Fariba Adelkhah, "Türkçe Basıma Önsöz", s. 11-18
1997'nin Mayıs ayında solun ve reformcuların desteklediği bağımsız aday Muhammed Hatemi, kazanacağına kesin gözüyle bakılan Meclis Başkanı Natık Nuri'yi eleyerek cumhurbaşkanlığına seçildi. Bu olayın, 1979'da devrimle kurulan İslami rejimin ve daha sonraki "açılım" çizgisinin aşınmış olduğunu gösterdiği düşünülebilir. Birçok gözlemciye göre, İran'ın ya da genel olarak İslam dünyasının "post-İslamcı " (İslamcılık sonrası) döneme girdiği önermesi bu seçimle birlikte doğrulanmış oldu. Ama bu seçim sonuçları pekâlâ İslam Cumhuriyetinin "yeniden soluk alması" olarak da okunabilir.
Her şeyden önce Muhammed Hatemi'nin sistemin adamı olduğunun altını çizelim. Sürpriz zaferinin ertesinde her vesileyle onun "sivil toplumun doğrudan bir ürünü" olduğu söylendi. Doğrusu bu yorum gerçekleri pek yansıtmamaktadır. Örneğin, politik çizgisi, Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Havel'inkinden çok farklıdır. Kuşkusuz ülkenin geniş kesiminin özgürlükler ve hukuk devleti konularındaki beklentilerini konuşmalarında sahiplenmiş, tutum ve davranışlarıyla bunu dile getirmiş ve bu beklentilerin yüklediği sorumlulukları üstlenmiştir. Aslına bakılırsa bu istek ve özlemler 1978-1979 devrim mirasıyla çelişmemektedir, fakat reel politikanın birtakım zorunlulukları nedeniyle hayata geçirilememiş oldukları da aşikârdır.
Burada esas meselemiz, İslamcılığın tanımını kesinleştirmek ve İslamcılığın "öncesi" ve "sonrası"nda neler olduğunu ortaya dökmek olmalı. Politik ve sosyal bir olgu olarak post-İslamcılık, İran'ın durumu da dahil, hiçbir zaman değişmez bir duruma işaret etmez. İslamcılık birçok ideolojik tartışmadan esinlenmiştir, fakat farklı bir üretim tarzına, hatta özü itibariyle Sovyet sosyalizmine benzeyen özel bir ekonomi politikasına yol açmış değildir. Diğer bir deyişle İslamcılık, toplumsal değişimin dinamikleriyle bağını hep korumuş ve küreselleşme etkilerine açık olmuştur. Bu nedenle de her ülke ve her tarihsel durumda farklı farklı veçheler almıştır.
İran'ın durumunda devrimci kopuş, İslami taleplerle özetlenemez –liberaller, Marksistler ve milliyetçiler de halkın seferber olmasında önemli roller oynamışlardır– ve Şahlık rejiminden edinilen tecrübeler devrimle tamamen ortadan kaldırılmamıştır. Bunun en çarpıcı örneği kadınların durumunda yaşanmıştır. İslamcı kadın militanlar, muhafazakâr dinadamları ile devrimcileri kızdırma pahasına Medeni Kanun'daki kadınlar lehine bazı düzenlemelerin sürmesi için mücadele vermişlerdir. Ayrıca İslam Cumhuriyeti, Şahlık döneminde de söz konusu olan ve İslam'la doğrudan bir ilişkisi olmayan kimi gelişmelerle karşı karşıya kalmıştır: özellikle Kürtler, Azeriler, Türkmenler, Araplar'dan kaynaklanan etnik ve bölgesel sorunlar ile Irak'tan gelen askeri tehdit. Irak meselesi, nedense yirmi yıl öncesine dayandığı unutulan, uzun bir hikâyedir.
