Giriş, s. 7-30
Genel olarak kabul edilen tarihsel görüş, insanlığın, yırtıcı hayvanlar gibi avcılıkla geçindiği ve erkeklerin kadınları saçlarından tuttuğu gibi mağaralara sürüklediği bir "vahşet" döneminden sonra gelişme kaydederek, erkeklerin kadınlara otomobil kapılarını açtığı bir "uygarlık" evresine ulaştığı doğrultusundadır. Ne var ki, gerçek bunun tam tersi de olabilir. Kimi bulgular insanların, üç buçuk milyon yıl boyunca, kadınlarla erkeklerin eşit tutulduğu, ancak kadınların bir bakıma daha üstün sayıldığı ve erkeklerden daha çok saygı gördüğü küçük topluluklar halinde yaşadıklarının ipuçlarını veriyor. Arkeolojik kalıntılar, bundan yaklaşık on bin yıl önce tanrıçalara tapan, eşitlikçi bir uyum ve refah içinde yaşayan toplulukların varlığına ışık tutuyor.(1) Savaş, zamanımızdan on bin yıl önce ortaya çıkmış olabilir; ancak erkekler, ilk kez Ortadoğu'da başgösterdiği sanılan patriarkayı –güce dayalı erkek üstünlüğünü– yaklaşık İÖ 4000'den itibaren geliştirmeye başladı. Başkalarının emeğine ve kaynaklarına el koyan erkeklerin "büyük adam" olduğu öne sürüldü. Bin yılı aşkın bir zaman içinde, daha önce özerk olan toplulukların yönetimini kral-rahipler ele alır ve yeryüzüne egemenliklerini yayarken, tanrılar da tanrıçaların yerini aldı. Devletin ortaya çıkışından sonra, tarım toplumlarının başlıca üreticisi olan köylü, en ağır vergi yükünü omuzlamak zorunda kaldı: Tarlada harcanan emek, asalak bir seçkinler zümresini ayakta tutmaya yaradı; köylüler emeklerinin karşılığını almadan devlet işlerinde çalıştırıldı. Ayrıca üzerlerindeki baskının aracı olan asker ve silahların bedelini de onlar ödedi.
O zaman bu zaman, kadınların durumu sürekli bir düşüş gösterdi. Belki de ilk köleler kadınlardı; eski devletlerdeki kimi seçkin kadınlar, önemli güç ve yetkilere sahip oldukları halde, kendi sınıflarından erkeklerin hükmü altındaydılar. Kadınlar "ilerleme"den nasiplerini alamamakla kalmadı, giderek daha çok güçsüzleştirildi, aşağılandı ve tabi kılındı. Bu eğilim son dört yüz yılda, özellikle Batı'da, erkeklerin doğa üzerindeki denetimlerini artırma ve yaygınlaştırma çabaları çerçevesinde, doğaya yakınlığıyla bilinen kadınlara ve beyaz ırktan olmayan insanlara egemen olma cinneti biçiminde patlak verdi. Avrupalı erkeklerce inşa edilmiş olan, okyanuslarda seyretmeye elverişli gemiler, yapıldıkları tarihten yaklaşık yüz yıl sonra, on beşinci yüzyılın sonlarına doğru, bu amaçla kullanılmaya başlandı. Merakla karışık zengin olma ve ün kazanma dürtüsüyle yapılan keşifler, insanlık tarihinin en trajik bölümlerinin yazılmasına neden oldu. Avrupalılar Afrika'yı, Asya'yı, Ortadoğu'yu, Büyük Okyanus'un güneyindeki adaları ve Amerika kıtasını, yerli halkları öldürerek, köleleştirerek ya da boyun eğdirerek ve kaynaklarına el koyarak, güç kullanarak ve yakıp yıkarak sömürgeleştirdiler.
Aklın önem kazandığı bundan sonraki yüzyılda, deneysel bilimin gelişmesini sağlamak amacıyla, Kutsal Kitap'ın insanın doğa üzerindeki egemenliğinden söz eden bölümlerinden destek aranarak, kilisenin kısıtlamalarına karşı çıkıldı. Bu çalışmalar, insanlığa yararlı olacağı düşünülen ve daha sonra sanayi devrimine yol açacak olan yeni teknolojiye temel oluşturdu. Sanayileşme elbette yararlı oldu, özellikle de azınlıkta kalan bir zümre için; ama insanların büyük çoğunluğunu daha derin bir yoksulluk ve sefalete sürükledi. Feodalite giderek silinir ve kapitalizm tarih sahnesine çıkarken, İngiltere'de mülk sahibi bir azınlık çok sayıda köylüyü topraklarından sürerek, toplumsal birikimden herhangi bir pay almalarını engelledi. Sanayi devriminin İngiltere'de gerçekleşmiş olmasının bir nedeni de Marx'ın sonradan proletarya olarak adlandıracağı böyle bir sınıfın varlığından dolayıdır. Avrupa'da değişik nedenlerle yerinden yurdundan olmuş kimliksiz ve malsız mülksüz bir kitle de proletaryaya katıldı; bunların büyük çoğunluğu kadınlar ve çocuklardı.
Kapitalist sanayileşmeden yarar sağlayanlar yeni bir zümre, dinamik ve kaypak bir sınıf olarak ortaya çıktılar. Bireylerinin güç ve servet yönünden kazanç ve kayıpları olsa da, bu sınıfın üyeleri için değişmez olan tek şey, tümünün eril beyazlardan meydana gelmesiydi. Onlarla bağlantısı bulunan kadınlar, bu erkeklerin servetinden yararlansalar da eşit güce sahip olamazlardı. On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde dünyadaki insanların büyük çoğunluğu artık bu ayrıcalıklı azınlığa bağımlı işçi ya da yoksullardı; kadınların neredeyse tamamı ise erkeklere bağımlıydı. Yüzyıllardan beri eril güçlerce aralıksız sürdürülen uğraşlar sonunda başarıya ulaşmış, kadınlar olası en alt toplumsal konuma itilmişti: Kadınlar insan haklarından neredeyse bütünüyle yoksundu – siyasal hakları yoktu, mirasa konamaz, mülk edinemez ya da kendi başlarına iş kuramazlardı. Bedenleri üzerinde bile hak sahibi değillerdi.
Ancak bağımlılık isyanı kışkırtır, bundan dolayıdır ki son iki yüzyıla devrimler damgasını vurdu. On dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında Avrupa'da ve Amerika Birleşik Devletleri'nde işçi ve kadın hakları hareketleri sel gibi yayıldı; yirminci yüzyılın ortalarında Asya ve Afrika'da baş gösteren ulusal kurtuluş hareketlerine esin kaynağı oldu.(2)
İşçiler yeryüzündeki zenginlik kaynaklarının haksız bölüşümüne, üreticilere en az payı veren sömürü düzenine karşı çıktı. Günümüzde olduğu gibi o dönemde de kaynakların önemli bölümünü tekelinde bulunduran küçük bir azınlık, bu kaynakların denetimi sayesinde politik gücü elinde tutuyordu. İşçi hareketi büyük ölçüde on dokuzuncu yüzyılda yaygınlaşan sosyalist fikirlerden esinlendi. On dokuzuncu yüzyılın başlarında ilk sosyalist uygulamalardan sayılan İngiltere'deki Owen toplulukları, kadınların durumuyla yakından ilgiliydi. Ne var ki Avrupa sosyalizmi başlangıçta kendi çıkarlarına öncelik veren zanaatkâr loncalarının etkisi altında kaldı. Marksizm sosyalist düşünceye damgasını vurduktan sonra da sosyalistlerden pek azı kadınların tek başlarına ya da kocalarının yardımıyla üstesinden gelmek zorunda bulundukları –çocuk dünyaya getirme, hem çalışıp hem aileye bakma ve geçindirme gibi– sorunlarla ilgilendi.
