Mehmet Yılmaz, "Gösterdiğin, gördüğün kadardır", Cumhuriyet Kitap Eki, Sayı 462, 24 Aralık 1998
Mehmet Ergüven Pusudaki Ten'den sonra yeni kitabı Görmece ile okur karşısında.
Jean-Paul Sartre, Giacometti'nin heykelleri için yazdığı bir metinde "ne yapmak istediğini sadece o bilir, biz bilmeyiz; ama öte yandan, ne ortaya koyduğunu biz biliriz, o bilmez" der. Giacometti'nin sanatını bahane ederek söylemişse de, Sartre'ın bu görüşü aslında bir genellemedir. Sanatçı bir eser için yola çıkarken, elbette, kafasından geçenleri karşı taraf (izleyici, sanat tüketicisi) bilemez). Ne var ki, eser bittikten ve karşı tarafla buluştuktan -gösterildikten- sonra işin rengi değişir. "Biten iş" sanatçının ilk yola çıkışında kafasında canlandırdığı şey değildir zaten. Sanatçıya rağmen ve sanatçıyla birlikte belli bir oluş sürecinden geçerek görünür hale gelen, başlangıçta sanatçının sadece kendi içinde görebildiği o ilk imge, artık sürpriz bir nesnedir. Bu, hem izleyici -öteki- hem de sanatçı için böyledir. Sanat eseri bir birey tarafından yaratıldığı için özneldir; ama aynı zamanda, o birey "toplumsal ilişkilerin toplamı"ndan bir öz taşıdığı için (Marx), sanat eseri nesneldir.
Belli bir sanatsal biçim ve o biçimi görme -okuma- yolları niçin başka bir zamanda değil de, tarihin belli bir döneminde ortaya çıkar? Mondrian, bizim bildiğimiz Mondrian olarak, 15. yy'da doğmuş olsaydı yine bildiğimiz resimleri mi yapardı? Bu olanaksız ya, haydi yaptı diyelim, resim alıcı ve izleyicilerinin tavrı ne olurdu? Bunu hayal gücünüze bırakıyorum. "Her sanatçı kendisinin bağlı bulunduğu optik olanakları hazır bulur" der Wölfflin. Aynı durumun izleyici ve değerlendirici için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz; onlar da hazır bulur ölçütlerini. "Yapan" ve yapılan hakkında "kafa yoran", "görmeye çalışan" taraflar -ben/öteki- bir bütünün parçalarıdırlar. Her iki taraf da kuşkuyla bakar karşısındakine. Yapan, "madem bunu ben yaptım, o halde ne olduğunu, ne içerdiğini benden iyi kimse bilemez" diye hırçınca böbürlenirken, ötekine kulak kabartmadan da edemez: "Acaba ne düşünüyor, ne görüyor?". Tavsiyeleri -görüşleri- dikkate alınan bir eleştirmene, sanat kuramcısına ya da bir sanatçıya bir katalog yazısı yazdırmasının nedeni, alıcı ile aradaki bağlantıyı kurmak, satışı arttırmak, görüşlerini merak etmek mi, yoksa, kendi yaptıklarını söz dilinde ifade edememek mi? Bazı sanatçılar bunlarla bizzat ilgilenmezler; birlikte çalıştığı sanat tacirleri onların yerine oluştururlar ortam (piyasa?) için gerekenleri.
