Murat Belge, Sunuş, s. 5-8
Latif Demirci çizdiği dünyanın, özellikle de insanların, "sahici" ya da "gerçek" gibi sıfatlarla andığımız dünyaya ve insanlara çok benzemediğinin farkında olmalıdır. Ama bundan fazla şikâyetçi olduğunu sanmıyorum. Olsa olsa, "sahici" dünyanın eksikliğine veriyordur aradaki farkı. Zaten benzerlik çoğalsa, o da başka türlü çizmek zorunda kalacaktı.
Karikatürcülere baktığımda ayırıcı bir çizgi görürüm: Yetişkinler ve çocuklar. Birincinin klasik örneği bence Damuier'dir. Damuier, yetişkinler dünyasının aşina biçimlerini, gene yetişkin bir mizah duygusuyla yeniden yorumlar. "Çocuklar" kategorisinin en büyük örneği ise, bence, Charles Dickens'tır. Dickens'ın hayatında muhtemelen tek bir karikatür çizmemiş olması, benim bu yargım çerçevesinde, geçerli değil; çünkü o, bazı rastlantılar sonucu, sözel bir karikatürcü olmuş. David Copperfield'in yüzlerce sayfası boyunca topu topu iki cümle içinde görünüp kaybolan birini anlatırken, "o kadar uzun bacakları vardı ki bir başkasının ikindi vakti gölgesini andırıyordu," deyiverir. İşte bu, karikatürdür.
Dünya çocuk gözüne taze görünür. Her şey yenidir ve o göz, bu şeyler arasında, yetişkin mantığına uygun ilişkiler aramaz. Şaşırtıcı bir doğallıkla, en aykırı, en kendiliğinden abartılı,
en çarpıcı özelliği yakalar. Bu, diyelim ki, iri boyutlu bir karga burnudur. Burun geri kalana hemen egemen olur, geri kalanı kendine göre biçimlendirir. İri bir koltuk Alaeddin'in lambasından çıkan cine, kuyruklu bir piyano St.George'un tepelediği ejderhaya benzeyiverir.
Latif Demirci de bence bu ikinci kategori içinde karikatür çizen biridir. Aslında hal böyle olunca, yapılan işe "karikatür çizmek" demek yanıltıcı oluyor. Böyle kişiler dünyaya bakınca zaten karikatür görüyorlar, sonra onu çiziyorlar – karikatür çizimde değil, daha önce oluşuyor.
Ama her "çocuk", belirli bir zaman ve mekânda varolan bir çocuktur. Latif Demirci'nin çocukluğunun İstanbul'da, Altımermer'de geçtiğini biliyorum. Burada, Bizans'ın büyük, üstü açık sarnıçlarından biri vardır ve semtin adı buradan gelir. Çocukların sokakta oynayıp sokakta büyüdüğü bu mahallede, pitoresk bir bostan haline gelen bu koca sarnıç herhalde uçsuz bucaksız bir serüven kaynağıydı. Böyle mahallelerde hayat biraz kaba, bir hayli serttir. Latif buradan, sonraki yıllarına, ciddi bir gerçeklik duygusu birikimi taşımış olmalı – pek fazla danteli, farbalası olmayan, beş duyuyu habire birtakım keskin duyumlarla besleyen bir gerçeklik.
Latif Demirci'nin çocukluk yıllarında Istanbul'un bu gibi kenar semtlerindeki yoksulluk, pek öyle boynu bükük bir yoksulluk değildi. İçine kapalı mahalle, sahip olmadığı şeylerin hayalini ancak masalsı bir duyarlıkla kurardı. Paylaşılacak fazla varlık olmadığı için yoksulluk paylaşılırdı – bunun yoksulluk olduğu da pek bilinmeden. Latif'in geçmişten bugüne getirdiği bu önemli şeyler arasında cesaret ve kutsallık tanımazlığın da olduğunu sanıyorum.
"Kutsallık", Türkiye hayatında yukarılarda kurulup aşağılara şırınga edilen –edilmeye çalışılan– bir şeydir. Her sınıfın, ideolojinin, hayat tarzının, çok zaman birbirleriyle çelişen kutsallıkları vardır ve yarı-tabu nitelikler edinmişlerdir. İnsanlar, "müesses nizam"la ne kadar iç içe yaşarsa, tabuları da bir o kadar içselleştirirler. Belki buna tam bir "içselleştirme" dememek gerekiyor: varlığını bilmek ve ilişmemek, üstüne kafa yormayıp yanından dolaşmak gibi tavırlar daha geçerli.
Oysa Latif Demirci, gözünde özel bir ışıltı olan bir adamdır. Hele birilerinin kutsal saydığı şeylerle karşılaştığı zaman bu ışıltı harekete geçer ve ağzının kenarında bir gülümseme başlangıcı ona eşlik eder. Bu durumda anlayın ki Latif, olan biten iş her neyse onun matraklığını yakalamış, zihninde karikatürünü çizmeye başlamıştır.
Böyle adamları kimse zaptedemez.
Zaten mizahın özelliği de hizaya girmemektir.
