"Önder Nasıl Görünmeli?", 1995, s. 36-44
"Hitler böylesine olağanüstü yeteneklere sahip olmasaydı, asla bu denli büyük felaketlere yol açamazdı. En kötüsü, Tanrı'nın bu kadar kötü bir insana ilahi bir yüz vermiş olmasıydı; gülmesi, gözyaşları, dili, vb. hepsi içtenliğin havasını taşıyordu."
Die Gegenwart, 1 Ağustos 1951
1.
Büyükamiral Raeder, 23 Mayıs 1939 tarihinde Hitler'e gerçek amacını sorduğunda, aldığı yanıt, en az kendisi kadar Führer'i de hayrete düşürür; sorunun muhatabı, gizli bir gücün etkisinde, gerçeği öylece itiraf etmek zorunda kalmıştır sanki. Hitler, sakladığı sırları üç bölüme ayırır: ilki, karşılıklı konuşurken gizledikleri; ikincisi, kendisine ait olanlar; sonuncusu ise, geleceğe ilişkin ve henüz toparlayamadığı problemler. Bu açıklama, sır küpünden farksız Führer'in her an ve her yerde oynadığını göstermektedir bize. Bir başka deyişle, ne yüz yüze konuşurken, ne de kürsüde on binlerce insana hitap ederken gerçek yüzüyle tanıyabiliriz onu.
Canetti, "Speer'e Göre Hitler" başlıklı yazısında, bu sayrılı kişiliğin eşsiz bir portresini çizer. Obersalzberg'deki evinde, yakın çevresini sıradan birkaç insanla geçiştiren Hitler, ancak bu sayede aradığı güvenceyi bulmaktadır: "Bu insanlar tümüyle ona bağımlı olduktan başka, ona ilişkin herhangi bir fikir sahibi olabilecek yeteneğe de sahip değillerdir. Çevresindekiler onun kafasını asıl dolduran şeyler konusunda, başka deyişle planlarına ve kararlarına ilişkin olarak hiçbir şey bilmezler. Bu çevrede Hitler, hiç rahatsız edilmeksizin kendini gizine verebilir: Bu gizin güvenliği, onun varlığının temel koşuludur. ... Kilo alma olasılığından ötürü kaygı duyar, ama bunun kendini beğenmişlikle ilgisi yoktur: Göbekli bir Führer düşünülemez." Görüntü her şeyden önemlidir Hitler için; dolayısıyla kürsüde nasıl durduğu, ne dediğinden çok daha fazla ilgisini çeker. Halka seslendiği alanların tarihte görülmemiş boyutlarda olması özlemi, hiç kuşkusuz, bu saplantının sonucudur – sınır duygusundan yoksun alan tasarımı, kendi sonsuzluğunu ima etmektedir. Bu yüzden görüntüsü üzerinde bir taarruz planı hassasiyetiyle durur; çünkü her defasında yandaşlarını yeniden fethetmek zorundadır.
Hitler'in iktidara geldikten sonra tüm devlet dairelerine asılmasını öngördüğü bir fotoğrafı bu konuda hayli ipucu veriyor bize. Alttaki yazının mesajı kesin: "Bir Ulus, Bir Devlet, Bir Önder!" İlk ikisi ne denli tek ise, Führer de öyle – halkıyla ayrılmaz bir bütün olan Önder, halkın yerini almıştır sessizce. Uzantılarına hâlâ tanık olduğumuz bu bir'in ardında yatan anlamı bilmeyen yoktur: ya ben, ya ben. Bu saplantı, yenilginin kaçınılmaz olduğunu hissettiği andan itibaren, tüm Alman ulusunu öldürmeyi planlayacak denli Hitler'in gözünü döndürmüştür: "Savaşa Hitler'in sürüklediği ulus daha zayıf olduğunu kanıtladığından, geriye kalanların da yaşamaya hakları yoktur. ... Öldürülenlerden oluşan kitle, daha da büyümek için çağrıda bulunmaktadır. ... Kendisinden önce ve sonra olabildiğince çok insan ölmelidir."