Ekonomik güçlükler içinde bulunan ve politikada söz sahibi olmayan kadınlar, on dokuzuncu yüzyılda baş kaldırdı –orta sınıf kadınları feminizm, işçi sınıfı kadınlarıysa anarşist, sosyalist ya da komünist ilkeleri savunan işçi ajitasyonu aracılığıyla– sesini yükseltti. Kadınların bir toplulukta konuşması bile kurumlaşmış cinsiyet kurallarını ihlal ettiğinden, bu kadınlar feminizmi inkâr etseler bile feminist bir çıkışta bulunuyorlardı.
Sosyalizmin yirminci yüzyıl üzerindeki etkisi çok geniş kapsamlı oldu. Bazı ülkelerde sosyalist devrimlerle yıkılan otokrat yönetimlerinin yerini "proletarya diktatörlükleri" aldı. Bazı yerlerde ise sosyalizmden ürken seçkinler, zenginlerin ve ordunun çıkarlarına hizmet eden baskıcı otokrat yönetimleri destekledi. Sözde demokrasiyle yönetilen ülkelerde, seçkin azınlık korkusundan işçilerin taleplerini devşirdi ve uzlaşma amacıyla sendikaları yasallaştırdı.
Sosyalist ülkeler, yasalarda kadınlara karşı ayrımcılığı kaldırdı; ne var ki, erkeklere ev işlerini paylaşmayı, kendi işini kendi görmeyi ya da çocuk yetiştirmeyi öğretmedi. Faşist yönetimler "kadın" sorununu, kadınlar üzerinde yeniden sıkı bir eril denetim uygulayarak ve kadınları ev işlerine mahkûm ederek çözmeye çalıştı. Kapitalist yönetimler ve erkeklerin egemenliğindeki sendikalar, kadınların en düşük ücretli ve en marjinal işlerde çalıştırılmasında iş birliği etti. Geçimlerinin erkekler tarafından sağlandığı gerekçesiyle kadınlar, çalıştıkları her alanda yeterli ücretten yoksun bırakıldı. Erkeklerin tümü böyle bir sorumluluk taşımadığından, kadınlarla çocuklar daha büyük bir yoksulluğa itildi. Kadınların geçimini sağlayan erkekler de genellikle onlara mal gibi davrandı.
Feminist düşünceler yüzyıllardan beri Christine de Pisan, Mary Wollstonecraft, George Sand ve daha başka yazarlar tarafından dile getirilmiş, Fransız Devrimi sırasında da feminist bir hareket baş göstermişti. Ancak feminizmin yaygın bir politik hareket olarak başladığı tarih, ABD'deki Seneca Falls Kongresi'nin yapıldığı 1848 yılıdır. İşçi hareketinden daha küçük çaplı ve daha bölünmüş olmasına karşın feminizm, ondan daha tehdit ediciydi. İşçi hareketi sadece kapitalist seçkinleri hedef alırken, feminist hareket evde sürtüşmeye neden oluyor, erkeklerin kimliklerini sorgulamakla onları can damarlarından vurduğu için, tümünün huzurunu kaçırıyordu. Feminizm, içinde bulunduğumuz yüzyılda kadınlara eğitim, siyasal haklar, iş olanakları sağlanması ve özellikle sosyalist ve sanayileşmiş ülkelerde çifte standardın kaldırılması bakımından büyük başarılar elde etti. Feminizmin o kadar çok türü vardır ki, kimi uzmanlar feminizmler demeyi yeğler. Ben, herhangi bir kadın topluluğunun durumunu kadın bakış açısından ve kadın dayanışmasıyla iyileştirmeye yönelik her girişimi "feminist" olarak tanımlıyorum. Karşı güçlerin kudreti ve dayanışması düşünülecek olursa, feministlerin bu kadar kısa zamanda kadınların durumunu iyileştirmekte elde ettiği başarı göz kamaştırıcıdır.
Seçkin beyler, fabrikaları emeğin örgütlü olmadığı bölgelere, daha sonra da ülkelere taşıyarak, örgütlü iş gücünün sırtını yere getirmenin yollarını arıyordu. Çokuluslu şirketler sayesinde, koruyucu yasaların bulunmadığı, aynı zamanda da ucuz hammadde satın alınabilen ülkelerde fabrikalar kurdular. Hükümetleri denetleyecek büyüklükteki şirketler (özellikle İngiltere ve ABD'dekiler sendikaları ezmeye yönelikti) işçi sendikalarını dize getirmek için harekete geçti. II. Dünya Savaşı'ndan sonra ABD'de mavi yakalı erkeklerin kazançları ve çalışma koşulları iyileşti. Ortalama kazançları 1955'te $15 056 iken, 1973'te $24 621'e çıktı. Ne var ki, 1987'ye gelindiğinde yıllık ortalama ücret, enflasyondan ötürü %19 gerilemeyle, $19 859 olmuştu. 1980' lerde ailelerinin gelirini yükseltmek amacıyla çok sayıda evli kadın çalışma yaşamına katıldı; ancak 1988'de iki maaş, 1977'nin bir maaşının ancak %6 fazlasını sağlayabiliyordu. İşverenler sendika güvencesi altındaki yüksek ücretli işleri yavaş yavaş ortadan kaldırmaya yönelik bir politika izlemekte. Bir iktisatçının da dediği gibi, "sağlık sigortası bulunan yüksek ücretli bir fabrika işinin yerini, sosyal ödeneği olmayan hizmet sektöründe iki iş tutuyor."(3)
Kapitalist seçkinler emeği, özellikle de sosyalizmi yenilgiye uğratmak amacındaydı; oysa işin tuhaflığına bakın ki sosyalizm, sözde onu yüceltecek olan, ancak halefleri kadar baskıcı ve sömürücü bir sosyalist seçkinler zümresi tarafından yıkıldı – öyle ki, dışarıdan gelen saldırılardan bile daha çok zarar gördü bu zümreden. Yirminci yüzyılın son döneminde, çağımızın işçi hareketlerinin nihai yenilgisi gibi görünen olaylara tanık olundu: Sosyalist yönetimler birer birer düşerken, sanki sosyalizmin kendisi de gözden düştü. Ne var ki işçilerin mücadelesi sürüyor: İşçi hareketi yıkılmadı. Dünyadaki yeni ekonomik dengeler karşısında yeni stratejiler geliştirmeyi başarırsa, çatışmanın süreceği kuşkusuz görünüyor.
Aynı biçimde –işçi sınıfından da olsa, seçkinlerden de olsa– erkekler kastı, feminizmin başarılarını ortadan kaldırarak ya da kemirerek (yasal kürtaj), kadınları aşağı statüde işlere mahkûm ederek (profesyonel kadınları "cam fanus" altında tutarak) ya da onları erkeklere büsbütün bağımlı kılacak hareketler yaratarak (fundamentalist örgütler) feminist kazanımları yenilgiye uğratmanın yollarını aramaya devam ediyor. Akraba ilişkileri ve toplumsal denetim mekanizmaları zayıflarken, dünyanın her tarafında erkekler doğumlarından sorumlu oldukları çocuklara eskisinden daha az sahip çıkıyor, kadınlara –kızlarına, karılarına, sevgililerine, analarına ve yabancılara– şiddet uyguluyorlar. Erkekler eski niyetlerini gerçekleştirmek için yeni teknolojilerden yararlanıyor, örneğin dölütün cinsiyetini belirleyen amniosentez yöntemini, kız çocukların yok edilmesinde kullanıyor ya da çocuklara sırf kendileri sahip olmak istedikleri için, kiralık annelik türünden yeni doğum tekniklerine baş vuruyorlar. Bu uygulamaların hepsi de kadınlara karşı topyekûn bir savaşın göstergesidir.