Latif Demirci'nin dünyada ve insanlarda bulduğu komiklik, boynu bükük olmadığı gibi, buruk da değildir. Üst sınıfların görmemeye çalıştığı, hayatlarından büsbütün silemeseler de hiç değilse görünmez hale getirmeye özen gösterdiği bir yığın şeyi –ne bileyim, ayak kokusundan gömlek yakasına sinen kire kadar bir sürü şey– Latif, sıradan olgular olarak öğrenmiştir. Bunlara düşkünlüğü yoktur aslında; gerçekliği buraya indirgemeye de çalışmaz. Ama bunlara karşı "kibar" bir tiksintisi de yoktur. "İnsanın evrenselliği" üzerine diskur geçerken, birtakım "yüce" değerleri de öne çıkarmaktan kendimizi alamayız. Latif'in de buna ciddi bir itirazı yoktur; yalnız, böyle " evrensellik" tasarımlarında örneğin sivilcenin, kaşıntının, çürük dişin de hakkını yemek istemez. Dünyada evrensellik diye bir şey varsa, bunların sadece yüceliklerden değil, biraz da süfliliklerden oluştuğunu bilir.
Aslında çok şey bilir. Onun için gülüşü hem çocuksu, hem de bilgecedir (Herhalde Hegel de bilgeliğin çocuksuluğu içermesi gerektiğini kabul ederdi). Dalgasını geçer, geçmemek elinde değildir. Ama dalga geçtiği şeyi kendinden dışlamaz – bir yandan sever onu. Belki zaten bunun için karikatür çiziyordur; dünyayı sevmeme akıbetinden kendini kurtarmak için.
Latif Demirci durmadan çizdi. Yığınla dergi serüveninde yer aldı, hem takım çalışması içinde bulundu, hem de bireysel yeteneklerini geliştirdi. Oldukça erken edindiği bazı temel özellikleri koruyarak, aslında değişik çıkışlar da yaptı. Örneğin bir yandan "Muhlis Bey" gibi unutulmaz bir karakter yaratırken, bir yandan yeni kent entelijansiyası Latif'in fırçasıyla fırçalandı.
Pek görüşemediğimiz ve faaliyetini izleyemediğim son dönemde dünya resminden etkilendiği anlaşılıyor. Bu alanda zihnimizde yerleşmiş ve efsaneleşmiş nice imge vardır:
Van Gogh'un patetes yedirdiği köylülerden Degas'ın zor hareketler yaptırdığı balerinlere kadar. Şimdilerde Latif de bunlarla ilgilenmeye başlamış.
İlgilenir ilgilenmez, bu ressamlarda ve yaptıkları resimlerde bazı eksiklikler tesbit ettiği sonucunu çıkarıyorum. Başlıca eksiklik, galiba, bu adamların Altımermer'den geçmemiş olmaları. Ama bu arada Altımermer'in de önemli bir eksikliği var: bu tür adamlar gelip çizmemiş orada olup bitenleri.
Bu ikili eksiklik karşısında, Latif, sorumlu bir insan olarak, eyleme geçiyor ve resimleri, kendi –yerinde– deyimiyle, "tercüme etmeye" başlıyor. Bizim tarihimizde Tercüman-ı Ahval var, Tercüman-ı Efkâr da var; "Tercüman-ı Eşkal" niye olmasın?
"Kutsallık" kavramıyla büyümüş biz yetişkinlerin haddine mi düşmüş koskoca mynheer Rembrandt'ı kolundan tutup çeke çekiştire Altımermer'e getirmek? Ama yaramaz mahalle çocuğu Latif'in böyle durdurucu duyguları yok. Belli ki sevmiş Rambant Amca'yı, mahalleye gelip bir de Hüseyin Efendi'yi çizmeye ikna etmiş.
Bu kendine özgü "yeniden üretim" ya da "kopya"larda, ilkin, bir adaptasyon ve lokalizasyon çabası var gibi görünüyor. Bazille'in dere kıyısında eğlenen figürleri, o halleriyle, dünyanın ortak belleğine yerleşmişler, öylece evrenselleşmişler. Onları alıp Kocamustafapaşa'nın yokuşlarından Samatya kıyısına indirince, evrenselden yerele götürmüş olmuyor musunuz? Belki biraz öyle.
Ama belki de değil. Çünkü zaten onlar da aslında yerel. Onlar Seine kıyısında güneşlenirken, birileri de Samatya kıyısında güneşleniyordu. Bu ikincileri çizen olmadığı için hakları yendi – zaten bütün hayatları yoksunluk içinde geçmişti, yoksunluğun ne olduğunu bile yeterince öğrenemeden.
Dolayısıyla Latif o Fransız delikanlılarını ve bütün ötekileri Altımermer gerçekliğine tercüme ediyor: İskambilciler bir el de Arapkir kıraathanesinde oynuyorlar; Matisse'in kadını bacağını bir de Cerrahpaşa üslubunda kaşıyor; Haseki'li kasap İbrahim'in İshak, baba korkusuyla debelenmeden durmaya çalışıyor; Davutpaşa'lı potansiyel oğlan, evde yalnız kaldığı bir gün, poposunu açık havaya veriyor. Mahallede bu işler olurken Latif'in gözünde bir ışıltı, ağzının kenarında bir gülümseme başlangıcı var.