Aslında resim ile öngörülen "tek adam" imgesini çok daha güçlü bir biçimde vurgulama olanağı varken fotoğrafın seçilmiş olması rastlantı değildir. Hitler'e göre ressam ne denli kişisel bir üsluptan arınmış olursa olsun, yine de fırça ve boya sanatçıdan belli bir iz bırakacaktır tuvalde. Oysa Führer'in görüntüsü, kendisine hiçbir şeyin müdahale etmeyeceği kadar saydam olmalıdır – o ve ulusu mutlak biçimde baş başa kalırken, her türlü aracı bir kenara çekilmelidir. Görüntüsüne herhangi bir müdahale olanağı tanımayan insan, sadece kendine hayran olmakla kalmaz, baktığı her şeyde kendisinin cılız bir kopyasını görür; bu, bitmeyen takıntısıdır Hitler'in. O halde öteki (halk), önderinin görüntüsünü tıpkı bir ayna gibi yansıtıncaya dek her şeye müstahaktır; çünkü üstün ulus olmanın ön koşulu, Führer'in söylediklerine harfiyen uyup, kayıtsız itaat etmektir. Böyle bir durumda fotoğraf, Hitler için sanat değil, öngördüğü pozda kendisini aynen yansıtan bir aynadır yalnızca.
Sürekli oynayan bir insan için resim ile raptedilen poz, alımlama sürecine, zamana yayılan ifade olmanın sakıncalarını (özgürce yorumlama olanağı) taşır – etki daha güçlü olsa bile, sonuçta bir başkasının muhayyilesinde yeniden üretilmiştir model. Buna göre, özünde açık yapıt olmanın ayrıcalığını içeren resim ideolojinin farklı yorumları iptal eden çizgisine daima ters düşmektedir. Oysa Hitler için bundan daha sakıncalı bir şey yoktur; Führer'e bilinç niteliğinin merceğinden bakarak şu veya bu eleştiriye zemin hazırlayan her şeyin önü peşinen tıkanmalı, omnipotent nasılsa öyle algılanmalıdır. Despotizmi gizlemenin en kestirme yolu, önce gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntıyı sabit hale getirmektir; her ideoloji, ilkin kuşku kavramını imha eder – başbuğ ne istiyorsa, doğru odur!
Büyükamirale verilen bilgiden hareketle Hitler'in fotoğrafını çözümlemeye kalkıştığımızda iki seçeneği dikkate almak zorunda kalıyoruz. Bunlardan biri, sırlarını sadece kendisine saklayan "yalnız adam"; diğeri ise geleceğe yönelik, henüz olgunlaşmamış projeleriyle, ulusuna seslenen Führer. Koyu ve belirsiz bir dipyüzey önünde hafifçe yana dönmüş duran Hitler, üst sol yanından gelen ışıkla –tıpkı bir kabartma figür gibi– hem karanlığa gömülü tek başına, hem de karanlığın dışında, kendisine bakanın yanındadır. İzleyicinin dikkati, Führer'in görüntüsü karşısında, gündelik yaşamdan herhangi bir şeyle dağılmamalı, yalnız o görülmelidir – sırlarını saklayacak denli kendi başına, yığınları yönlendirecek kadar herkesle beraber.
Öte yandan fotoğrafı çeken H. Hoffmann'ın ne ölçüde poza müdahale ettiğini kestirmek güç olsa da, son sözü Hitler'in söylediğinden kuşku duymuyoruz. Buna göre, kayıtsız erki imleyen oturma yerine ayakta durmanın seçilmiş olması, hiç kuşkusuz, modelin tercihini yansıtıyor; sol eldeki damarların da vurguladığı üzere, alabildiğine enerjik ve sonsuz irade gücü olan bir Führer bu. Belirsiz bir ufka kararlı biçimde bakarken, kafası henüz sonunu kestiremediği dev projelerle dolu, ama yüreği yalnız ülkesi için çarpıyor – bir ulusun çıkarlarını en doğru biçimde düşünüp savunma hakkı daima Führer'in tekelindedir. Bu tür fotoğraflarda askeri üniformanın değişmeyen bir aksesuar olarak sunulması, özel yaşamdan yoksun Önder'in her şeyi ile kendisini yurduna adadığını gösterir bize; zirvedeki lider, en temel fizyolojik ihtiyaçlarından bile arınmıştır neredeyse; onu yemek yerken ya da tuvalette düşünemeyiz; basbayağı dinlenirken dahi çalışmaktadır – en azından resmi haberlerin yorumu hep böyledir.