Guernica'nın doğuşu
Bir resim getirin gözünüzün önüne. Tanınmış bir resim (örneğin, Guernica) olsun bu. Öyküsü: İspanya İç Savaşı daha patlamadan, Picasso, Fransa'da büyük ve etkili bir çalışmanın düşünü kurmaktadır. Henüz ne yapacağına karar vermemiştir. Savaş patlar. Derken, tam o sıralar, Fransa'da açılacak uluslararası bir sergide İspanyol pavyonu için Picasso'ya bir sipariş verilir. Bu üç rastlantının (savaş, sipariş ve sanatçının zaten var olan niyeti) bir araya gelmesi Guernica'yı doğurmuştur işte. Savaş olmasa da Picasso yine etkili ve devasa bir resim yapacaktı belki; ama ortaya çıkan kompozisyon Guernica olmayacaktı. O güne kadar dünyadaki diğer savaşlara ve politikaya kayıtsız kalan Picasso, milliyetçi duyguları yüzünden Fransız Komünist Partisi'ne üye olmuştur. Bu da işin bir başka boyutu. Şimdi gelelim Sartre'ın önermesine: "Sanatçının ortaya koyduğu şeyi -nesne'yi- kendisinin bilmediğini, ancak, dışarıdan bakanların bilebileceği" saptamasından bahsediyoruz. Eser tamamlandıktan sonra, duygusal bir bağdan başka, sanatçıyla hiçbir bağı kalmamıştır. Yapıt, diğer insanlar için olduğu gibi, sanatçı için de bir nesnedir artık; o noktadan (göbek bağının kopmasından) itibaren diğer insanlar tarafından yapılmaya, içerik yüklenmeye başlanmıştır. Bu noktada sanatçının, sanatçı olarak yapacak pek bir şeyi yoktur; çaresizdir anlayacağınız. Açıkçası, sanatı "yapan" taraftaki yerini terk edip "gören" tarafa geçmiştir zorunlu olarak. Kompozisyon şeması, seçilen figürler, figürlerin gösterilişi, bütün bunlar belli bir noktaya kadar etkileyebilir, durdurabilir insanları. Ne çare! Yorumlar ve uydurulan hikâyeler azgın bir sel gibi onları da önüne katıp çoğalarak devam edecektir. Bu durum, sanatçının "dışavurduğu (demek istediği şey)"den apayrı bir yöne gittiği için can sıkıcı olabileceği gibi, yapıtın gittikçe çoğalması ve zenginleşmesi anlamına geldiği için sevindiricidir de. Baktığınız açıya bağlı.
Görmece adlı kitabında, sanat eserine bir gören olarak yaklaşan Mehmet Ergüven, aynı zamanda ona katkıda da bulunuyor. Sanat eseri karşısındaki iktidarının ve aczinin farkında olduğunu itiraf ediyor yeri geldikçe: "Ölüler Adası"yla neyi anlatmak istediği sorusuna Arnold Böcklin'in verdiği yanıt tarihe geçecektir: 'Neyi görüyorsanız onu. Resim yapıyorum, bulmaca değil. (...) Gerçekte dış dünyadaki karşılığını kolayca algılayabileceğimiz figürler bağlamında, her şeyi ile apaçık bir resimdir Ölüler Adası; ancak görüntüyü alabildiğine soğuran atmosfer içeriği, giderek farklı bir anlamın varlığı konusunda sürekli rahatsız etmeye başlar bizi -görüntü, ardında gizlenen için bir vesileye dönüşmüştür neredeyse (s. 201)". Buna göre, gizlenen şeye ulaşmak için, görüntü hem aradan çıkarılması gereken bir engeldir hem de tuval üzerinde olmak zorunda olan fiziksel bir gerçekliktir. Anlama ulaşmak, en azından onunla ilişkiye geçmek, ancak bu gerçeklik (görüntü) ile mümkündür. Denis'ye göre ise gerçek resim; bir çıplak, bir savaş atı ya da bir anektod (anlatı) olmadan önce, tuval yüzeyinde organize edilmiş renk lekeleri, çizgiler, açık/koyu vb. değerlerden ibarettir; gerisi bahanedir. Bizler, Denis'nin yaklaşık yüzyıl önce işaret ettiği salt plastik değerlerin ne kadar (hatta biricik) önemli değerler olduğu yolunda eğitilegeldik: Gerçek olan, tuval yüzeyindeki fiziksel organizasyondur, başka bir şey arama; hele hele bir öykü yazmaya falan kalkma sakın. Ama gel sen bunu anlat eloğluna! O da fiziksel (soyut ya da figüratif, farketmez) görüntünün bir vesile olduğunu düşünmeden alamaz kendini. Gerçi, ressamın meramına saygı duyar duymasına ama o yine bildiğini okur/yazar:"...görünenden fazlası, bizim kendi öznel algı içeriğimize göre resme eklediğimiz şeyden ibarettir yalnızca. Bu bağlamda Ölüler Adası'nda gördüklerimizi tüm ayrıntılarıyla sıralayıp pekâlâ bir sonuca varmak mümkündür; ama ne denli hassas ve tutarlı olmaya çalışırsak çalışalım, öngördüğümüz yorum ya da anlamlandırma çabası daima resmin kendisiyle ilgili bir bulguyu dile getirecektir -yaratıcının 'kendi ben'ini aradığı sanat eserinde hiçbir simge bilinçdışını tam tamına yansıtan bir ayna değildir. Herhangi bir simgeye, sanatçı ya da eserini deşifre etmek amacıyla aşırı güven duymak, özgün (özgür?) yorumun ölümüyle eşanlamlı olacaktır. Bir sanat yapıtında kendisiyle karşılaşmaya hazırlıklı olmayan yorumcu -ya da eleştirmen- her şeyi bulabilir, ama aradığını asla (s. 203)". Peki, aranan nedir söyler misiniz? İnanın bunu ne ressam bilebilir tam olarak ne de öteki. Doğrularımız, bilinçten bağımsız olarak varolan gerçeklik hakkındaki inançlarımızdır. Belki de, inanç ve yorumlarımızdaki farklılıktır ilgilerimizi hep taze tutan.