Şimdi de sıra, İran'ın geçirdiği evreleri birbirinden ayırt etmeye geldi. Devrimden hemen sonraki birkaç ayda yaşanan heyecan ve özgürlük havasının ardından, özerklik yanlısı hareketlerin artması, İslamcı eğilimli bazı radikal örgütlerin –Halkın Mücahitleri örgütü ve Furkan grubu– estirdiği terör ve özellikle Saddam Hüseyin'in dayattığı savaş, rejimde gerginliklere yol açmış ve bu gerginlik "Terör" ve sözde "kültür devrimi"yle sonuçlanmıştır. İmam Humeyni din adamlarına ve politik sınıfa velayet-i fakih (dini liderlik) ilkesini dayatarak 1983 yılında bu sürece müdahale etmiş ve son noktayı koymuştur. Rejim, Irak'la olan çarpışmaların neden olduğu savaş ekonomisinin gerektirdiğinden daha otoriter ve merkeziyetçi bir yapıya bürünmüştür. Bununla birlikte 1985 yılında Cumhur-i İslami Partisi'nin kendisini feshetmesine yol açacak ölçüde canlı geçen politik akımlar arasındaki fraksiyon kavgaları, 1988 yılındaki ateşkesten ve İmam Humeyni'nin 1989 Haziranındaki ölümünden sonra Ali Hamaney'in Rehberliğe yükselmesi ve Haşimi Rafsancani'nin Cumhurbaşkanı olmasını benimsemeye varan, gerçek bir İslami çoğulculuğun doğuşunun habercisi olmuşlardır. Bunu takip eden onyıl süresince iktidarın yeni sahiplerinin uyguladığı politik ve ekonomik liberalleşmeyi "İran'da Thermidor dönemi" olarak adlandırmak mümkündür. Fakat bu tarihsel metaforun esas olarak, devrimci mirasın reddinden ya da devrimci sınıfın "ılımlılaşması"ndan ziyade, devrimci sınıfın profesyonelleşmesine gönderme yaptığını unutmamalıyız: 1795-1815 arasında Fransa'da İmparator ve Direktuvar, devrimci değişimleri kurumsallaştırmış ve bunlara yeni bir siyasal ifade kazandırmışlardır; bugün İran'da kullanılan kelimelerle söyleyecek olursak "devrimci coşku" çağından "devrimci akıl" çağına geçişi sağlamışlardır.
1996 seçimlerinde Muhammed Hatemi'nin yoğun bir seçim kampanyasını takiben cumhurbaşkanlığına seçilmesi, rejimin tükenmediğinin, dahası yeniden yapılandırıldığının sinyallerini verir. Fakat bütün bunlar hiç kuşkusuz rejim içindeki tartışmaların bittiği anlamına da gelmez. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ertesinde gruplar arasındaki çatışmalar yeniden başlamış ve bu gerginliklerin sonucunda belirsizlik sürmüştür. 1998 Temmuz ayında Muhammed Hatemi'nin en büyük destekçilerinden, Tahran'ın dinamik belediye başkanı Gulamhüseyin Kerbasçi zimmetine para geçirmekle suçlanmış ve Yargı Erkini elinde bulunduran muhafazakârlar tarafından beş yıl hapse mahkûm edilmiştir. Aynı şekilde İçişleri Bakanı Abdullah Nuri de Meclis tarafından azledilmiş ve reform yanlısı gazeteler kapatılmıştır. Fakat oyun bitmemiştir. Örneğin Gulamhüseyin Kerbasçi temyize başvurdu. Muhafazakârlara yakınlığıyla tanınan Rehber, ABD ile ilişkiler, İmam Humeyni'nin Salman Rüşdi hakkında idam fetvası vermiş olmasına rağmen İngiltere ile yeniden diplomatik ilişki kurulması gibi nazik konularda, değişik vesilelerle, Muhammed Hatemi'yi desteklediğini ifade etti. Rejimin doğasında işbirliği ve dayanışma vardır; önemli görevler yürütmüş olanlar, gözden düşmüş olsalar bile belli bir korumaya alınırlar: 1992 ile 1996 yılları arasında Meclis'te yer almayan İslami sol, başka kurumsal merciilerde temsil edildi, özellikle de ciddi bir etkiye sahip olan basına canlılık vermeye devam etti. 1997'de üçüncü kez aday olması yasal olarak mümkün olmayan Haşimi Rafsancani de, Düzenin Yararını Teşhis Heyeti'nin başkanlığına atanarak Cumhuriyetin merkezinde yer almaya devam etmiştir.