Despotik rejimlerde kitlenin uslamlama yeteneği ile hayal gücü üzerindeki mutlak denetim mekanizması, mesajın içeriği konusunda hiçbir kuşkuya yer bırakmaz artık. Böyle bir durumda, Önder'in temsil ettiği normun bizzat yine onun tarafından bozulması halinde ortaya çıkan tablo, bir sapma ya da bozulmayı değil, harikulade olanı, yığınların nicedir özlemle beklediği bir gerçeği imler sadece – o, tek başına, ama aramızdan biridir. Bunca insanın kaderine hükmeden bu kişinin zaafları yok, ancak hepimiz gibi duyguları var; belki kahkaha atmaz ama gülümsemesini bilir; geleceğin güvencesi olan çocukları şapır şupur öpmez ama şefkatle kucaklar onları, vb.
Hitler tüm zamanların en büyük imaj dehasıdır aslında; çoluk çocuk demeden milyonlarca masum insanı gaz odalarında öldürürken, piyasada elden ele dolaşan kartpostallarda sevecen baba rolünde görürüz onu. İliklerine dek yurt sorunlarıyla dolu, sinirleri çelikten Führer, bir çocuk karşısında her şeye rağmen yufka yürekli hassas biridir – tıpkı bir çocuğun öz anne ve babası gibi. Üstelik bu kez belirsiz dipyüzey yerine, çiçekler arasında doğayla iç içe görürüz onu; askeri üniforma çıkmış, sivil kıyafetle aramıza katılıp bizlerden biri olmuştur – daha doğrusu misanthropos usulca müşfik adam kisvesine bürünmüştür burada. Hitler, çocukla beraber olduğu için değil, şeytani bir planla milyonlarca insanın gözünü boyayıp, kişiliğine en ters düşen şeyi yapmak zorunda kaldığı için yalnız olma şansını yitirmiştir bu fotoğrafta. Führer'in sevgi gösterisi, insan soyunu topyekûn ortadan kaldırmayı hedefleyen sinsi bir oyun, kanlı bir tuzaktır aslında.
Alpler'in geçmişle bütünleşen atmosferi, sarışın kız ve nihayet Hitler'in yeşil yakalı, gri elbisesi (milli kıyafet), Weber'den Wagner'e uzanan çizgide, izleyicinin görme ve işitme duyusunu birlikte harekete geçirir – muhabbet gösterisine inceden inceye jodeln (kafa ve göğüs sesinin dönüşümlü olarak kullanıldığı şarkı söyleme tarzı) eşlik etmektedir sanki. Doğa, nasılsa krematoryumdan yükselen kokuları çoktan yutmuştur bu huzur dolu ortamda. Führer'in içi ne denli karanlıksa, dışarısı o kadar aydınlıktır – biri locus terribilis (ürkünç yer); öbürü, saptırılmış işleviyle, kitsch'in eşiğindeki locus amoenus (sevimli yer).
Her tiran en büyük sınavı derisiyle verir; çünkü sayrılı iç dünyasının basıncı arttıkça, o ölçüde sağlıklı, her şeyin tozpembe olduğu bir dış dünya yanılsamasına ihtiyaç duymaktadır – deri, eşit basınçla varlığını koruyabilmektedir bunlarda. Hitler de durmadan bunu söylüyor bize: Zorbanın derisi alabildiğine kalın olmalıdır; zira hiçbir şey içiyle dışı kadar birbirine karşıt değildir. Kalın deri ise, sonuçta kendi gövdesine hapsedilmiş insanın mahpushane duvarıdır yalnızca – en azından, tarih boyunca bu kuralı bozan tek örneğe rastlamıyoruz.
2.
