Ahmet Oktay, “Estetiğin yapıbozumu ve 'farklı'nın temellendirilmesi”, Virgül, Sayı 15, Ocak 1999
Mehmet Ergüven'in çabasının farklılık/ötekilik kavram çiftinin meşrulaştırılmasına ve temellendirilmesine yönelik olduğunu, özgürlükçü/özgürleşimci ve eşitlikçi bir toplum ütopyasının Öteki'den kopamayacağını kanıtlamayı ön-aldığını düşünüyorum. Tam da bu yüzden, sanat tarihinin, bakar bakmaz hayran kaldığımız, ürktüğümüz, ağlamak istediğimiz resimlerin, fotoğrafların üzerine attığı aşkınlaştırılmış güzellik şalını çekip alıyor ve bizi maddî/manevî anlamda sömürüldüğümüz, aldatıldığımız gerçek yaşam alanıyla yüz yüze getiriyor. Düşüncelerin olduğu kadar toplumsal ve cinsel kimliklerin de içinde belirlendiği, koşullandırıldığı iktidar ilişkileriyle yani.
Ara Güler'in fotoğrafın sanat sayılmasına şiddetle karşı çıktığını biliyoruz. Gel gelelim, Ergüven'in fotoğrafı birincil konuma yükselterek ve fotoğraf yorumlarına öncelik tanıyarak, hem fotoğrafik olanla poetik olan arasındaki karşıtlığa ve özdeşlenemezliğe dikkati çekmek istediğini hem de sabitlenmiş gibi görünen fotoğrafın gerçekliği ile poetik düşlem arasında diyalojik bir temas noktası aradığını düşünüyorum. Güler'in günümüz koşullarında hayli sekter olduğu söylenebilecek yaklaşımının, fotoğrafın her şeyden önce gerçekliğin dolaysız bir gösterimi olduğu kanısından kaynaklandığı söylenebilir. Bir yanıyla doğrudur elbet. Ama Ergüven, bir katkıda bulunur bu noktada; estetik/sanatsal düzlemde değil belki, farklılık düzleminde. Fotoğrafik gerçekliğin saptanmasında asıl öğe deklanşöre basan parmak değil, kadrajı belirleyen Göz'dür. Bu belirleyişteki farklılık düzeyi ve gücü, genelinde gazete fotoğrafçılığı ile sanat fotoğrafçılığını eşitlemekte ya da karşıtlamakta başlı başına bir sorun alanı üretir aslında.
Burada Mehmet Ergüven'in tüm söylemsel evrenini tüm boyutlarıyla çözümlemek gibi bir amacım olmadığını belirtmeliyim. Sözü Görmece ve Pusudaki Ten adlı kitaplarına getirmeden, vurgulanması gereken bir noktaya daha değinmeliyim: Dil ve biçem. Ergüven yorumu, "Türk resmine sahip çıkma yolunda en güçlü tutamaç" olarak nitelerken Yoruma Doğru'da, şunu ekler: "Her yorum, bir biçem sorunudur aynı zamanda". Marksizm, alımlama estetiği ve göstergebilimle diyalojik bir ilişkiye giren yorumsamacı ya da tersine, yorumsamacılık, alımlama estetiği ve göstergebilimle temas noktaları arayan Marksçı eleştiri anlayışlarının, bu ilişki sırasında E. Laclau'nun söyleyişiyle, uğradıkları çapraz döllenme dolayısıyla resim dilini felsefîleştirme eğilimine kapıldığı söylenebilir bir anlamda. Ne var ki Ergüven'deki bu eğilim, kimi eleştirmecilerde gözlenen boşsözcülük (verbalism) ve gösterişçilikle eş anlamda tutulamaz. Ergüven'deki felsefîleştirme ve terminolojik olma, yapay değil örgenseldir; kavramlar, terimler ve sözcükler, bağlamsal olarak örgütlenmektedir. Bu noktayı belirttikten sonra, Ergüven'in dilinin ve biçeminin, resmi sadece beğeni sorunu olarak algılamakla yetinen donanımsız okura hayli çetin geleceğini eklemeliyim. Sosyo-politik ve sosyo-kültürel bağlamdan yola çıktığı söylenebilecek olan Ergüven, tam da bu yüzden, iktidar ve güç ilişkisini tartışırken imgesel ve simgesel bir düzeye başvurur: Maria Callas yazısına ("Maria ve Callas", Mavi Sakal Haklı içinde) "büyük bir phallus'a sahipmiş gibi görünmek isteyen" bir gençten söz ederek başlar. Callas'ın gücü, yeteneğinden kaynaklandığı kadar başkalarınca (opera ve film yönetmenleri, magazin basını, televizyonlar vb.) yaratılan imgesinden geliyordu. Ama yapaydı bu imge ve somut yaşamda giderek sesi yiyip bitiriyordu. Bu süreç son kertede toplumsaldır ve iktidar ilişkileri içinde oluşur. İşte Ergüven bu yüzden Callas'ı "büyük bir phallus'a sahipmiş gibi görünmek isteyen" gençle çözümlemeye girişir. Birbirine karşıtmış izlenimi veren düzeyler böylece bir bağlam-belirleyici tarafından eklemlendirilirler. Sahte imgeye kapılanları "henüz muhallebi çocuğuyken Zapata'yı da oynayabilirler" diye eleştiren Ergüven, "seçeneksiz olduğuna inanan yöneticilerin hepsini" de biraz Callas'a benzetir ve sorunsalı daha genelleştirmeyi başarır.