İktidarın Rehber, Cumhurbaşkanı, Meclis ve Düzenin Yararını Teşhis Heyeti arasında paylaştırılması, farklı politik akımların uzlaşmak için birbirlerine verdikleri ödünler nedeniyle hareket imkânlarını kısıtlamış olsa da, kurumların istikrarının güvenceye alınmasını sağladı. Bu hiçbir biçimde rejimin dönüşmediği anlamına gelmez. Son yıllardaki fraksiyon çatışmaları da bunun tam tersini göstermektedir. Halen gündemde olan yoğun velayet-i fakih tartışması ya da 1989 yılındaki Anayasa değişikliği, sonuçta İslam Cumhuriyetinin evrime açık bir bünye olduğunun diğer işaretleridir. Ancak "Thermidorlaşan" politik sınıf, devrim mirasını ve ayrıcalıklarını korumak amacıyla cephe oluşturmuştur: Temyiz Mahkemesi'nin kararını bekleyen ve Anayasayı Koruyucular Konseyi'nin adayları seçme yöntemini eleştirmeyi sürdüren Gulamhüseyin Kerbasçi, 1998 yılının Ekim ayında bir basın toplantısı sırasında, halka, Uzmanlar Meclisi seçimlerinde mutlaka oy kullanmalarını ve "sistemin şerefini" kurtarmalarını söylemiştir.
Önemli olan Cumhuriyetin "daha az" İslamcı mı yoksa "post" İslamcı mı olduğuna karar vermek değil; yeni gelişmelerin ardındaki güçleri görebilmektir. 1997 cumhurbaşkanlığı seçimlerine, diaspora da dahil olmak üzere –ki bu ilk defa gerçekleşmektedir– İranlılar geniş bir şekilde katıldı. Muhammed Hatemi'nin popülaritesi de buna eklenince İslam Cumhuriyeti "yeni bir soluk" yakaladı, yeniden toplum nezdinde meşrulaştı. Rejimin gelişimi, destek olduğu ve yol açtığı bir dizi toplumsal dinamikten ayrı tutulamaz. Şimdi de İran-Irak savaşının neden olduğu yoğun nüfus hareketlerine bakalım: Kentleşme (nüfusun yüzde 61'i şehirlerde yaşamaktadır); okuma yazma oranının, özellikle kadınlarda (yüzde 74) artması; üniversiteye giden öğrencilerin sayısındaki patlama; 1990'lı yılların başına kadar yoğun nüfus artışına eşlik eden nüfustaki gençleşme; ardından doğum oranı kayda değer ölçülerde düşünce gerçekleşen "demografik dönüşüm" ve hem kayıt dışı ekonominin gelişmesi hem de kuşkusuz ekonomik bunalım nedeniyle kadınların çalışma hayatına atılması.
Esas olarak İslam Cumhuriyetinin yeniden yapılanmasını dört boyutta inceleyebiliriz. İlk olarak toplumsal yaşamın yirmi yıl içerisinde bürokratikleşme, özellikle de rasyonelleşme yolunda ilerleme kaydettiğini söylemek gerekir. Dinsel alan da dahil olmak üzere tüm toplumsal alanlar buna ayak uydurmuştur. Din adamlarının örgütlenmesi, dini öğretim ve dini vergilerin tahsil edilmesi konusunda ciddi kurumsallaşmalar yaşanmıştır. Böylelikle mümin ile inancı arasındaki ilişki dönüşmüş ve modern kitle iletişim araçlarıyla dolayımlanmıştır. Hac ya da hayır işleri gibi dinsel uygulamalar, büyük ölçüde dinsel alanda yer almakla birlikte yeni sosyo-politik eğilimleri de besleyen bir kamusal alanın doğuşuna katkıda bulunmuşlardır. Bunun en tanınmış temsilcilerinden biri hiç kuşkusuz İslamcı düşünür Abdülkerim Suruş'tur. Kendisi, 1980'li yılların başında kültürel alanın İslami kimlikle donatılmasında aktif rol oynamış bir kişidir. Daha sonraları da, dinin tarihsel gerçekliği ve öznenin bu tarihsellikteki yeri ile ilgili olarak özgün bir düşünce geliştirmiştir. Böylece, velayet-i fakih anlayışı ve İslam Cumhuriyeti gibi temel konularda, eleştirel ve sınırları anayasa tarafından çizilmiş bir yaklaşım geliştirebilmek için doğrudan eylemin cazibesini terk eden İslami solun düşünce adamı haline gelmiştir. Suruş, aynı zamanda Rehberin karşısında yer aldığını açıkça ilan eden, Kum'da ev hapsinde tutulmasına karşın ülkenin en itibarlı dinadamlarından olan, İmam Humeyni'nin hayal kırıklığına uğratmış olduğu veliahtı Ayetullah Montazeri'ye de yakın bir konumdadır.
