yarısı / Birden mayıs sabahı, ılık seher yelleri. / Daha demin kıştı, başlar temmuz / Ve yaşanır bir sonbahar gibi bir yaz dönemi." Melih Cevdet Anday'da aynı algı daha tekinsiz bir ışık yayar:
İvedi bir dünya bu. Her şey erken
Ve her şey geç. Gün tutulacak biz uyurken.
Proust'un "çılgın, köreltici, sakatlayıcı bir mutluluk isteği" (W. Benjamin) ile malul olduğu doğruysa eğer, elde ettiği zaferin de zaaftan yapılmış olduğunu kabul etmek gerekir. Şöyle diyordu Benjamin:
Doktorlar [Proust'un astım hastalığı] karşısında çaresiz kalmışlardı. Ama yazarın kendisi değil. Hastalığını kendi hizmetine koşmuştu o, hem de çok sistemli biçimde. İşin en dışsal yanından başlayacak olursak, hastalığının kusursuz bir sahne yönetmeniydi Proust. Sözgelimi, aylar boyu, yıkıcı bir ironiyle, kendisine çiçek gönderen bir hayranının imgesini, çiçeklerin hiç katlanamadığı kokusuyla birleştiriyordu. Hastalığının iniş çıkışlarıyla dostlarının yüreğini oynatırdı; o dostlar ki, Proust'un bir gün yine geceyarısından çok sonra salonlarında belirivereceği ve tabii iliştiği koltuktan kalkamayacak ya da konuşmasını kesemeyecek kadar yorgun olduğu için de tan ağarana kadar kalacağı ânı hem korkuyla hem de özlemle beklerlerdi [...] Astım, sanatının bir parçası olmuştu – eğer astımı da yaratan en başta bu sanat değilse tabii. Proust'un sözdizimi, soluksuz kalma korkusunu ritmik biçimde ve adım adım yeniden üretir [...] Bu yaratıcılıkla bu hastalık arasındaki çok yakın symbiosis'in en iyi kanıtı, başka yaratıcıların kendi hastalıklarını yenmelerini sağlayan o kahramanca direnişe Prous'ta hiç rastlanmayışıdır.(10)
Beckett de bu tuhaf çeviri işlemine, zaafın terimlerinin kudretin diline tercüme edilmesine dikkat çekecektir. Daha kolay olanı yapamadığı için daha zor olanı yapıyordur Proust:
Anlatıcı, kendi "yetenek eksikliğini" bir gözlem eksikliğine, ya da –ona göre– sanatsal olmayan bir gözlem alışkanlığına bağlamıştı. Yüzeyi kaydetmeyi beceremiyordu. Dolayısıyla, Goncourt'ların Günlük'ü gibi parıltılı ve tıkış tıkış röportajları okuduğunda, ya kendisinin bu eşsiz habercilik yeteneğinden tümüyle yoksun olduğu sonucuna varacak, ya da bu sonucun tek almaşığı olarak, yaşamın sıradanlığıyla sanatın büyüsü arasında aşılmaz bir uçurum olduğunu düşünecektir. Ya kendisi yetenekten yoksundur, ya da sanat gerçeklikten. Ve böylece kendi gözlemciliğinin radyografik niteliğini betimlemeye girişir. Kopyalanabilecek olanı göremiyordur. Bir ilişkidir aradığı, bir ortak öğe, bir alt katman. Örneğin, ne söylendiğinden çok, nasıl söylendiğiyle ilgilidir. Aynı şekilde, yetilerini daha büyük bir şiddetle harekete geçiren de nihai –majiskül– uyarımlar değil, ara bölgede kalan, orta ölçekli uyarımlardır.
Beckett, "dolaysız" deneyime ulaşmak isteyen yazarın, önce deneyimi bugüne kadar şekillendirmiş olan klişe ve edebi konvansiyon tabakalarını eşelemek ve böylece yine dolayımlanmış bir ürün çıkarmak zorunda kaldığını belirtir:
Proust, sanatının içerimlerinden kaçınmaya çalışmaz. Yaşadığı gibi yazacaktır: Zamanın içinde. Klasik sanatçı, her şeyi bilenin ve her şeye kadir olanın bakış açısını benimser. Kronolojisine belirginlik ve gelişmesine de nedensellik kazandırmak için kendini yapay biçimde Zamanın dışına çıkarır. Proust'un kronolojisini izlemek son derece zordur, olaylar ıspasmozlu bir ritimle birbirini izler; karakterleriyle izlekleri de, neredeyse çılgın bir içsel zorunluluğa boyun eğer görünmekle birlikte, makul bir sıralanışın bayağılığına karşı ince bir Dostoyevski horgörüsüyle sunulur ve geliştirilir [...] Sanatçı için, nesnel olgular dünyasında mümkün olan tek hiyerarşi, bu olguların nüfuz edilme derecelerini gösteren bir tabloyla temsil edilebilir, başka bir deyişle, öznenin terimleriyle.
