Berna Akkıyal, “Kürt sorunu gündemindeki değişimler ve süreklilikler”, Birgün Kitap Eki, Mayıs 2006
Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının doğu ve güneydoğusunda yüzyıllardır yaşamlarını sürdüren, Osmanlı döneminde imparatorluğun işleyiş biçiminin doğal bir uzantısı olarak özerk bir yönetim birimi olarak varolmuş Kürt nüfusu, yeni sınırların belirlenmesinin ardından resmî ideolojinin çoğu zaman çözümsüz bıraktığı bir soruya/soruna dönüştü. Toplam nüfusun yaklaşık yüzde on beşini oluşturan ve sadece bu bölgede değil, Türkiye genelinde önemli bir demografik yoğunluk teşkil eden bu topluluğu, elbette basit ve kesin çözümlerle “sorun” olmaktan çıkarmanın imkânı yok.
Kürtleri sürekli bir sorun kılan nitelikleri, yani farklı kimlikleri aslında daha en başından Cumhuriyet ideolojisi kalıpları içinde tartışılan bir konu oldu. Yaşadıkları toprakların tarihsel sakinleri olan Müslüman bir topluluğu, 1923 yılından itibaren üzerinde çalışılan “vatandaşlık” kurgusu içine oturtabilmenin yolları zaman içinde şiddeti açısından farklılaşsa da özünde belli ilkelere bağlı kaldı. Öncelikle, bölgede yaşayan Kürtlerin nüfus hacmindeki yoğunluğunun düşürülmesi ve homojen yapının kırılması için hem dışarıdan bölgeye doğru hem de bölgeden dışarıya yönelik “göç ettirme” politikası, Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze dek değişmeyen birincil uygulama addedilebilir.
İkinci önemli uygulama ise, etnik grupları hedefleyen asimilasyon uygulamalarının asli unsurlarından biri olan kültürel bastırma ve yeniden şekillendirme uygulaması hiç şüphesiz. Her insan topluluğunun kültürel variyetinin öncelikli taşıyıcısı olan dil ise baskı aracı ve bastırılma hedefi olarak öne çıkıyor.
İki dönem, iki bakış
Özellikle 80’lerden itibaren zorunlu göçün ve etnik asimilasyonun açıkça tartışılır bir direnç noktası hâline gelişi, son yirmi yıllık dönemdeki farklılaşmayı gözden geçirmek için geniş bir çerçeve sunuyor. Bu konuda yöntemsel olarak aynı nitelikleri taşıyan ve iki farklı dönemi karşılaştırma ve farklılıkları teşhis etme olanağı sağlayan iki çalışmadan bahsedebiliriz. Şengün Kılıç’ın 1992 yılında yaptığı röportajlarla hazırladığı Biz ve Onlar – Türkiye’de Etnik Ayrımcılık ve Ruşen Çakır’ın 2003 yılında Vatan gazetesinde yayımlanan röportajlardan oluşturduğu Türkiye’nin Kürt Sorunu adlı kitabı, aynı sorunlara getirilen farklı yorumlar ve dünya konjonktüründeki değişimin bu tikel sorun üzerindeki etkisi ile dikkat çekiyor. Kılıç’ın araştırmasında, parçalanmaya giden topraklar ve açık şiddet biçimlerinin yoğunlaştığı 1990’ların başlarına ilişkin kaygıların her kesimde dillendirilmesine karşılık, Çakır’ın röportajları istikrarsız ve eksik uygulamalara dair şikâyetlere rağmen, genel olarak, Türk ve Kürt aydınlarının her dönemde dile getirdikleri kültürel özgürleşme, dil serbestisi, Kürt dilinde eğitim konularının tartışılır hâle gelmesinden kaynaklanan rahatlamayı yansıtıyor.
“Kürt sorunu” olarak tanımlanan ve Cumhuriyet tarihine yayılmış olsa da özellikle 1984 yılından itibaren düşük yoğunluklu savaşla, münferit çatışmalar çizgisinde gidip gelen deneyim, Cumhuriyet tarihi boyunca sistemli biçimde topraklarından dışarıya göçmek zorlanan, özellikle 1980’ler sonrasında hızla artan gelir dağılımı dengesizliği sürecinde yoksullaştırılan nüfusun başında gelen Kürtleri, batıya yaptıkları yolculukların son duraklarında, yaşadıkları zorluklardan uzaklaşmak şöyle dursun, hayatta kalma mücadelesini her gün yineler hâle getirdi. Bu yeni dönem Türklerle Kürtler arasında o döneme dek şekillenen sınırları keskin ve görünür kılmıştı.