Dinsel alan ile politik alan arasındaki bu etkileşime tartışma arenasının sağında da rastlanır. Yayınların ve din okulların çeşitliliği sayesinde bu konu muhafazakârlar arasında da canlılık arzeder. İçlerinden bazıları Muhammed Hatemi'yi desteklemeye başlamış, bir kısmı da en azından onu yeni bir gözle değerlendirmek gerektiğini fark etmişlerdir: Ahmed Tevakkoli'nin 1998'de Ferda adlı bir gazete çıkarmaya kalkışması, cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası sırasında Kum Medresesi Hocaları Derneği'nin üyelerinin tereddütleri ya da Meclisin çoğunluğunu elinde tutan sağ kanat ile Cumhurbaşkanı Hatemi arasındaki uzlaşmalar, İslam Cumhuriyeti gibi bu akımın da yeniden bir yapılanma içerisinde olduğunu göstermektedir. Bu ifadeler her ne kadar sadece politik gibi görünse de İslam Cumhuriyeti Maocu veya Sovyetik rejimlerin tersine toplumsallığın siyaset tarafından tanınmasını –ki rejim bu anlamda hiçbir zaman totaliter olmamıştır– ve bu anlayışın güçlenmesini sağlamıştır: ailenin özel alanı, dinsel alan ve iktisadi yapılar modernleşmeyi ve çeşitlenmeyi sürdürmüş; böylece Muhammed Hatemi'nin 1997 yılından beri sözünü ettiği sivil toplum temasına belli bir istikrar ve gerçeklik kazandırmışlardır. Muhammed Hatemi'nin hukuk devletinin gerekliliği üzerinde ısrarla durması ile toplumsal aktörlerin, örneğin ailevi, ekonomik veya mülkiyetle ilgili çatışmalarını çözmek amacıyla gitgide daha çok hukuk kurallarına ve adalete başvurmaları arasında açık bir paralellik vardır.
Meclis siyasetinin farklı eğilimleri arasındaki grup kavgaları sık sık kamusal alanda ses getirmeye başlamış ve bir aşamadan sonra bu alan tarafından beslenir olmuştur. 1998 yılında cereyan eden Kerbasçi olayı, mahkeme kararlarının basında kamusallık adına tartışılabildiğini ve bu karara itirazlar olabileceğini göstermiştir. Tahran belediyesi memurları da hapishanede maruz kaldıkları kötü muamelelerle ilgili şikâyetlerini basına iletmiş, Meclis bu dosyadan bu şekilde haberdar olmuştur. Gulamhüseyin Kerbaşçi'nin Nisan ayında tutuklanması yandaşlarının protesto gösterilerine yol açmış, haziran ve temmuz aylarında televizyondan yayınlanan dava Dünya Kupası maçları kadar ilgi görmüştür. Aynı şekilde eylül ve ekim aylarında basın, adayların Uzmanlar Meclisine seçilmelerine ilişkin usuller, anayasal çerçevede kurumun rolü, özellikle de adaylıkların Anayasayı Koruyucular Konseyi tarafından onaylanma zorunluluğu konularında tartışma başlatmış ve bu tartışma velayet-i fakih anlayışı konusunda bir polemiğe yol açmıştır. Daha trajik bir boyutta, aydınların ve karı koca Furuharlar gibi muhaliflerin öldürülmesi, bu olayın gazetelerde eleştirilmesine ve sorgulanmasına yol açmış; bir kez daha birbiri ardına patlak veren sokak protesto gösterileri gerçeğin ortaya çıkmasına ve emniyet güçlerinin, hatta İstihbarat Bakanlığı'nın üst düzey yetkililerinin suçlanmalarına neden olmuştur. Ensar-ı Hizbullah'ın politik karşıtlarına yönelik saldırıları –Kültür Bakanı ve İçişleri Bakanı'nın 4 Eylül'de uğradıkları saldırı da dahil olmak üzere– Iran News'ün yayın yönetmeni Murtaza Firuzi'nin idam cezasına çarptırılması, yine Adine dergisinin yayın yönetmeni Ferac Sarkuhi'nin serbest bırakılması, Tus gazetesi yönetici ve yazarlarının geçici olarak tutuklanması türünden dramatik olayların kesin biçimde ortaya koyduğu gibi rejimin demokratikleştiğini söylemek için vaki henüz erkendir. Ama çoğulculuk yolunda ve aklın kamusal kullanımında katedilen aşama inkâr edilemez, hatta artık geri dönüşü olmayan bir sürece girildiği söylenebilir.