Tansu Çiller'in fotoğrafına gelince, önce 1990'lı yıllarda Türkiye'de olup bitenleri anımsamaya çalışalım. Terör suçuyla cezaevine giren binlerce insandan dörtte üçünün suçu henüz belli olmamasına karşın, yaş ortalaması yirmi civarında olan bu gençler, bulundukları yerde insan onuruyla zerre kadar ilgisi olmayan yüz kızartıcı durumlara maruz kalmaktadırlar hâlâ. Zanlı şöyle dursun, yakınlarının bile potansiyel suçlu sayıldığı bu ortamda, içerde oğlu yahut kızı yatan biçare insanların can havli ile kimi köşe yazarlarına yolladıkları mektuplar gerçekten ibret vericidir: "... Buca Cezaevi olaylarından sonra, yaralı olanların kolları kopmuş, gözleri çıkmış, yüzleri tanınmayacak kadar dipçiklenmiş. Birçok yaralı tanınmadığı için isimlerini söyleyerek tanınmalarını sağlamışlar. ... İçeri girip bu baskı ve şiddeti yaşayan hiçbir insan terörist olmaktan kurtulamaz..."
Birileri ekrana çıkıp, mutlu gelecek vaadiyle pırıl pırıl bir Türkiye tablosu çizerken, içeride ve dışarıda nice insan kan ağlıyor bu ülkede – üstelik büyük bir bölümünün de henüz suçu sabit değil bunların!
Ne var ki, Çiller'in ara seçim dolayısıyla çektirdiği fotoğrafa bakınca içimize su serpiliyor, rahatlıyoruz; dini bütün, hanım hanımcık bu kadın hepimizin bacısı; Türkiye'yi tek başına yönettiği sürece suçlu suçsuz herkesi kollayıp şefkatle bağrına basacak – ne de olsa anacıl bir kadın, erkek gibi vahşi değil o. Ancak söz konusu fotoğrafı biraz daha yakından inceleyip, çözümlemeye çalıştığımızda gerçeği görmekte gecikmiyoruz: Çiller, her bakımdan sakat, düttürü Leyla bir mizansenle karşımıza çıkıyor – fotoğraf değil, bir beceriksizlik anıtı sanki. Besbelli: Hitler çok daha iyi çalışmış dersini. En önemlisi, demokrasinin bütünüyle rafa kaldırıldığı 1940'larda, henüz emekleme dönemini yaşayan medya tamamen Führer'in denetimi altındadır. Öyle ki, Dachau'da oturanların aldıkları kokuyu en yakınlarına bile telaffuz etmeleri mümkün değildir. Bu bağlamda "tek adam"ın oyunu hiç değilse kendi içinde tutarlıdır; dolayısıyla göz göre göre aptal yerine koyulduğu duygusuna kapılmaz insan.
Çiller ise beceremediği bir rolü oynamaya çalışırken basbayağı hafife alıyor bizi; karşısındakinin (seçmen) ne kayda değer bir zekâ yaşı, ne de belleği var çünkü! Bu yüzden vermek istediği mesajın içeriği şaibeli olmaktan öte, inandırıcı da değil. Nitekim propaganda amacıyla çekilmiş bu fotoğrafa ilk tepki önce kadınlardan geldi. Her şey açıkça ortadaydı; kendi yaşama biçimine sahip çıkamayan Çiller'in "tesettürdeki kadın" imgesiyle oy avcılığına kalkışması düpedüz inanca saygısızlık ve din sömürüsüydü.
Aslında bu fotoğrafın en büyük talihsizliği, bilinçli bir mizansen gibi sunulan görüntünün sığ ve o ölçüde yalapşap bir düzenlemeden kaynaklanıyor olması – oldu bittiye geldiği için, kimsenin sonuçlarını kestiremediği bir ilk çözüm (seçenek) sadece. Bu bakımdan Hitler çok daha kurnaz ve deneyimli; içerik ve adresi tüm ayrıntıları ile düşünülmüş mesajda yanlışa yer yok; yani lehimlenmiş gösteren ve gösterileni ile her şey tek anlamlı ve kesin. Çiller ile çevresindekilere gelince, propaganda amaçlı bir fotoğraf çekiminde bile halkı ciddiye alamayacak denli hepsinin basireti bağlanmış – kendilerinden başka herkes sağduyudan yoksun nasılsa!