Kitap, yazarın 1994-98 arasında bazı sanat dergilerinde yayımladığı seçmelerinden ve ilk kez burada yayımlanan yazılarından oluşuyor. Metinler hem Görmece'nin birer parçası hem de kendi başlarına birer bütün. Ergüven, kimin çektiği belli olmayan ancak çok şeyler okuyabildiği bir fotoğraftan tutun da, profesyonel (yerli/yabancı) sanatçıların tablolarına kadar geniş bir görüntü (imaj) dünyasının derin ve bulanık sularında kendi projektörüyle geziniyor; belli noktalarda özellikle durarak "görünen"i deşiyor. Bakıyoruz: Grozni'den (Çeçenya) çekilmiş bir belgesel fotoğraf. Bir sürü el havada, başka bir elin uzattığı ekmeğe hücum ediyor. Ekranlarda, gazetelerde sıkça karşımıza çıkan bu tip görüntüleri çoğumuz sadece acıma ya da kin duygularıyla geçiştiririz ama görmeyiz. Ergüven haklı: "Bu görüntü enflasyonunda her şeyi görmek, hiçbir şeyi görmemekle eşanlamlıdır." Görüntü bombardımanının arkasındakiler bu gerçeği biliyorlar zaten.Oysa,tuzağa düşmeyen birisi o karede öznenin yokoluşunu, o toplumun insan haklarından henüz habersiz olduğunu ve maskeli iktidarın acımasızlığını görecektir. Karşılaştığımız görüntülere şöyle bir göz attığımızda onlara bakmış oluruz; ancak, durup dikkat kesildiğimizde, yaptığımız artık "görme eylemi" haline gelir. Dolayısıyla, görmek artık anlamaktır, anlamlandırmaktır; en azından bu yönde bir çabadır. Kitabın başından sonuna kadar işte böyle bir eylem içinde Ergüven. Bunu yaparken ele aldığı (seçtiği) görüntüleri kavramsal ve diyalektik bir perspektifte inceliyor. Biliyor ki, bulduğu her şey kendi karşıtıyla birlikte var. Ressamların çoğu, "plastik değerler -renk, leke, biçim, boya kullanış kalitesi vb.'nin tuval üzerindeki organizasyonu- yerli yerindeyse, gerisi hikâyedir" diye önemsemezler. Bu değerlerin önemini yazar da bir ön koşul olarak kabul ediyor ve bunların ihmal edildiği, iyi çözümlenilmediği yapıtların zaten daha en başından fire verdiğini vurguluyor. Ancak, bu ön koşulların sağlanması, görenin (anlamlandıran) daha derinlere dalmasına elbette engel falan olamaz ona göre. Picasso'nun kendi sanatı hakkındaki kuramsal açıklamalara ilişkin karşı yorumunu anımsayalım: "Saçmalıktır, dememek için, edebiyattan başka bir şey değil diyorum." Bir aşağılama, en azından bir önem vermeme göstergesi bu. Ne var ki, karşı tarafın pasif bir bakan konumuna razı olmasını beklemek de hayalcilik olmaz mı? Sanatçının "sanat sizin benden istediğiniz değil, benim size verdiğimdir" sözü haklıysa eğer, izleyici de şunu diyemez mi: "Sanat senin bana verdiğini sandığın şey değil, benim görüp aldığımdır." Ergüven Görmece'sini birbirinin simetriği bu iki görüşün doğrulukları üzerine kurmuş. Birinin varlığı diğerine bağlı -gösterdiğin gördüğüm kadardır. Bu