Bu savaş kadınların bedenleri üzerinde, özellikle de cinsellikleri, üretim yetenekleri ve kadın emeği gibi alanlarda, yeniden hak iddia etmeyi ya da denetimi artırmayı amaçlıyor. Kadınların tümü anne olmadığı gibi her kadının da anne olmak istediği iddia edilemez. Ne var ki, kadınların ezici çoğunluğu annedir ve sadece kadınlar annedir. Annelik sorumluluk demektir ve insan yaşamının başladığı tarihten itibaren, insanlığın iyiliği uğruna, bu sorumluluğu kadınlar üstlenmiş bulunmaktadır. Bu onların kendi seçimidir: Bu işi, genler ve hormonlar tarafından programlandığı için değil, gerekli olduğu için yaparlar. Bu gerekliliği anlamak için yeni doğmuş bir bebeğe bir göz atmak yeter. Ne var ki sanayileşme, özgürlük ve eşitlik düşüncelerinin yanı sıra teknolojik gelişmeler, kadınların çoğu zaman değeri bilinmeyen bu işi reddetmesine olanak verdikçe, ana olmak istemeyen kadınların sayısı da giderek artmaya başladı. Bunun farkına varan erkekler paniğe kapıldı. Bu rolü birinin sahiplenmesi gerekiyordu, aksi halde soylarının geleceği tehlikeye düşecekti. Karşılarında çeşitli seçenekler vardı: analık rolünü kendilerinin üstlenmesi (katlanılması mümkün değil), yaptıkları iş için kadınların ödüllendirilmesi (hiç de hoşa gitmeyecek bir durum) ya da ikna, emir ya da güç kullanma gibi her olanaktan yararlanarak kadınların bu rolü sürdürmelerini ve erkeklere boyun eğmelerini sağlamak.
Erkeklerin çoğu, bedelini hesaplamadan sonuncu seçenekte karar kıldı. Uzun vadeli sonuçlarını düşünmeden öteki uluslara savaş açtıkları gibi, kadınlar üzerinde kurdukları baskının da ilerde insan soyuna zarar vereceğini akıllarına getirmediler. Erkekler eskiden olduğu gibi kadınların çocukların doğumuna, bakımına ve yetiştirilmesine ilişkin sorumluluğu hem kişisel hem ekonomik açıdan sürdüreceklerinden emin olmak istiyor. (Bu ifade ekonomik açıdan ailesinin bakımını üstlenen erkekleri öfkelendirebilir. Ancak gerçek o ki, gerek sanayileşmiş gerekse sanayileşmemiş ülkelerde, erkeklerin çoğu böyle bir sorumluluk taşımıyor. Elinizdeki kitapta yer alan ifadelerin hiçbiri kişilere yönelik değil. Konuyla ilgili küresel bilgilere dayanan bu metin, erkekler kastı tarafından icat edilerek uygulanan bir sisteme karşı bir iddianame niteliğindedir.)
Ben patriarkanın ortaya çıkışının ve yayılışının kadınlara karşı bir savaş biçiminde yürütüldüğü kanısındayım. Önceleri insanlar çocukların dünyaya gelişindeki eril rolden habersizdi ve erkekler toplumsal yaşamda öneme sahip değildi: Bugün de hâlâ birçok toplulukta olduğu gibi her işi kadınlar yapıyordu. Çocuk doğuran ve yetiştiren, yiyeceklerin büyük bölümünü toplayan ve üreten onlardı; topluluğun aldığı kararlarda da herhalde daha çok onların sözü geçiyordu. İnsanların, ok atmayı öğreninceye ve avcılığa başlayıncaya kadar, yaklaşık iki milyon yıl bu minval üzerine yaşadıkları sanılmaktadır. İlk insanlar grup halinde avlanırken zamanla erkekler avcılıkta ileri gitti. Bu belki de bedenlerinin üst kesiminin kadınlara göre daha güçlü olmasından ve yaşam veren kadın bedeninin erkeğinki kadar esnek olmayışındandı. Avcılık erkeklerin toplumda bir rol sahibi olmalarına yol açtı ve erkek dayanışmasının temeli oldu. Ancak insanlar çocuğun oluşumunda erkeğin rolünü öğrendikten sonra da (Anadolu köylerinde İÖ 9000-7000 yıl öncesine ait arkeolojik eserler bu fark edişi göstermektedir) toplumsal düzen uzun süre değişmedi.
Bulgular ve sağduyu aşağıdaki varsayımı akla getirmektedir: Geçmiş yüzyıllarda çok önemli değişmeler gerçekleşti. İnsanlar (büyük olasılıkla kadınlar) toplayıcılık yerine tahıl üretmeye başladı; bu nüfusun artmasına neden oldu. Çoğalan nüfus yeryüzüne yayılırken av hayvanlarının sayısı azalmaya başladı. Avcılıkla geçinmek eskisi kadar kolay değildi artık. Erkeklerin önemlerini kanıtladıkları tek alan ellerinden gidiyordu. Kadınları dahil etmedikleri av törenleri düzenleyerek toplumsal saygınlıklarını korumaya çalıştılar (belki de yaşamın sadece kadından kaynaklandığını sandıkları için, av hayvanlarının azalmasından da onu sorumlu tutuyorlardı). Bundan sonra yavaş yavaş eril tanrılara tapınılmaya başlandı. (Avcılık derneklerinin tümünde yalnızca eril av simgeleri bulunmaktadır.) Ne var ki, avcı değil de çiftçi olarak yetişen oğlan çocuklar, eski erkek dayanışmasından yoksun kalmıştı. Erkekler, dişilerdeki erinlik başlangıcını taklit ederek, çocuklara erkek dayanışmasını öğretmek için erinlik ayinleri düzenlemeye başladı. Avustralya'da yaşayan bazı yerli toplulukların dışında, toplayıcı ve avcı halklar oğlan çocuklar için erkekliğe geçiş ayinleri yapmaz. Bu ayinler daha çok tarım topluluklarında görülür. Toplayıcılıktan tarıma geçişte, çiftçilik herkesin kendi tarlasında çalışmasını gerektirdiğinden, erkek dayanışması sarsıntıya uğradı. Bir yolunu bulup bu dayanışmanın ayakta kalmasını sağlamak gerekiyordu. Oğlan çocuklar için erkekliğe geçiş ayinleri bu amaçla icat edildi.
Erkek dayanışmasının tek dayanağı kadınlara karşı çıkmak ve başlıca amacı anneyle olan asal bağın –besleyicilik, şefkat, yumuşaklık ve sevgi türünden, erkeklerin kadınlara atfettiği yaşamı olumlayan nitelikler– yerine başkasını koymak olduğu için, erkek dayanışmasının oluşturulmasında her zaman bir tür vahşet vardır. Erkekliğe geçişte oğlan çocuklara, "kadınca" eğilimlerin aşağılanması öğretilir; bunlar sökülüp atılırken yerine katı davranışlar, (özveri değil) kendi kendini inkâr, itaat ve "üstün" erkeklere saygı geçirilir. Bu, sevgiden daha farklı türde bir bağın gelişmesine yol açar; "yüce" bir iyilik, doğaüstü bir amaç: iktidar. Erinlik ayinlerinin çoğunda oğlan çocuklardan annelerini –dolayısıyla "kadın" dünyasını– terk etmeleri istenir.
Kadınlar –bir kast olarak– hiçbir zaman erkeklere karşı gelmedi; dolayısıyla geçmişte kadın dayanışması diye bir şeye rastlanmadı. Kadınların asıl bağı her zaman çocukları oldu. Toplum yaşamındaki vazgeçilmez konumlarının farkında oldukları için, erkek dayanışmasını bir tehdit unsuru olarak görmemiş olabilirler. Oğullarının sorumluluk duygusunu artıracağı, onlara refah ve mutluluk getireceği inancıyla ayinlere destek oldukları bile düşünülebilir. Doğumda oynadıkları rolü öğrenmiş bulunan erkekler, büyük bir olasılıkla iktidar hırsı içindeki eril rahiplerin de etkisiyle, çocukların erkek soyundan geldiğinde ve kendi isimlerini taşıması gerektiğinde ısrar etmeye başladı. Soyun erkekten türemesini güvence altına almak için (Afrika'da olduğu gibi) bazı yerlerde kadınları kaçırarak köleleştirdiler, onları yükümlü oldukları ve çocukların ortaklaşa büyütüldüğü soylarından kopardılar. Bununla birlikte babalık iddiasında bulunabilmek için erkeğin, kadının cinselliğini koruma altında tutması gerekiyordu. Erkekler, karılarının evlenir evlenmez soylarını soplarını terk ederek kendi aşiretlerine gelmesini istedi. Böylece denetim daha kolay olacaktı. İşte bu noktadan sonra erkekler kadınları taciz etmeye başladı. Bunun adımları çeşitli yerlerde, farklı biçimlerde atıldı. Ne var ki, zamanımızdan yaklaşık 5000 yıl önce dünyanın hemen her yerinde yaygınlık kazanmıştı.
