"Akdeniz Kültürü", s. 125-128
İzlenimler yüzeysel bir örtü oluştururlar, daha derin bir başka gerçeğe ileten görünmez yollar buraya açılır gibidir. Düşünme eylemiyle, o yüzeyleri sağlam kıyı toprakları gibi geride bırakıp, insana somut destek noktaları vermeyen örümcek ağı gibi bir öğenin içine atıldığımızı duyarız. Bir kendimize güvenerek ilerleriz, ağırlıktan yoksun kalıpların yer aldığı havadan bir ortamda; bir kendi çabamızla boşlukta asılı kalmayı başarırız. İçimizden sipsivri bir kuşku dürter: En ufak sarsıntımızla her şey yıkılacak, bizi de birlikte alaşağı edecektir sanki. Düşüncelere daldığımızda, ruhumuz her türlü gerilime dayanmak durumundadır; insanın tüm benliğini kaplayan, acılı bir çabadır bu.
Düşüncelere daldığımızda, fikir yığınları arasından bir yol açarız kendimize, kavramları birbirinden ayırt ederiz, bakışlarımızla birbirlerine en yakın duran kavramlar arasındaki görünmez yarıktan içeriye süzülür, her birini yerli yerine koyduktan sonra, bir daha birbirlerine karışmalarını önleyecek görünmez kıskaçlarla tuttururuz. Ondan sonra, artık siluetlerini apaçık, pırıl pırıl sergileyen idea'ların doğasında gönlümüzce gezip tozabiliriz.
Neyleyim ki o çabayı gösteremeyen kimseler de vardır yeryüzünde; idea'lar ülkesinde kürek çekmeye zorlandıklarında zihinsel bir deniz tutmasına uğrayan kimseler. Girift olmuş kavramlar sürüsü onların yolunu keser. Hiçbir yandan çıkış yolu bulamazlar; çevrelerinde yoğun bir karışıklık, dilsiz, boğucu bir sisten başka şey göremezler.
Çocukluğumda Menéndez Pelayo'nun kitaplarını inançla okurdum. O kitaplarda sık sık "Cermen sisleri"nden söz edilirdi, yazar o sislerin karşısına "Latin berraklığı"nı çıkarırdı. Ben bir yandan kendimi derinden ferahlamış duyardım; öte yandan, ömür boyu sislere hükümlü bulunan o zavallı Kuzey insanları yüreğimi sızlatırdı doğrusu.
Milyonlarca kişinin, binlerce yıl, göründüğü kadarıyla hiç yakınmadan, hatta memnun bile olarak hüzünlü yazgılarını öyle sabırla sürüklemeleri de beni pek şaşırtırdı bu arada.
Daha sonraları araştırınca bunun yalnızca bir yanlış bilgi olduğunu anlayabildim, bizim talihsiz soyumuzu zehirleyen bir alay yanlışlıktan biri. Aslında "Cermen sisleri" falan yok, tabii "Latin berraklığı" da. Ortada yalnızca iki sözcük var ki, eğer somut bir anlam içeriyorlarsa, o da maksatlı bir yanlış olduklarıdır.
Gerçekten de Cermen kültürü ile Latin kültürü arasında temel bir ayrılık var; Cermen kültürü derin gerçeklerin kültürü, Latin kültürü ise yüzeylerin. Aslında bunlar Avrupa kültürü denen bütünün iki ayrı boyutu. Ama ikisinin arasında bir berraklık farkı yok.
Yine de, şu berraklık-karmaşa karşıtlığının yerine yüzey-derinlik karşıtlığını koymayı denemeden önce yanlışın kaynağını kurutmalıyız.
Yanlış, "Latin kültürü" sözcüğünden anlamak istediğimiz şeyden doğuyor.
Bizim –biz Fransızlar, İtalyanlar ve İspanyolların– gönlümüzde yatan ve küçümsendiğimiz zamanlarda okşayıp avunduğumuz bir yaldızlı aldatmacadır bu. Bir zayıf yanımız var, kendimizi Tanrıların çocukları sanıyoruz; "Latincilik" zihnimizde kendi damarlarımızla Zeus'un kasıkları arasına çektiğimiz bir soyağacı kanalı. Latinliğimiz bir özür ve ikiyüzlülük örneği; aslında Roma'yı umursadığımız yok. Roma'nın yedi tepesi, Ege denizinde parıldayan şanlı görkemi, tanrısal ışıkların kaynağı Yunanistan'ı uzaklardan keşfetmek için seçebileceğimiz en rahat yer, o kadar. Aldatmacamız bu işte: Helen ruhunun mirasçıları sanıyoruz kendimizi.
Bundan elli yıl öncesine değin, Yunan'dan ve Roma'dan, ayrım gözetmeksizin, iki klasik halk olarak söz ediliyordu. O günden bugüne filoloji epey yol aldı: Arı ve öz olanla barbar taklitleri ve karışımları özenle birbirinden ayırmayı öğrendi.
Her geçen gün Yunan dünya tarihindeki sıra dışı konumunu daha büyük bir güçle vurguluyor. O ayrıcalık tümüyle somut belli nedenlere dayanıyor: Avrupa kültürünün temel konularını Yunan yaratmıştır, Avrupa kültürü de, daha üstün bir kültür ortaya çıkmadıkça, tarihin başkişisidir.