Proust ile Dostoyevski arasındaki biçimsel akrabalığa ilk dikkat çeken yazardır Beckett; daha sonra bu akrabalığın tematik boyutu René Girard'ın Romantik Yalan ve Romansal Hakikat'inde işlenecektir. Beckett, Proust'un Romantik akımla bağını vurgular, ama Romantizmin öznelciliğini uç noktaya götürerek aştığını, yeni bir nesnelliğe ulaştığını da belirtir. Proust, romantik sanatçının "sansasyonelleştirmeye yatkın" olduğu şeyi "patolojik bir ayıklık ve kudretle" işlemiştir.
Beckett'in dikkat çekici bir saptamasından da söz etmek gerek: Proust, Beckett'e göre, "alegori"ye yanaşmamış, eşyanın ve deneyimin "anagojik" anlamıyla ilgilenmiştir. Bu terimler, kutsal metin yorumunun dereceleri ya da katmanlarıyla ilgilidir ve Aquinas tarafından formülleştirilmiştir. Metnin bir düz anlamı vardır ve orada anlatılan olaylarla sınırlıdır. Ama metnin bir de "tinsel" anlamı ve bunun da üç derecesi vardır. İlki alegorik anlam, ikincisi ahlaki anlam, üçüncüsü de anagojik anlamdır. Alegori, örneğin Tevrat öykülerindeki olayları İncil ve İsa açısından yorumlamaktır; ahlaki anlam, insanın yapması gereken şeyi gösterir; anagojik anlamsa, "insanın esaretten kurtuluşuna ve gelecekteki ebedi mutluluğa" işaret eder. Tzvetan Todorov, bu üç anlamı birbirinden ayırt etmenin bir yolunun onları zamanla ilişkilendirmek olduğunu belirtmiştir: Geçmiş (alegorik), şimdi (ahlaki) ve gelecek (anagoji). Beckett, anagojiye başka bir nüans katmaktadır burada: Anagoji, bir simgenin (ya da imgenin) kutsal metinlere kayıtlı konvansiyonel anlamından da bağımsızlaşarak kendi özerkliğini kazanmasıdır. – Bu izlek, genel olarak karamsar bir hava taşıyan Proust metnindeki belki tek "iyimser" çizgidir.
Beckett'in biyografileri, Proust'un ilk baskısının birkaç yıl içinde tükendiğini ve İngiltere'de genellikle olumlu tepkiler aldığını belirtiyorlar. Örneğin Daily Telegraph gazetesinde çıkan bir değinmede şu sözlere rastlanıyordu: "Proust, kendi yapıtı kadar incelikli ve dikkatli bir eleştiriyi hak eden bir ustadır. Bay Beckett burada gerçek bir yorumcu olduğunu kanıtlıyor [...] mükemmel bir yapıt, çünkü Bay Beckett çok zeki bir delikanlıdır." İrlanda'da ise Proust'un "sessiz bir övgüyle" karşılandığını Beckett'in 1972'de Derdre Bair'e yazdığı bir mektuptan öğreniyoruz.
Metindeki İtalyanca pasajların çevirisi ve bunlara eklenen notlar, Beckett'in bir unutkanlığını da yakalayan Kemal Atakay'a aittir. Kendisine teşekkür ediyoruz.
Notlar
(1) Deirdre Bair, Samuel Beckett: A Biography, Vintage: New York 1990, s. 112. Yukarı
(2) James Knowlson, Damned to Fame: The Life of Samuel Beckett, Simon & Schuster: New York, s. 119-20. Yukarı
(3) Knowlson, a.g.y., s.121. Yukarı
(4) Samuel Beckett, Disjecta: Miscellaneous Writings and A Dramatic Fragment, John Calder: Londra, 1983, s. 9. Yukarı
(5) D. Bair, a.g.y., s. 115. Yukarı
(6) Proust'un ölümünden birkaç yıl sonra, 1920'lerin ortalarında, iki Alman üslupbilimcisi, Leo Spitzer ile E.-R. Curtius, ayrı ayrı, Yitik Zamanın İzinde üzerine çalışmalarını yayımlamışlar; 1929'da da, yapıtı Almanca'ya çevirmekte olan Walter Benjamin'in "Proust İmgesi" başlıklı, kısa ama yoğun yazısı çıkmıştı. (Benjamin'in metni, Son Bakışta Aşk [haz. Nurdan Gürbilek, Metis, 1993] seçkisi içinde bulunabilir.) İngilizcede, romancı Arnold Bennett ile John Galsworthy'nin Proust'u Dickens ile George Eliot'un "varisi" olarak niteleyen bazı değinmeleri bir yana bırakılırsa, ilk sistemli inceleme Beckett'inkidir. Yukarı
(7) André Maurois, The Quest for Proust, Peregrine: Harmondsworth 1962, s. 61. Yukarı
(8) Marcel Proust, Against Sainte-Beuve and Other Essays, Penguin: Londra, 1994, s. 235. Yukarı
(9) A. Maurois, a.g.y., s. 18. Maurois, bu itirazı kaydettikten sonra bile Proust'tan "Bergson'un bu tilmizi" diye söz etmektedir. Yukarı
(10) Walter Benjamin, "Proust İmgesi", Son Bakışta Aşk, s. 114-15. Yukarı