Kadınlar bu değişikliklere karşı çıktı. Kutsal Kitap'ta ve kimi eski yapıtlarda yer alan efsaneler ve mitler, cinsler arasında yüzyıllardan beri süregelen mücadeleye tanıklık eder. Ne var ki, kadınların yenilgisi, erkeklerin de yenilgisine yol açtı; görece eşitlikçi ve özerk hısım akraba toplulukları ortadan kalktı. Sümer dilinde "özgürlük" anlamında kullanılan amargi sözcüğü "anaya dönüş" demektir. Hükmetme fikri bazı erkeklerin hayal gücünü kamçıladı; egemenlik alanlarını genişletmek için yeni icatlar çıkardılar: topyekûn savaş, haraç (vergilendirme), kölelik ve fahişeliğin yanı sıra, iki de yeni suç bulundu: ihanet ve zina. Eskiden kadınlar da askerlik yaparken, avcılıkta olduğu gibi, zaman içinde dövüşmek bir erkek eylemi olarak kabul edilmeye başladı. Fatihler, yenilen halkları köleleştirdi, vergiye bağladı, kimi zaman da topraklarını gasp etti. Böylece devlet doğdu. İlk devletlerde, erkek yönetici seçkinlerle kan ya da evlilik bağı bulunan kadınların statüsü yüksekti. Ama bu durumda bile kadın erkeğe göre ikincil konumdaydı. Tüm eski devletlerin yasalarında kadınların bedenlerinin –cinselliklerinin ve doğurma yeteneklerinin– erkeğin tasarrufunda bulunduğuna ilişkin hükümler yer alıyordu; ayrıca kadınların mal mülk edinmesi ya da mülkünü başkasına devretmesi zorlaştırılıyor, hatta imkânsız kılınıyordu.
Patriarka –yani kurumlaşmış erkek egemenliği– büyük bir olasılıkla ilk kez İÖ 4000 dolaylarında Mezopotamya'da görüldü ve bu tarihten sonra yeryüzüne yayıldı. Patriarka ortaya çıktığından beri yönetici seçkinleri tehdit eden çok sayıda devrime tanık olundu; ne var ki, bugüne değin patriarkaya meydan okuyan tek hareket feminizm oldu. Günümüzde, dünyanın hemen her yerinde sıradan kadınlar bir araya gelerek, işin köküne inecek esnek ve küçük ya da profesyonel, politik eylem grupları oluşturuyor. Kendilerine insanca davranılmasını ve –ücretlerine el konulmaması, boşandıktan sonra çocuklarını yanlarında alıkoyabilmek, mülk edinebilmek, eğitim hakkı, bağımsız yaşamaya olanak verecek ücretli bir iş, toplumsal kararlarda söz, evlenirken eş seçiminde karar sahibi olabilmek, bedenlerine sahip çıkabilmek türünden– insan haklarının tanınmasını talep ediyorlar. Erkeklerin kadınları dövmekte, ırzlarına geçmekte, sakat bırakmakta ya da öldürmekte kendilerini özgür hissetmelerine karşı çıkıyorlar. Feminist kuramcılar, toplumun patriarkal düzen içinde, ya zenginlik kaynaklarını elinde tutan bir ayrıcalıklı sınıf ya da doğuştan kara yazgılı bir sınıf olmak üzere toplumsal sınıflara ayrılmasına ve erkeklerin egemenliğe tapınmasına baş kaldırıyor. Kadınlar dünya barışı ve çevrenin korunması gibi hareketlerde başı çekiyor. Geçici başkanlık koşuluyla, birlikte çalışmaya ve paylaşıma dayalı örgütler ve gruplar oluşturuyorlar.(4) Kadınlar kadın kimliğine, insanın doğasına ve deneyimlerine ilişkin alternatif tanımlar öne sürüyorlar.
Sapına kadar patriarkal değerlere bağlı bulunan erkekler, bu meydan okumaya tüm güçleriyle karşı koyuyor. Son iki yüzyılın siyasal ve toplumsal hareketleri, devrimleri haklı çıkaran ve şimdiki seçkinleri iktidara getiren, Aydınlanma'nın düşünceleriyle beslendi. Bu nedenle seçkinler bu ilkeleri reddedemez ve aydınlar köylülerin, işçilerin ve kadınların kendilerine hizmet etmek üzere doğa tarafından görevlendirilmiş ikinci sınıf yaratıklar olduğunu düşündüklerini açıkça itiraf edemez. Kimileri bu gibi savları mahrem toplantılarda dile getirse de, yirminci yüzyıl Batı söyleminde doğuştan ikincil konumda olmak geçerli değil.
Patriarka asıl amacını hiçbir zaman açıklamadı – en azından çeşitli kültürlerdeki mitler, kadın üstünlüğüne karşı erkek saldırısını haklı gösterir ve kutlarken, tarihte bu türden bir açıklama yer almadı. Erkekler, kadınları nerede ve nasıl egemenlikleri altına almış olurlarsa olsunlar, tanrının ya da doğanın kadını erkeğe bağımlı yarattığı –kadını değil erkeği bazı özelliklerle donattığı (akıl yürütme, mantıklı düşünüş, idrak yeteneği ve manevi güç); erkeğe değil kadına ise iyi ve yolunda giden düzeni yıkıcı (keşmekeş yaratan bir duygusallık, azgın bir cinsellik) özellikler verdiği– türünden savlarla bu durumu haklı çıkarmaya çalıştılar. Gerçek yaşamda erkekler, aileyi geçindiren temel unsur kadın olmasına karşın, onu önemsiz görür. Feministler erkeklere zorla seslerini duyurmaya çalıştıklarında bile, politikacılar onları –(pek çok ülkede nüfusun %51'ini oluşturan) kadınlardan başka, çoğu zaman sorumluluğunu taşıdıkları çocukları da kapsamasına karşın– sanki kadınların sorunları nüfusun ancak küçük bir yüzdesini ilgilendiriyormuşçasına, "hak talebinde bulunan özel bir grup" olarak nitelemektedir.
Günümüzde hükümet yetkilileri ve dini önderler kadınların çıkarlarını zedeleyici kararlar alırken, çoğu zaman kadınlardan doğrudan doğruya söz etmeyip konuyu saptırarak, maksatlarını güzel sözlerle kamufle ediyorlar. Kadının ikincil konumda kalması için en çok kullanılan klişe "ailenin korunması". Buradaki çelişki ne kadar açık: Bugüne kadar "aile"nin bakımını ve çocukların sorumluluğunu hangi cins üstlendi? Ancak, baskıcı siyasal grupların içinde bulunan ya da yumruk ve silaha başvuran çoğu erkek zaten kadınları incitmek için örtülü sözlere gerek duymuyor. Sonuç olarak dünyanın pek çok yerinde kadınlar –ve onlarla her zaman birlikte olan çocuklar– sürekli tehlike tehdidi altında yaşayan bir tür durumunda. Charlotte Bunch'a göre bir etnik ya da ulusal grup, erkeklerin kadınları öldürdüğü ve sakatladığı oranda bir diğer gruba zarar verseydi (ayrıca, araştırmacı sadece yakınların saldırılarından söz etmekte), bu durum olağanüstü hal ya da savaş ilanını gerektirirdi.(5) Ne var ki, evdeki şiddet kadınlara karşı yürütülen geniş çaplı savaşın sadece bir cephesidir.