çelişkin birlik sadece gösteren/gören ilişkisinde değil, kitabın her yerindedir.Bir örnek: "...Gerçekten de maskenin kusursuz bir tehdit aracı olması, özünde paradoksal yapısından kaynaklanır; çünkü gizlediği şey (göz), açıkta bıraktığıdır; görünen görünmeyen, görünmeyen görendir -görme hakkına tek taraflı el koymanın despotizmi. Bundan ötürü maskeli insan bakmaz, dikizler. Dahası, gizlenen gizlendiğini gösterme yoluyla amacına ulaşır (s. 45)." Düpedüz bir oyun bu. Sevdiğimiz için mi yoksa mecbur olduğumuz için mi oynarız? Farklı durumlar için hazır tuttuğumuz maskelerimiz olmasa ne yapardık? Olur olmadık yerlerde hazırlıksız yakalandığınızı düşünün. Belki de en garibi, sadece başkalarına karşı değil, maskeyi bizzat kendimize de uygulamak. Kendimizle yüzleşmek aslında cesaret ister: "Sanatçı her defa maskesini yeniden düşüren kişidir. (...) Sanatçının düşürdüğü her maske, kendisiyle yüzgöz olma pahasına katıksız ve o ölçüde ölümcül bir itiraftır esasen (s. 46)."
Sanat ve kendi doğrularımız
Eleştirel, sivri dilli bir yazar Ergüven. Yeri geldiğinde iğneyi de çuvaldızı da gerekli yerlere batırmaktan çekinmiyor. Amacı, birilerini sırf rahatsız etmiş olmak için dürtmek değil; bu belli. Sanat eseri karşısındaki aczini ve iktidarını sergilemekle kalmayıp, haklarını da ilan ediyor: "Biçimi biçimsel olarak ödünç alabiliriz; ama onu var eden sıkıntı, sahibine kalır daima. Modernizm adına mangalda kül bırakmayan sanatçıların yanıldığı nokta şudur: Batı'yı günü gününe izleyip son gelişmelerden haberdar olmalarına kimse bir şey diyemez; ama yaratmak için gerekli olan sıkıntıyı kendi yüreği ve beyninde hissetmeden, o biçimler aracılığıyla acı çekiyormuş gibi yapınca iş değişir; bu durumda resmi rahat bırakmalarını talep etme hakkımız doğar; öyle ya, yalandan resim yapıp bizimle alay etmeye ne hakları var! (...) Yaratıcılığa sıvanan kişinin mutlaka söyleyecek bir sözü olmalıdır; her sanat eseri eninde sonunda bir 'demek istiyorum ki'dir; zira sanat eseri özünde iletişim olasılığını saklı tutan bir dil'dir. O halde söylemek istediği bir şey olmayan kişinin sanatı rahat bırakması gerekir; dil ancak kendisine ihtiyaç duyduğumuz ölçüde teslim olur bize (s. 135)."
Türkiye'de bir zamanlar figüratif/soyut tartışması modaydı; şimdilerde de modernizm/postmodernizm. Her başlıkta, bu tartışmaların özünde yatanı kavradığını ve beslendiğini seziyoruz; ama modaya paçasını kaptırmamış Ergüven. Sıkıntısı, karşısındak görüntüye elinden geldiği kadar nüfuz edip, onu düşünsel (felsefi?) boyutta yorumlamak, kendince onun sonsuz oluş sürecine katkıda bulunmak. Kuşkusuz, ortaya koydukları kendi doğruları. Ancak okurken, onunkilerin hemen altında gizlenen kendi doğrularınızla karşılaşmaya hazır olun.