Şengün Kılıç röportajlarını yapmak için, o dönemde çatışmaların yaşandığı ve Türk halkla polis kuvvetlerinin Kürtlere karşı düşmanlığı sürdürdükleri, Kürtlerle Türklerin açık bir düşmanlık ilanından kaçınmadıkları Bayramiç, Konya, Adana gibi şehirleri seçmiş. Bayramiç’te bir keçiye yönelik tecavüzün kan davasına dönüştüğü, ardından yapılan cenaze töreninin yörenin yerli Türk nüfusun gövde gösterisine sahne olduğu Bayramiç’te çalışan yüzlerce işçi, zaten köylerinden zorunlu olarak göçmüş olsalar bile, bir gece içinde şehri terk etmek durumunda bırakılmışlar. İnşaat işçiliğinden başka şansları olmadığını bile bile Konya’ya gelen, fakat özellikle barınma konusunda yerli Türk halkın insafına terk edilen Kürt işçileri, kendilerine değerinin kat kat üstünde bedellerle bile kiralanmayan evlere yerleşemedikleri için inşaatlarda yatıp kalkarak fiili olarak kamplaşmaya zorlanmışlar. Bunun yanında, Konya’ya daha önceden gelip yerleşen ve büyük ölçüde asimile olan Kürt nüfusunun “yeni gelenler”e yönelik suçlayıcı tavırları ise, “Kürt sorunu” iddiasının zihinlere yerleşmiş bir olguya dönüştüğüne işaret ediyor. 1990’ların başlarında büyük ölçekli göçlerle nüfusları katlanan Adana ve Mersin gibi güney şehirlerinde, tarım arazilerinin sahibi olan Türklerle, kendi bölgelerinde yüzlerce dönümlük topraklara sahip oldukları hâlde, göçe zorlanarak tarlalarda ırgatlık yapmak durumunda bırakılan Kürtler arasında “apartheid” benzeri somut sınırların varlığı dikkat çekiyor. Bu bölgelerde, göç nedeniyle yaşanan huzursuzluğun ve Kürtlere yönelik ayrımcılığın yarattığı gündemde ise, “ayrılma” ve “bağlı tutma” ifadelerinin kullanıldığını, Kürt milliyetçiliğinin yükselişini ve Türk basınında Kürtlere yönelik düşmanca tavrı görüyoruz.
2000’lerin değişen gündemi
Ruşen Çakır’ın 2003 yılında Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin gündeme geldiği sırada yaptığı röportajlar, resmî tavrın “ayrılma-bağlı tutma” kaygısının sürmesi açısından önceki dönemle paralellik taşıyor elbette. Ama bu kaygının gerçekçi olmadığı tüm konuşmacıların ifadelerinde görülüyor. 1990’lar ve 2000’lerde dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan, ulusal siyasal yapılarda gerçekleşen değişim, insan hakları ve özgürlük ilkelerine yapılan vurgu bir yanda yeni ulus-devlet ideallerini istikrarsız kılarken öte yandan kitlesel hareketlerin etrafında toplanacağı ortak hedefler yarattı. 2003 yılında AB’ye katılım süreci içine giren Türkiye’ye sunulan şartların başında gelen insan hakları, eşitlik ve kültürel özgürlük meseleleri, asimilasyona direnen Kürt nüfusu ilk elden muhatap alıyordu. 1990’lar ve 2000’lerin ilk yarısı boyunca dünya genelinde yaşanan demokrasiye, insan haklarına yönelik hamlenin içinde yer almak için her türlü kıstasa sahip olan Kürt azınlığın, maddi koşullar açısından hem anlamsız hem de fazlasıyla zorlu bir süreç görünümüne bürünen “ayrılma” politikası yerine, etnik kimliğin tanınması hedefine odaklandığını görmek hiç de zor değil. Bu noktada, Cumhuriyetin “göç”le birlikte en yoğun olarak uyguladığı “kültürel nitelikleri yok etme” uygulamasının tersine bir araç hâline gelerek, ekonomik ve cebri uygulamalar sonucunda göçe zorlanan Kürt azınlık arasında önemli direnme noktası olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Çakır’ın röportaj yaptığı Kürt kesiminden isimler resmî asimilasyon politikasının Kürt azınlığın silahlanmasını meşru kıldığını söylemelerine karşın bu tavrın işlerliğinin olmadığını kabul ediyorlar. Buna karşılık AB süreci içinde değiştirilen yasalar ve genişletilen kültürel haklar alanını hâlen Kürtlere kimliklerini sahiplenerek yaşama imkânı vermese de, varolan sorunların ilk kez açıkça tartışılabilmesinin yarattığı geleceğe yönelik umut göze çarpıyor. Eve dönüş yasasının uygulamasındaki hatalar nedeniyle yürümediği vurgulanırken, devletin Kürt toplumuyla müzakereye yanaşmaktan başka bir çözüm yolu olmadığı, geçerli ve sürekli bir çözümün de bu yolla elde edileceği belirtiliyor.
Uzun bir sürece yayılan toplumsal çatışma deneyimlerinin zaman içinde aldıkları biçimler ve geçirdikleri dönüşümler yalnızca meselelerin kendisine değil, insanlığın gündeminde gelişen topyekûn değişimlere de işaret ediyor. Kürt sorunu açısından 1990’lardan 2000’lere kadarki sürede gözlemlenen sürekliliklerden çok yaşanan değişimlerin öne çıkması, bu yansımanın olumlu izlerini taşıyor.