İkinci olarak, İslam Cumhuriyeti kurulduğundan beri politik alanın, beklenildiğinin aksine, dinsel alana göre farklılığını korumuş olduğunu görürüz. Cumhuriyet, demokratik ve dinsel olmak üzere çifte meşruiyete dayanmaktadır. Bu ikili durumun etkileri politik yapılara da yansır. Devrimden bu yana gerçekleşen yirmi kadar referandum, velayet-i fakihin anayasa ile belirlenmesi gerektiğini savunanlarla "ilahi" bir kavram olduğunu düşünenler arasındaki tartışma ve ruhban sınıfın önde gelenlerinden önemli bir kesimin dinsel alanın aşırı siyasallaştırılmasına getirdikleri itiraz, dinsel alanın devletten ayrılmasına yardımcı olan etmenlerdir. Son yılların politik gündemi de bu gelişmelerden etkilenmiştir. 1994-1995 kışında Rehber Ali Hamaney birçok büyük Ayetullahın ölümünden sonra "taklit mercii" olarak önceliğini kabul ettirememiştir. Oysa rejimle arası bozuk olmasına rağmen, Ayetullah Montazeri güçlü bir dini lider olma konumunu koruyabilmiştir. Daha yakın bir geçmişte, Anayasayı Koruyucular Konseyi'nin Uzmanlar Meclisi üyeliği için Kum şehrinden tek bir adaylığa onay vermesi, bu kutsal şehrin Cumhuriyetin dini ideolojisinden ne kadar uzak olduğunu bir kez daha göstermektedir. Ve devletin tepesinde, rejimin dinsel ve devrimci meşruiyetini temsil eden Rehber ile Cumhurbaşkanı hükümet işlerinde birbirlerini tamamlamaktadırlar –Ali Hamaney ile Haşimi Rafsancani arasındaki bu ilişki Muhammed Hatemi'yle de kurulmuş gibidir– ve bu da dinsel alanla politik alanın arasındaki farklılığı net biçimde ortaya koyar.
Üçüncü boyutta İslam Cumhuriyetinin ülkenin Şahlık rejiminden miras kalan merkeziyetçi yapısını koruduğunu görmekteyiz. Bununla birlikte ulusal planda çok önemli farklılaşmaların yaşanmasına da izin verilmiştir. Meşhed, Şiraz, İsfahan, Tebriz gibi büyük bölgesel metropollerin ortaya çıkışı buna birer örnektir. Ayrıca 1980-1988 arasında Irak ile savaş, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla kuzey sınırının açılması, Afgan ve Iraklıların İran'a göçleri, Körfez üzerinden meşru ya da gayri meşru ticari alışverişin artış göstermesi, İran'ın beşeri ve ekonomik coğrafyasının yeniden oluşumuna katkıda bulunmuşlardır. Cumhuriyetin yeni soluğu tüm sosyal ve kültürel alanlarda yer alan bu bölgesel dinamizme çok şey borçludur: Körfezdeki serbest bölgelerin ve bazı hac yerlerinin fiili yükselişiyle, karşılıklı alışverişin artış göstermesi sayesinde bölgelerarası ilişkiler yeni bir boyut kazanmıştır. Bu alışveriş, İran toplumunda gözlenen olağanüstü hayırseverlik faaliyetleriyle alttan alta da olsa ilintilidir ve bunun sonucunda altyapı alanında çok ciddi yatırımlar yapılmıştır. Bütün bunlar İslam Cumhuriyetinin kurulmasından yirmi yıl sonra da gücünden bir şey kaybetmediğini göstermektedir. İslam Cumhuriyetinin –kendine rağmen ve bilincinde olmaksızın gelişen– uyum yeteneği küçümsenemeyecek kadar önemlidir; bu yeteneği özellikle devletle toplum arasında asgari bir etkileşimin gerçekleşmesini garantileyen özgün temsili kurumlara borçludur. Öte yandan sürgündeki muhalefet, ülkenin gerçeklerinden ve ülkenin içinde bulunduğu duruma yeni bir çözüm getirmekten uzaktır.