Erkekler, kadınları etkinlik alanı dışında bırakarak ya da üstünkörü bir kabulle amaçlarını maskeledikleri içindir ki, söze değil eyleme bakarak maskeleri düşürüp, gerçek amaçlarını ortaya çıkarmak zorundayız. Bu sonuçların kaza eseri ya da rastlantısal olduğu, kötü bir maksat taşımadığı yolunda itirazlar öne sürülebilir. Ancak cinslerden birinin diğerine, dünyanın her yerinde, böylesine ciddi bir biçimde zarar vermesi kaza eseri olamayacağı için, böyle bir itirazı yükseltenlerin akli dengesinden ister istemez kuşkuya düşmek gerekir: Bir yarısı sistemli bir biçimde öbür yarısına kurban edilen bir türün ömrü daha ne kadar sürebilir? Doğada insandan başka, bir cinsin öbürünü sürekli olarak yok ettiği bir başka türe rastlanmamaktadır. Erkekler bu yırtıcılığın "doğal" olduğunu, köklerinin hormonal ya da genetik kodlarla bulunduğunu, bu nedenle de değiştirilemeyeceğini savunurlar: Erkeğin kadını ezmesi ve ona egemen olması doğal bir dürtüdür. Eğer bu doğruysa, insanlık yok olmaya mahkûm demektir. Ne var ki tarih, erkeklerin her zaman kadınlara karşı böylesine saldırgan olmadığını, cinslerin bir zamanlar göreli bir eşitlik içinde yaşadıklarını gösteriyor. Patriarka, kadın üstünlüğüne karşı geliştirilmiş olabilir, ancak kadınlar üstün olmuş olsalar da, bu üstünlüğü matriarka (bildiğimiz kadarıyla tarihte hiç matriarkaya rastlanmadı) ile kurumlaştırmadılar, hiçbir zaman erkek cinselliğini ve üretkenliğini, zihnini ve çalışmasını kısıtlamaya kalkışmadılar. Tarihte kadınların güç sahibi oldukları dönemlerde bile (böyle dönemler olmuştur) erkeklere karşı hiç birleşmediler. Ayrıca bunların hiçbirini yapacakları da düşünülemez. Erkeklerin kadınlara egemen olma ihtiyacı kendi değerlerinden kuşku duymalarından ya da verimsizliklerinin farkına varmalarından kaynaklanmış olabilir; kökenini bilmiyoruz, erkekler de bu konuyu aydınlatmak için hiçbir çaba göstermiyor. Ne var ki, erkeklerin kadınlara karşı sürüp giden savaşı, dünyadaki kadın hareketlerine tepki olarak, günümüzde taze bir cilayla ve büyük bir aciliyetle yeniden vahşice saldırıya geçmiş bulunuyor.
Kitap dört bölümden oluşmakta: I. Bölüm kadınlara karşı yürütülen sistemli savaşlarla ilgili; burada bireylerce değiştirilmesi mümkün olmayan uluslararası ve dinsel sistemlerin kuşatması altındaki kadınların hangi bakımlardan zarar gördüğü anlatılıyor. Bu zararlar ülkelere göre çeşitli değişiklikler göstermekle birlikte bazıları evrensel. Dünyanın her yerinde erkekler çocuk büyütme ve evi çekip çevirme sorumluluğunun tümünü ya da önemli bir bölümünü kadınlara yüklerken, sanki bu bir iş değilmiş havasını takınıyor: Ne sanayileşmiş ülkelerde ne de gelişmekte olan ülkelerde evdeki iş, iş olarak değerlendiriliyor; ulusal gelire katkısı görmezden geliniyor. Kadınların sistemli olarak ekonomik bakımdan zarara uğratılması sonuçta sistemli bir siyasal ayrımcılığa neden oluyor. Ev işinin altında ezilen kadınlar siyasal faaliyetler için zaman bulamıyor, bulanların ise önüne düzenin koyduğu engeller dikiliyor. Bu yüzden dünya kadınlarının dünyanın gidişinde pek az sesi duyuluyor, bu da erkeklerin onları ekonomik baskı altında tutma gücünü kalıcılaştırıyor. Kadınları siyasal yaşamın dışında tutmak için erkekler onları tarihte yok sayarak, katkılarını reddediyor. Çoktan beri süregelen bu geniş çaplı sorunun yakın geçmişteki bir örneğini burada tartışacağız.
Dinler kadınları baskı altında tutmanın en temel araçlarındandır. Kadınların –gerek dinsel kurumlarda, gerek siyasette– iktidar sahibi olmasını önlemek için dinler, sanki insan soyunun tüm ahlaksal değerleri kadın bedeninde somutlaşıyormuş gibi, dikkatleri daha çok kadın bedeninde yoğunlaştırır. Böylece insanlığın namusunu kadınlar temsil edermişçesine görünüşleri, giyimleri ve alışkanlıkları kimilerinin dikkatinin odak noktası haline gelir (oysa hiç kimsenin aklına erkeklerin görünüşleri, giyimleri ve alışkanlıklarıyla namusları arasında bir bağ kurmak gelmez); kimileri ise sanki insan soyunun sürmesinden sadece kadınlar sorumluymuş gibi kadındaki gizil analık görevini vurgular. Dinler, kadınlar bu görevi yerine getirirken, erkeklerin onlara destek ve yardımcı olmalarını öğütlemez, ancak gene de kadınları denetlemelerini ister. Kadınlara karşı dinsel savaş tartışmasından sonra, devletin dinsel kurumlarla işbirliği içinde ya da onlardan bağımsız olarak, kadınların bedenlerini denetim altında tutma çabasıyla çıkardığı yasalar konu edilmektedir. Dinsel inançlar ve kadınların insanlığın cinsel ahlakından sorumlu olduğu gerekçesiyle, birçok dinde kadınların cinsel organları kesilerek sakatlanmakta, günümüzde yirmi milyon kadının bu yüzden özürlü olduğu tahmin edilmektedir. Son olarak ise dünyanın bazı yerlerinde dişi dölütleri bilerek yok eden, yeni doğmuş kız çocuklarının öldürülmesine göz yuman ya da onları aç bırakarak ölmelerine neden olan, kadınların doğrudan yaşamına kasteden savaşı göreceğiz.
II. Bölüm'de daha çok ABD örnek gösterilerek kurumlaşmış ayrımcılık tartışılmaktadır. Burada da eşitsizlik kendini açıkça göstermektedir: Kurumlar kadınların ekonomik açıdan kendilerine yeterli olabilmelerini, siyasette söz sahibi olmalarını ve kendi bedenlerini denetlemelerini engellemeye çalışmaktadır. Kurumlar kimi zaman kadınlara karşı bu türden davranışları haklı çıkarmaya çalışır. Bu bölüm, şimdilerde revaçtaki bilimsel bir doğrulama çabası olan sosyo-biyoloji tartışmasıyla başlıyor. Çeşitli mesleklerdeki kadınlara karşı önyargılı davranış örnekleriyle devam ediyor. Tıp mesleği genellikle kadınların sağlık sorunlarıyla ilgilenmez; doktorların çoğu kadınların doğurmasını engellemeye çalışır ya da kadın bedenini sakatlamaktan zevk alır. Hukuk mesleği, kadın avukatlara horgörülü davranarak, çifte standartlı boşanma ve vesayet kararları alarak kadınlara çeşitli yollardan zarar verir. Eğitimde ve iş hayatında erkeklere öncelik tanınır. Ancak, arada sırada ve büyük güçlüklere göğüs gererek, kişiler bu kurumların taraflı tutumuna karşı çıkabilir.