O halde, bütün bu verilerden hareketle, sürekli kendini yalanlayan böyle bir fotoğraftaki somut (biçimsel) ipuçlarını kısaca sıralamaya çalışalım. Çiller'in en büyük hatası, başlangıcından bu yana bizzat ve özenle yarattığı imajı, birkaç oy uğruna unutup, insanları hafife almasından kaynaklanıyor aslında; rasgele ve apar topar çekilmiş bir fotoğraf da buna eklenince, pat diye düşüveriyor maskesi. Şurası kesin: Yığınları aldatmak üzere yalan söylemenin belli bir dikkat ve hazırlık gerektirdiği konusunda ne Çiller, ne de yakın çevresindekilerin haberi var; dolayısıyla "ben yaptım, oldu" mantığıyla halkın karşısına çıkmakta hiçbir sakınca yok onların nazarında. Propaganda amaçlı bir gezide baş örtüsüyle halkın arasına karışan Çiller'i oy avcılığına alet etme düşüncesi, büyük bir olasılıkla kendisinden çok kurmaylarının fikri. Her an ülkesi için koşuşturan Çiller'in zamanı son derece sınırlı; bu yüzden etrafını saranların arasına öylece karışır karışmaz şipşak çekilmiş bir fotoğraf bu – amacı, çekimden önce değil, sonra belirlenmiş. Nitekim, bakış yönleri ile kamera arasındaki ilişki bu konuda hiçbir kuşkuya yer bırakmıyor; Çiller'in her iki yanında gördüğümüz kadınlar, henüz poz vermeye bile fırsat bulamamışlar. Başka türlü olsaydı, yapacakları ilk şey, bacıları ile birlikte olmanın huzur ve gururuyla dosdoğru kameraya bakıp, "Ben, O'nun yanındayım"ı belgelemek olacaktı. Fotoğraf çekildiğini dikkate alan iki kişi var: Çiller, sağındaki çocuk ve onun ardında duran genç kız. Çocuk ve genç kız alabildiğine içten; biri heyecanlı, öbürü mutlu; Çiller ise, tıpkı gerçek Önder'e yakışır pozda, belirsiz bir ufka doğru dalıp gitmiş – O'nun da kafası, vatanı için hazırladığı dev projelerle dolu. Fotoğrafın altında yazıldığı üzere, Yeni Türkiye'yi hazırlıyor. Solunda görünen kadının parmakları ne denli erkeksi ve kaba ise onunki o kadar zarif; birinin eli oklavayla açılan yufkanın izini taşırken, öbürününki nemlendirici kremle beslenmiş olmanın ayrıcalığını yansıtıyor. Çiller sadece bacı değil, örneğine ancak Rönesans tablolarında tanık olduğumuz, masumiyeti simgeleyen bir Madonna! Çiller, sözümona "sizlerden biriyim" diyor, ama başta kendisi inanmıyor buna; kolejdeki yıllardan başlayıp, "American Way of Life" ile Önderliğe kadar varan çizgide, a'dan z'ye farklı bir yaşam tarzı var onun; dolayısıyla, oylarını istediği kişilerin alafranga, kendisinin alaturka tuvalet karşısında eli ayağı birbirine dolaşıyor. Çiller'in oğlu, anasıyla kucak kucağa, öbürlerininkiler ise dağlarda "vatani görevlerini" yapıyor, ama ne önemi var bunun; değil mi ki yüreği ana sevgisiyle dolu sarışın Önder "terörle mücadelede varılan huzur"un başmimarı; her şey mübah böyle bir bacı'ya. Besbelli: Çiller, deklanşörün sesiyle birlikte, daha helikopterine binmeden o baş örtüsünü çıkaracak – nasılsa kendisinden başka herkes safdil.
Elbette Hitler ile Çiller'i mukayese edemeyiz; biri gözü dönmüş bir tiran, diğeri ise göstermelik de olsa, demokrasinin nimetlerinden en fazla kendisi yararlanan müşfik bir hanımefendi – demokratik rejimin bu kadar ayrıcalığı olacak artık. Ne var ki temel hak ve özgürlüklerin sinsice askıya alınıp, demokrasinin kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm edildiği her düzende, Çitler ile Hiller'in gizliden gizliye aynı paydayı bölüşmesi işten bile değildir.