Bugün artık rejimin ilgilenmesi gereken en önemli konu ekonomik düzeni onarmak olmalıdır. Petrol fiyatlarının dibe vurması ve ekonomik kriz, yapısal bir ayarlamayı gerekli kılmış fakat çok ortaklı iktidar bunu bir türlü hayata geçirememiştir.
Yaşam koşullarının bozulmasıyla birlikte halk 1992'den bu yana çok sayıda protesto gösterisi gerçekleştirmiştir. Aksi kanıtlanmadığı sürece toplumun memnuniyetsizliğini yansıtan bu gösterilerin politik kökenli olduğunu söylemek yanlış olur. Devrimden yirmi yıl sonra da İslam Cumhuriyeti mukavemet yarışını sürdürmektedir.
Sanıldığının aksine bu yarış radikaller ya da muhafazakârlar ile ılımlılar arasında sert kavgalara yol açmamaktadır. Muhammed Hatemi gücünü, esas olarak, tam da onun zayıflığı ya da başarısızlığı gibi görülen bir durumdan almaktadır. Bu sözü biraz açalım: Bugün İran gibi farklılıklar arzeden bir toplumda, artık kahramanlık dönemi kapanmıştır; Muhammed Hatemi de birçoklarının umut ettiği gibi evreni düzenleyen Demiurgos ya da dışa açılımın Mesihi olmayacaktır. Buna karşılık Hatemi kendisini seçen çoğunluğun farklı grupları –özellikle İslami sol ile Onarımın Uygulayıcıları– arasındaki, fakat aynı zamanda ve hatta daha çok bu çoğunluk ile sağ arasındaki pazarlık, anlaşma ve uzlaşma görüşmelerinin yürütülmesini sağlamaktadır. Bu arada yürüttüğü politika, devrime başından beri militan olarak katılmış ve Cumhuriyete derinden bağlı birtakım kadroları ister istemez saf dışı bırakacaktır. Haşimi Rafsancani'nin Onarımın Uygulayıcılarını yaratarak sağın etki alanından kurtulması gibi Muhammed Hatemi de –İslami İran Katılım Cephesi'ni kurdurarak– kendisini iktidara taşıyan güçlerden özerkliğini ilan etmiştir. Bu açıdan bakıldığında Gulamhüseyin Kerbasçi'nin gözden düşmesi Cumhurbaşkanı için o kadar da kötü bir haber değildir. Zaten işin özü başkadır: Temel güçleri kurumlar ya da politik veya sivil topluluklar tarafından temsil edilen bir sistem gücüne güç katar ve böylelikle toplumsal dönüşümlere de uyum sağlayabilir. Başka bir deyişle, Hatemici deneyimin başarısı muhafazakârların uğradığı yenilgiyi değil de, yenilikçiler ve muhafazakârlar arasındaki uzlaşımı ön plana çıkarmasından kaynaklanmaktadır. Bu varsayımımız doğruysa, İran'daki siyasal dönüşüm süreci, gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra, Latin Amerika'da galebe çalan demokratikleşme antlaşmalarıyla kıyaslanabilir.
Bu çalışma bir etiğin, bir yaşam tarzının –"dürüst insan" etiği ve yaşam tarzının– süregelen yeniden oluşumuna dikkat çekerek İslam Cumhuriyetinin kurumsallaşması ile İran toplumunun dönüşümleri arasındaki etkileşimi incelemektedir.
Etik, İran toplumu üzerine yapılan çözümlemelerin çoğuna damgasını vuran politik ya da dinsel determinizme karşı bizi birçok açıdan uyarır. Rejimin geçirdiği aşamaları ve dolayısıyla İran tarzı İslamcılığı gerçekten kavramak istiyorsak, fraksiyon kavgalarının çizgisel bir çözümlemesine kalkışıp "iyilerin" ("ılımlılar") "kötüler" (radikaller ya da muhafazakârlar) tarafından kurban edilip şehit düştüğü İslami bir western filminin klişelerini üretmek yerine bu türden bir yaklaşımı benimsememiz gerekiyor.