III. Bölüm'de kadınlara karşı nefretin kültürde, dilde ve sanatta karşılaşılan örnekleri görülmektedir. Kültürel ürünleri kurumlar yayar, hatta yarattığı bile olur. Ne var ki belirginlik taşımayan kültür, herhangi bir kuruma mal edilemez. Kültürü biçim, üslup ve imge oluşturur; nasıl inandırıcı sözler hükümetlerin, dinlerin ve iş çevrelerinin gerçek politikalarını gizlerse, kültürün de dış yüzü esas politikasını maskeleyebilir. Ne var ki, üzerindeki örtüyü çekerek bu politikanın gizini çözmek değişik türden bir analizi gerektirmektedir. Bu nedenle bu konuya başlı başına bir bölüm ayırdım. Yüksek rütbeli subayların kullandığı dilin tartışılması, silah sanayisi ve asker şarkılarından başka, kadın dergilerindeki ilanları ve erkeklerin kadınları sanatta nasıl ele aldığına ilişkin bazı örnekleri de gene bu bölümde bulacaksınız. III. Bölüm, sanatta kadınlara karşı erkek sado-mazoşizminin tartışılması ve sansür konusunda bazı düşüncelerle son buluyor.
IV. Bölüm'ün tartışma konusunu gündelik hayatta ve ev içinde kadınların bedenlerine yönelik saldırılar oluşturuyor. Basın-yayın organları, kadınların maruz kaldığı tecavüz, dayak, eş ya da sevgililerce öldürülme ya da erkeklerin ailelerindeki küçük çocuklarla cinsel ilişki kurması (ensest) türünden saldırıları, tekil sapıklık olayları olarak duyurur. Ne var ki, bu gibi olaylar sistemli denecek kadar yaygın: Kadınlara karşı erkek şiddeti mahkeme ve polis gibi kurumların desteği, en azından müsamahası olmasaydı böylesine yaygınlaşamazdı; psikolojik araştırmalar ırza geçen ya da ensest ilişkisine giren erkeklerin çoğunluğunun Amerikan toplumuna göre "normal" erkek kategorisinde bulunduğunu gösteriyor. Böylece bu gibi erkeklerin şiddet eylemleri, kültürü oluşturan temel unsurlar arasına giriyor. Gerçekten de dünyanın pek çok yerinde erkekler hâlâ "sahip oldukları" kadınları yasal olarak dövmek, işkence etmek, hapsetmek ya da öldürmek hakkına sahiptir. Başka bazı yerlerde ise erkeklere yirminci yüzyılın başına kadar bu türden yasal haklar tanınıyordu. Kadınlara yönelik erkek şiddetine açıkça izin vermeyen hükümetler, dinler, kurumlar ya da kültürel gruplar ise bunu kendi çevreleri dışında meydana gelmiş, kişiye özgü bir eylem olarak değerlendirmektedir.
Bu türden şiddet eylemlerinin resmi kurumlardan destek görmediği yolundaki iddialar sürdükçe, Uluslararası Af Örgütü gibi kuruluşların, kadınları ev içinde dövülmekten, hapsedilmekten, sakatlanmaktan, işkence görmekten, aç bırakılmaktan, ırzına geçilmekten ve öldürülmekten korumak amacıyla müdahalesi mümkün olamıyor. Gerçekten de, insan haklarını savunan örgütlerde çalışan erkekler bile çoğunlukla "insan hakları" konusunun kadınları kapsamadığı görüşünde. Bundan başka genel olarak erkeklerce kadınlara uygulanan şiddet istatistiklerde yer almıyor. İşlenen suçlar ayrı kategorilerde ele alındığı için, kadınlara karşı şiddetin erkeklerin ittifakıyla yürütülen bir kampanya olduğu gözden kaçıyor. Elimde herhangi bir ülkede, kadınlara (ve çocuklara) karşı bireysel erkek şiddeti ile yönetsel, dinsel ve kurumsal politikalar arasındaki ilişkiyi incelemeye yetecek bilgi ve kaynak bulunmadığı için, bu konuyu kadınlara karşı sistemli ya da kurumsal baskı bölümüne almadım. Burada, kadınlara karşı savaşın sürmesinde sıradan erkeklerin oynadığı hayati rolü vurgulamak istiyorum. Bireysel şiddet, geniş destek bulmasaydı, bu denli yıkıcı olmaz ve yaygınlaşamazdı; aynı şekilde, erkeklerin bireysel desteği olmadan, kadınlara karşı savaşların dünya çapında sürmesi mümkün olamazdı.
Kadınlara karşı erkek şiddeti dünya çapında bir sorun olarak sadece feminist araştırmacılarca ele alınmaktadır. Kadınlara karşı şiddeti bireysel olaylar olarak kabul eden gazeteciler, sosyal bilimciler ve sosyal hizmet görevlileri bu durumun altında yatan politikayı görmezden gelmekte; erkekleri temize çıkararak gerçek durumun kamu önünde tartışılmasına engel olmaktadır. Oysa genel bir tartışma açmadan, kadınların hayvanlara reva görülmeyen türden taciz edilişinin erkek ruhunda bırakmış olabileceği izleri keşfetmemiz ya da insanların ahlaksal değerlerini tartmamız mümkün olamaz.
Kadınların baskı altında tutulmasını konu alan herhangi bir tartışma, kadın sorunlarının bir kısır döngü içinde bulunması, ayrımcılığın kanıtlanmasındaki güçlükler ve kadın doğurganlığına ilişkin erkeklerde yer etmiş sabit fikirler yüzünden karmaşıklaşmaktadır.
Kadın Sorunları Kısırdöngü İçinde
Mülkiyet haklarına ilişkin herhangi bir ayrımcılık kadının sadece ekonomik gücünü değil, siyasette söz sahibi olmasını, bedenini ve çocuklarını da etkiler. Eğer (pek çok Afrika ülkesinde olduğu gibi) bir düzende mülkiyet hakkının neredeyse tamamı erkeklere tanınırsa, kadınlar yaşamlarını sürdürebilmek için ya evlenerek kocalarının tarlasında çalışmak ya da kentte iş aramak zorundadır. Afrikalı kadınların çoğu ister istemez evliliğe sürüklenir; ne var ki evlilik bir sürü çocuğu beraberinde getirir ve Afrikalı erkek genellikle ailesine bakmaz. Kocanın tarlası aileyi geçindirmeye yetmiyorsa ya da adam karısını boşarsa, kadın kentte iş aramak zorunda kalır, oysa kadının çocukları vardır; babalarının adını taşısalar da, baba onlara karşı ya pek az sorumluluk duyar ya da hiç.
Kadın, eteğindeki çocuklarla iş aramakta zorlanır – onları yalnız başlarına bırakamaz. Afrika'daki görenek ve gelenekler kadınların büyük çoğunluğunu eğitimsiz bıraktığından, kadınlar büro işleri için yeterli değildir. Sanayiciler ise genellikle kadın işçi çalıştırmaz. Çocuklu, yoksul bir kadın hizmetçilik, seyyar satıcılık ya da fahişelik türünden marjinal işlerden birini yapmak zorundadır. Bazı Afrika ülkelerinde kadınlar ev hizmetlerinde çalıştırılmak üzere işe alınsalar da, çoğu zaman evin erkekleri tarafından taciz edilirler. Seyyar satıcılık da fahişelik gibi yasadışıdır. (Patriarkanın ortaya çıkmasından sonra, fahişelik erkeklerin kadınlara kendilerini geçindirebilecek kadar para verdiği tek meslek oldu.) Ne var ki, kadının geçimini sağlayacak kadar kazanamadığı ya da hastalandığı olur. Bu durumda çocukları açlık çekecektir. Çocuklar hastalanırsa işi gücü bırakıp onlara bakması gerekir; bu da aç kalmak anlamına gelir. Toplum kadını gerek yaptığı işten, gerek çocuklarının durumundan ötürü suçlar: O da içi yanarak suçu kabullenir, kabahati kendinde bulur. Çok bilinen bir senaryodur bu. Ekonomik faktörler kadınların bedenlerini etkiler; "aile" yasası öncelikle (erkeklerin değil) kadınların bedenlerini denetim altına almak içindir, aynı zamanda da kadınları ekonomik yönden olumsuz şekilde etkiler. Kadınların zarar gördüğü durumlarda ise daima çocuklar da zarar görür.