Görmece: Niye kitabına ad yapıyor bir belirteç (zarf) olan bu sözcüğü Ergüven acaba? Gerçek denilen şeyle ya da insanın somut koşuluyla mücadele, sadece siyasal önderlerin uyarıları ve özgürlüğü savunan yazarların, ressamların imgesel/düşlemsel betimlemeleri, eğretilemeleri ve öngörüleriyle değil, bu somut koşulların hem nesnesi hem öznesi olan bireylerin nesneleri, olguları, görüntüleri görebilmeleri ya da görebilmeyi istemeleri koşuluyla da bağlantılıdır. Simgeler ve imgeler, ancak tarihsel boyutta eklemlendirilebilmeleri halinde yukarıda söz konusu ettiğim düzleştirilmeden kurtarılabilirler. "Eller ve Öteki" adlı yazısında tam da bunu gerçekleştirmektedir Ergüven: İnsanın bir organı olan el, aynı zamanda bir simgedir: İktidar ilişkilerine ilişkin bir simge. Julius Caesar'ı alkışlayan, ululayan eller ile Grozni'de ekmek isteyen eller aslında, aralarında yüzyıllar bulunan iki toplumda da "insan haklarının" gerçekleşmemiş olduğunu gösterirler bize. Ama sadece iktidarla yurttaş arasındaki olumlayıcı ve hayırlayıcı ilişkiyi anlamlandırmakla sınırlı değildir elin simgesel işlevi. Ergüven, el'de ontolojik bir okuma yapar: "Astrolojinin ilgi alanı içine giren avuç içiyle geleceği okurken, tersiyle de (elin üstü) bugünü görürüz -hiç kimse elinden daha genç değildir. Yüzle yarışan el derisi, tıpkı bir sismograf hassasiyetiyle sağlığımızı da gösterir; deforme olan parmakların ucundaki sararmış tırnaklar, kırış kırış cilt, kabına sığmakta zorlanan damarlar vb., elin üst yüzü ölümle aramızdaki mesafenin işaret levhasına dönüşmüştür". Yaşlı ve genç eller arasındaki dramatik gerilimi siyasal ve yaşamsal düzeylere içkinleştirerek betimleyen Ergüven, yorumsamacı çözümlemenin başka disiplinlerle girdiği çapraz döllenme aracılığıyla ulaşabileceği zengin içeriği yetkin biçimde sergiliyor bu yazıda.
"Kartpostal ve Kitsch" ile "Fotoroman" adlı birbirini izleyen yazılarda ise Ergüven, kitle kültürünün bana da son derece şaibeli görünen demokratikleştirici işlevini irdeliyor ve turistikleri de dahil olmak üzere ulusal kahramanların, siyasal önderlerin, sinema oyuncularının, futbolcuların kartpostallarında cisimleşen görsel ideolojinin uyumlandırıcı içeriğini açığa çıkarıyor. Fotoroman dünyası için de geçerli öne sürmelerdir bunlar. Kuşkusuz kitsch'in varlığı yadsınmaz bu yazılarda. Tam da bu yüzden, yani kitsch olguları nesnel toplumsal koşullarda ve zamansal düzlemde (geçmiş, şimdi ve gelecek boyutunda) ele alındığı için de, kitle kültürünün gerçekliğini reddeden yorumları sorunsallaştırır.
Görmece, bana tümüyle bir ilişkilendirmeler kitabı olarak görünüyor ya da arasılıklar kitabı olarak: Metinlerarası, sanatlararası, söylemlerarası. Ergüven, Ucello'nun 1455'lerde yapılmış "San Romano Savaşı" resmi ile 1960'lara ait Seul'deki öğrenci-polis çatışmasını, daha doğrusu üniversiteye bir polis baskınına (görülüyor; bir sözcük farkı, siyasal/ideolojik aidiyet boyutunu ters yüz etmektedir) ait bir fotoğrafı eşsüremsel düzlemde okuyarak, görmenin ya da Görmecenin görüntü ile var olan arasındaki bağlantının kavranılması açısından ne kadar yaşamsal olduğunu saptamaya girişiyor. Ya da "Maske" adlı yazı, resim ile fotoğraf (M. Horasan'ın resimleri ve M. Dietrich'in bir film karesi), edebiyat ile psikoanaliz (Kafka ve aşağılık duygusu) arasındaki bağlantılara ve geçişimlere göndermeler yapıyor. Ama, burada çok dikkatli olmak gerekmektedir. Çünkü yazının asıl bağlam belirleyici bağlamı, cinsel kimlik ile cinsel kimliği temsil biçimlerinin sorgulanmasıdır. Bu sorgulama sırasında Ergüven yasaklanmışın alanına gönderir okuru. Erkekliğin temsilinin salt güçlü vücuda indirgenmesinin maskesini düşürmek görevini üstlenir: Erkek gövdesi "önü kadar arkasıyla da cinsel haz objesi" olarak konumlandırılır. (...)
Görmece'nin, ilişkilendirmeler ya da arasılıklar düzleminde geliştirdiği söylem, yargısal önermeler içermiyor olsa bile, belli ölçüde içerdiği öznellik dolayısıyla, hiç kuşkusuz kültürel/sanatsal ve siyasal/ideolojik düzeylerde birçok okuru olumsuzlayıcı bir tutum almaya zorlayan birçok provokatif öne sürme içeriyor. Bu provokasyon daha önce belirttiğim gibi Ergüven'in dilinden, biçeminden kaynaklanıyor büyük ölçüde. Sergi gezmeyen, resim kuramıyla ilgilenmeyen ya da resmi gerçekliğin yansıtılması olarak algılayan okura da, yazara da Ergüven ilk bakışta elitist gelecektir. Ama öğrenmek, düşünmek ve kuşkulanmak isteyen, salto mortale'yi züppelik olarak algılamayacaktır. Bu noktada, proletaryaya siyasal silahını sağlayan Marx'ın çok dilliliği ve entelektüelliği anımsatılabilir.