Ve tarih araştırmalarında her yeni ilerleme giderek Yunan'ı Doğu dünyasından biraz daha ayırıyor, o dünyanın Helenler üzerinde yapmış olduğu sanılan doğrudan etkiyi sınırlıyor. Öte yandan, Roma halkının klasik konular yaratmadaki yeteneksizliği giderek açığa çıkmada; Yunan ile işbirliği yapmamış; doğrusunu isterseniz, onu anlamayı bile hiçbir zaman başaramamış. Üst düzeydeki Roma kültürü tümüyle yansıma – bir tür Batı'nın Japonyası. Ona kala kala yalnızca kurumları yaratan Esin Perisi olan hukuk kalıyordu, şimdi artık hukuku da Yunan'dan öğrenmiş olduğu ortaya çıkıyor.
Roma'yı Pire limanına demirli tutan basmakalıp fikirlerin zinciri bir kez kırıldıktan sonra, tedirginliğiyle ünlü İyon Denizi'nin dalgaları evine zorla girmiş bir yabancıyı kovar gibi, onu ta Akdeniz'e kadar sürdüler.
Şimdi artık görüyoruz ki Roma bir Akdeniz halkından başka bir şey değilmiş.
Böylelikle karışık ve ikiyüzlü Latin kültürü kavramının yerini alacak bir yeni kavram kazanmış oluyoruz; ortada bir Latin kültürü yok, Akdeniz kültürü var. Birkaç yüzyıl boyunca, dünya tarihi bu iç denizin havzasına kısıtlı kaldı: İskenderiye'den Calpe'ye, Calpe'den Barcelona'ya, Marsilya'ya, Ostia'ya, Sicilya'ya, Girit'e kadar, denize yakın bir alanda yerleşmiş halkların rol aldıkları bir kıyı tarihidir bu. Özgül kültür dalgası belki Roma'da başlar, oradan da öğle güneşinin tanrısal titreşimi altında kıyı şeridi boyunca aktarılır. Ne var ki aynı şey kıyının başka herhangi bir noktasında da başlayabilirdi. Dahası var, bir an geldi, talih az kalsın girişimi bir başka halkın eline bırakacak gibi oldu: Kartaca'nın eline. O görkemli savaşlarda –denizimiz o ışıl ışıl güneş kanıyla parıldayan kılıçların anısını yakamozlarında saklıyor hâlâ–, o görkemli savaşlarda, diyordum, özde birbirinin tıpkısı iki halk vuruştular. Sonuçta eğer zafer Roma'dan Kartaca'ya taşınmış olsaydı belki de sonraki yüzyılların çehresi pek değişmeyecekti. Her iki halk da Helen ruhundan aynı mutlak uzaklıktaydılar. Coğrafi konumları eşdeğerliydi ve büyük ticaret yolları değişmeyecekti. Ruhsal yatkınlıkları da eşdeğerliydi: Aynı fikirler aynı zihinsel yolları izleyeceklerdi. Akdenizli yüreğimizde Scipio'nun yerine Anibal'i koyabilirdik de farkına bile varmazdık.
Dolayısıyla, Kuzey Afrika halklarının kurumlarıyla Güney Avrupalılarınki arasında benzerlikler görülmesine hiç şaşmamalı.
Bu kıyılar denizin çocuğudurlar, denizin parçasıdırlar ve iç kesimlere sırt çevirmiş olarak yaşarlar. Denizin birliği karşılıklı kıyıların kimliğini temellendirir.
Kuzey kıyısıyla Güney kıyısına değişik değerler yükleyerek Akdeniz dünyasını ikiye bölmek istemek tarihsel bakış açısının yanlış oluşundandır. Avrupa ve Afrika'nın iki muazzam kavramsal çekim merkezi olduğu fikri tarihçilerin düşüncesinde o anakaraların kıyılarını da kapsamına aldı. Hiç fark etmediler ki Akdeniz kültürü bir gerçek iken ne Avrupa vardı, ne de Afrika. Avrupa Cermenler'in tarihsel dünyanın tekil yapısına tam anlamıyla katılmalarıyla başlar. O zaman Afrika "Avrupa-olmayan", Avrupa'dan ayrı olan kimliğiyle doğar. İtalya'nın, Fransa'nın ve İspanya'nın Cermenleşmesiyle Akdeniz kültürü saf bir gerçek olmaktan çıkar, Cermenlik oranının ölçüsüne indirgenir.
Ticaret yolları iç denizden uzaklaşmakta, yavaş yavaş Avrupa anakarasının içerilerine doğru kaymaktadırlar; Yunanistan'da doğmuş olan düşünceler Cermen ülkesinin yolunu tutarlar. Platon'un idea'ları uzun bir uyku uyuduktan sonra Galilei'nin, Descartes'ın, Leibniz'in, Kant'ın Cermen kafataslarının içinde uyanırlar. Aiskhylos'un fizikötesinden çok etik nitelikli tanrısı Luther'de kabasaba bir güçle yankılanır; katıksız Atina demokrasisi Rousseau'da yansır, Parthenon'un yüzlerce yıl kimsenin el değdirmediği Esin Perileri günün birinde kendilerini Donatello ile Michelangelo'nun kollarına bırakırlar, Cermen soyundan gelme Floransalı delikanlıların kollarına yani.