Kadınların sorunlarının bu kısır döngüsü, kitaptaki konuların iç içe geçişinde de görülmektedir: Kimi zaman belirli bir haksızlığın (erkek egemen yönetimlerce mi, yoksa dinsel örgütler, şirketler ya da kurumlarca mı) kimin tarafından yapıldığını ayırt etmekte güçlük çekilmektedir. Ancak, kadınlar zarar gördüğünde, hemen her zaman çocukların bu zarardan nasiplerini aldığı; kadınlar yardım gördüğündeyse, çocukların bu yardımdan yararlandığı olgusunun altını çizmek istiyorum. Bundan da kadınlara zarar veren politikaların esasında tüm insanlığın zararına hareket ettiği sonucu çıkıyor.
Ayrımcılığı İspat Etmenin Güçlüğü
Önyargının egemen olduğu toplumlarda ayrımcılığı kanıtlamak zordur. Kim olursa olsun, bir insanda kusur bulmak istenirse, bulunur. Bir kimsenin ya da grubun yetersizliğini göstermeye kararlıysanız, bunu kanıtlayıcı bir dizi gerekçe sıralayabilirsiniz; çünkü her birimiz, önümüze dikmiş olduğumuz insanlık ideallerinden çok uzağız.
Eğer (bir değişiklik olarak) erkeklerin kusurlu ya da yetersiz olduğunu ispatlamaya kalkarsak, her on yılın ölüm istatistiklerinde erkek ölüm oranlarının daha yüksek olduğunu, erkeklerin duyarlıktan yoksun, duygusal destek vermekte başarısız, çocuk doğurmayı ya da büyütmeyi beceremeyen, hatta kendi yemeğini kendi yapmaktan bile aciz yaratıklar olduğunu öne sürebiliriz. Hormon değişikliklerine bağlı olarak, kendi yaşamlarını ya da başkalarınınkini tehlikeye atan öfke nöbetlerine tutulduklarını, oyuncaklara bayıldıklarını, özellikle de bizzat denetimde oldukları yanılsamasını yaratacak icatlarda bulunmaktan hoşlandıklarını söyleyebiliriz. Bazı iyi taraflarına da değinmeden geçmeyelim: Cinsel bakımdan ateşlidirler; sorumsuz olmanın sağladığı özgürlükle, yaşamın temel sorunlarıyla ilgisi bulunmayan konularda şakacılıklarını ve zekâlarını gösterirler. Kadınlar toplumu çekip çevirmek, çocukları yetiştirmek ve yemek yapmak gibi sorumlulukları yüklenirken herhalde yapılacak en yerinde iş, bu cinsi doyasıyla eğlenmesi için bir çocuk parkına göndermek olmalı. Genel geçer ideoloji bu olsaydı eğer, bu tanıma meydan okuyan bireysel çıkışlar hizaya sokulur, erkek gruplarının protestoları ise hormonlardan kaynaklanan duygusal davranışlar olarak nitelendirilirdi.
Beyazlar, kendi yaşadıkları semtlerde ya da şık mağazalarda rastladıkları siyah erkekleri yağmacı olarak görür. Zengin beyaz semtlerdeki siyah kadınlar, beyazlara göre, hizmetçi ya da dadı iken, kent sokaklarındakiler ya fahişe ya da yankesicidir. Moskova'da, konuk olduklarını kanıtlayıcı belgeleri olmayan kadınlar otellere giremez; çünkü yetkililer oturma izni bulunmayan her kadının fahişe olduğunu varsaymaktadır. (1990'daki son ziyaretimden beri bu durum değişmiş olabilir.) Gençliğimde iyi restoranlara yanında erkek olmayan kadınları kabul etmezlerdi: Erkeksiz kadınlar fahişe olarak görülürdü.
İnsanlara doğuştan sahip oldukları, değişmesi mümkün olmayan cinsiyet ya da renk gibi niteliklerinden ötürü taraflı davranmak önyargılı bir tutumdur. Bu kendini açıkça gösterdiği gibi, bilinç altında, kişilerin sanılarında da gizlenmiş olabilir. Tüm toplumlarda, açıklamaya gerek duyulmadan paylaşılan önyargılar vardır. Bu nedenle de kanıtlanmaları zordur. Toplumların çoğu önyargılarını şifre halinde sinsice yasalarına sokar. Feminist hareket en ileri sanayi ülkelerinin yasalarındaki şifreleri çözerek, ayrımcı olanları ayıklamakta son derece başarılı oldu; ne var ki erkekler kadınları devre dışında bırakmak için şimdilerde daha incelikli tekniklere başvuruyor. Kadınları aşağılayıcı ifadeler kullanan erkek sayısı eskisine göre artık az; ancak büyük çoğunluk hâlâ erkeklerden başkası önemli değilmiş gibi davranıyor. Şirketlerde bir kadının terfi etmesi engellendiğinde, erkekler ayrımcılığın söz konusu olmadığını öne sürerek, asıl sorunun iş arkadaşları tarafından pek sevilmeyişi ve uyum sağlayamayışı olduğunu iddia ediyorlar. Kadınları küçük düşürücü ifadelerde anahtar sözcük, "aşırı". Kadınların sesleri ya aşırı yüksek ya da aşırı yumuşak; ya aşırı hırslı oluyorlar ya da aşırı pasif; giyim konusunda ise ya aşırı derbeder ya da aşırı süse düşkünler; ya aşırı yaşlı ya da aşırı gençler. Özellikleri ne olursa olsun birilerine mutlaka batıyorlar. Kadınlara nefret besleyen topluluklarda herkes kadınları erkeklerden daha itici bulmakta.
Kadınlar ne yaparlarsa yapsınlar davranışları aykırı bulunuyor. Kısa bir süre önce yayımlanan, The Trapped Woman: Catch 22 in Deviance and Control (Tuzağa Düşürülen Kadınlar: Yoldan Sapma ve Denetimin 22 Tuzağı) adlı kitapta, kadınları tuzağa düşürmekte yararlanılan "catch-22" durumu açıklanıyor.(6) Makalelerden birinde, bir kadının aykırı olarak nitelendirilmesine neden olabilecek birtakım özellikler sıralanıyor: çocuksuz olması ya da çocuklu olması, ücret için çalışması ve bir çocuk bakım kurumundan yararlanması; ya da çocuğu olması, ücret için çalışması ve çocuğunu bırakacak bir yer bulamayışı.(7) Çocukları olan ve onların bakımı için yardım alan kadınlar suçlu durumuna düşürülüyor.
Boşanmış kadınlardan başka, dayak yiyen ve karşı koymayanlar kadar, dayak yüzünden evlerini terk ederek karşı koyanlara da suçlu gözüyle bakılıyor. Kadınlar cinselliklerini özgürce yaşadıkları ya da cinsellik konusunda "tutucu" oldukları; bekâretlerini yitirmekten korktukları ya da evlilik dışı ilişkileri olduğu; ırzlarına geçildiği için kınanıyorlar. Kendine güvenen kadınlar ya da alçakgönüllü ve uysal olanlar; kendilerini bütünüyle çocuklarına ve kocalarına adamayanlar ya da tüm özverileriyle adayanlar da aykırı sayılıyor. Toplum kadınları hırslı-hırssız, zengin-yoksul, şişman-zayıf, iş kadını-ev kadını, her ne olursa olsun, suçlamak için bir bahane buluyor.
Patriarkal kültürlerin tümünde, kadınlardan nefret geçer akçe sayılıyor; her erkeğin (ve pek çok kadının) cebindeki bozuk para misali, herhangi bir davranışın bedelini ödemek –haklı göstermek– için kolayca harcanıyor. Kadınlar, nasıl olurlarsa olsunlar suçlandıkları için ayrımcılığı kanıtlamak kolay değil. Bunu kanıtlayabilmek için sonuçlarını incelememiz gerekiyor.
Kadının Doğurganlığı Erkeğin Saplantısı
Erkekler de dünyanın her yerinde ırkçı, dinci, ekonomik ve politik unsurların baskısı altında bulunuyor. Kadınlar bu sorunları (sadece çok az erkeğin gerçekten yüzleşmeye cesaret ettiği, erkek kimliği sorunu dışında) eşitçe paylaşmakta. Ne var ki, erkekler kadınların sorunlarının çoğunu aynı şekilde paylaşmıyor. Paylaşılmayan sorunların kökeninde kadınların çocuk doğurma yeteneği yatıyor: Kadınlar insan soyunu bedenleri aracılığıyla yeniden yarattıkları içindir ki, patriarka olmasaydı da kadınların durumlarının özgüllüğü değişmeyecekti. Ne var ki, patriarkal düzen kadınları bedenlerine hapsetti. Kadınlar çocuk doğurduğu için, erkekler kadın bedenini denetlemeye ya da kendilerine maletmeye kalkıştı. Erkek egemen düzen gerçekten de kadınların çocukları, (milyonlarca yıl sandığımız gibi) mucizevi bir şekilde, kendi kendilerine dünyaya getirdiklerini varsaymakta. Kadının çocuğu yalnız başına doğurduğu varsayımı, en ilkel zihniyetlisinden en gelişkinine kadar, tüm toplumlarda yaygın.(8) Bu mantıktan yola çıkan erkekler, çocuğu karnında taşıyıp sonra da doğuran kadına, büyütüp yetiştirme sorumluluğunu da yüklüyor. Erkekler çocukların kendi adlarını taşımasında ısrar ederek çocukları sahiplenirken, çocuk isteyen sadece kadınlarmış gibi, büyütme ve yetiştirme görevini onlara bırakıyorlar. Kadının çocuk doğurması, sorunlarını kısır bir döngüye sokuyor: Erkeğin kadın bedenindeki etkisi çoğu zaman hamilelikte de kendini gösteriyor, analık kadının yaşamında muazzam ve kalıcı bir etki bırakıyor. Oysa, kısırlaştırma ve babalık da dahil olmak üzere, erkeklerin bedenine ilişkin hiçbir şeyin onları bir ömür boyu etkilediği söylenemez; sorumlulukları on yıllarca sürecek çocukları dünyaya getiren de onlar değil zaten. Bundan dolayı erkekler deneyimlerini kadınların hiçbir zaman yapamadığı şekilde sınıflandırabilir. Kadınların çocuk doğurması, erkeklerin tüm kadınları ısrarla ana olarak görmesine, onlardan bakım ve hizmet beklemesine yol açar. Eğer kadına, insan soyunu üretmek ve toplumsallaştırmak gibi bir amaca ulaşmak için yetki verilmiş olsaydı, belki tek başına bu sorumluluğa dayanabileceği düşünülebilirdi. Oysa erkekler bu en önemli insanlık görevinin kadınlar tarafından ödülsüz, pek yardım edilmeden ve neredeyse hiç ilgi gösterilmeden yerine getirilmesini bekliyor.
Tarihte kadınların çocuk doğurma yeteneğini, erkeklerin kıskandığına dair ipuçları var: Daha devletler kurulmadan, kadın gücünü kırmak için onu metalaştırarak değişim ve kullanım aracı haline getirmiş olmaları bunu doğruluyor. Denetlemeye çalışmaktaki çabaları da bu konuda ne kadar saplantılı olduklarını gösteriyor. Kadınların doğurganlığını denetleme çabası bu tartışmada tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. Erkek davranışlarının her aşamasında, kadın doğurganlığını denetleme dürtüsünün gizli bir gündem maddesi olarak geçerliğini koruduğu görülüyor.
Bu kitap bir durum değerlendirmesi niteliğinde. Bu yüzden bitmiş bir çalışma olarak görülmemeli. Kadınlara uygulanan eril şiddet –dayak, ırza geçme, ensest– dünya istatistiklerinde ya hiç yer almıyor ya da veriler güvenilir değil. Önümüzde duran en önemli işlerden biri ensesti tüm boyutlarıyla ortaya çıkarabilmek. Kadınlara mahkemelerde, basın-yayın ve sanatta nasıl davranıldığına, gelenek ve göreneklerdeki yerlerine bu kitapta hemen hiç değinilmedi. Ne var ki, okuduklarınızın sizi bu konuda düşünmeye ve araştırmaya yönelteceğini umuyorum.
Notlar
(1) Giriş bölümündeki bilgiler, benim daha önce yayımlanmış olan Beyond Power (New York: Summit Books, 1985) ve yakında çıkacak olan From Eve to Dawn: A Woman's History of the World adlı kitaplarımda yer alan belgelerden kaynaklanmaktadır. Yukarı
(2) Afrika'daki ulusal devrimlerin birçoğu Avrupa sosyalizminden esinlendi: Gandhi'nin şiddete başvurmadan direnme anlamına gelen satyagraha'yı İngiliz süfrajet hareketini örnek alarak başlattığı ise pek az kimse tarafından bilinir. James Hunt'ın yazdığına göre, "Gandhi Thoreau'nun 'Civil Disobedience'ını (Haksız Yönetime Karşı) keşfetmezden bir yıldan fazla bir zaman önce kadın hareketinden bahsetmekteydi" (James D. Hunt, Gandhi in London, Yeni Delhi: Promilla, 1978). Gandhi, Güney Afrika'daki Hintliler'in insan haklarını, yasal ve siyasal haklarını elde edebilmelerinin yollarını ararken, İngiltere'deki olayları da yakından izliyordu; İngiliz süfrajetlerinin ilk kez Manchester'de, daha sonra 1905'te ve 1906'da Londra'da tutuklandıklarından haberi vardı. 1905'te davasını anlatmak için gittiği Londra'ya ayak basar basmaz süfrajetlerin eylemlerine tanık olmuştu; geldikten üç gün sonra on bir kadın Avam Kamarası'nın önünde gösteri yapmak suçundan tutuklandı. Gandhi bu olaydan üç gün sonra süfrajetlerin, "Eylem Sözden Üstündür" sloganını başlık yaparak, oy hakkı için mücadele eden kadınların yiğitliğini ve kararlılığını öven bir makale yayımladı. Kadınların para cezası vermeyi reddederek hapse girmelerini takdirle karşıladığını belirtti. 1909' da gene Londra'dayken, açlık grevi yapan bir grup süfrajetin hapisten salıverilmesini kutlamak için düzenlenen bir mitinge katıldı. Süfrajetleri Hintliler'e örnek göstererek, "Bu kadınların çektikleri sıkıntılar ve gösterdikleri yiğitlikle Hint satyagrahi'si kıyaslanabilir mi?" diye yazmıştı (Hunt, ss. 137-138). Yukarı
(3) Sylvia Ann Hewlett, "Running Hard Just to Keep Up", Time, özel sayı (Güz 1990). Yukarı
(4) Örneğin, "Women Strike for Peace". Bkz. Amy Swerdlow, "Ladies' Day at the Capitol: Women Strike for Peace Versus HUAC", Feminist Studies 8, 3 (Güz 1982): 493-520. Yukarı
(5) Özel mektup, 1986. Yukarı
(6) The Trapped Woman: Catch 22 in Deviance and Control, Josefina Figueira-McDonough ve Rosemary Sarri (Newbury Park, Calif.: Sage, 1987). Yukarı
(7) A.g.e. Özellikle Greer Litton Fox, Jan Allen, Nancy R. Hooyman ve Rosemary Ryan'ın makalelerine bakınız. Yukarı
(8) Yakın tarihte yayımlanan bir başyazıda, sanki bu işte erkeklerin hiç payı yokmuş gibi, kadınların artık az çocuk yapma eğiliminde oldukları yazıldı. Bkz. "The Baby Boom Boom", başyazı, New York Times, 24 Nisan 1991. Yukarı