Ahmet Cemal, Sunuş, s. 7-9
Ingeborg Bachmann'la bir okur olarak tanışmam, yetmişli yılların hemen başına rastlar. Yanılmıyorsam "Roma'da Gördüklerim ve Duyduklarım" adlı denemesi, okuduğum ilk eseri olmuştu. Ardından bazı öykülerini okudum. Otuzuncu Yaş'la birlikte, Bachmann'dan epey uzun bir süre ayrılmayacağımı biliyordum. 1971 yılında yayımlanan Malina adlı romanını okuduktan sonra ise, artık bu defa bir çevirmen olarak Bachmann'ı çevirmeden rahat edemeyeceğimin bilincindeydim.
O hızla, 1973 başlarında Malina'yı çevirmeye başladım; ancak bir süre sonra çalışmalarımı durdurdum. Gerek Almancam, gerekse Türkçem, teknik açıdan belki yeterliydi bu romanı çevirmem için. Gelgelelim olgunluk düzeyim, Malina'daki roman gerçekliğini ve dünyayı Türkçe'de yeniden kurabilmem için gerekli düzeyin henüz çok uzağındaydı. Bu yönde ikinci bir girişimde bulunabilme gücünü ancak 1985 sonbaharında duydum. Ama artık Bachmann'la ve Malina'yla hesaplaşmaya, gerçek bir yazın ürününü çevirebilmenin temel koşulu olan o çok kendine özgü diyaloğu kurmaya her bakımdan hazırdım; öyle ki, romanın çevirisinin başına 1 Eylül günü oturdum, 30 Eylül günü bitirmiş olarak kalktım. Bu hız, bu yoğunluk elbet rasgele değildi. Aradan geçen on yılı aşkın süre içersinde Bachmann'ın bütün yaratısıyla, ayrıca onun gerek Viyana'da, gerekse Roma'da yaşamış olduğu çevrelerle yeterince yakın bir ilişkiyi kurabilmiştim.
Bütünüyle kendi kişisel seçimlerimin ürünü olan bu seçki de, aslında 1970'lerden bu yana Bachmann'la paylaştığım bir yaşamın dönemeçlerinden biri. Ve bu çeviri serüveni sanırım ancak yazarın öykülerini de dilimize aktardığım gün noktalanabilecek. Bu seçkide kendi çevirilerimin yanı sıra, Bachmann'dan daha önce başkalarınca yapılmış çevirilere de yer vermem düşünülebilirdi. Ne var ki –yapay alçakgönüllülüklere inanmayan, ama eleştiriye çok önem veren biri olarak– o çevirilerin hiçbirinin Bachmann'ın sesini taşımadığını belirtmek zorundayım. Bachmann'ın her şeyden önce çok büyük bir şair olması, yaşamının bir noktasından sonra kendisi şiiri artık bıraktığını söylese bile, bütün düzyazılarını da bir düzyazı-şiir üslubuyla kaleme almış olması, çevirmenlere çeşitli tuzaklar hazırlamış olabilir. Gerçek şu ki, Bachmann'ın şiiri yeterince özümsenmeden, lirizmin bu sanatçının bütün dünyasını nasıl biçimlemiş olduğuna dikkat edilmeden şiirleri dışında kalan eserlerini çevirmeye kalkmak, başarı şansı olmayan bir girişimdir.
1926 yılında Avusturya'nın Klagenfurt kentinde doğan Ingeborg Bachmann, özellikle 1945'ten sonraki dönemde yalnız Avusturya edebiyatının değil, ama Avrupa edebiyatının sayılı şair ve yazarları arasında yer aldı. Yalnız Avusturya edebiyatı açısından ele alındığında ise, Broch-Musil-Kafka üçlüsünün ardından, başka deyişle onları izleyen kuşakta, Bachmann'ın düzeyinde bir başkasını daha gösterebilmek gerçekten çok güç. İnsanın anlatım aracı ve varoluş koşulu saydığı dil ile sürekli ve acımasız hesaplaşması, bunun yanı sıra şiirlerinin, romanının ve öteki eserlerinin gerçeklik temelini sürekli olarak görünen dünya'da değil, ama bu göstergenin altında yatan'da araması, çağıyla, içinde yaşadığı dünyayla bir düşünen insan kimliğiyle hesaplaşmaktan sonuna kadar vazgeçmemesi, hiç kuşkusuz Bachmann'ı biricik kılan başlıca öğeler arasında yer alıyor.
Malina'nın(*) başına koyduğum "Malina, ya da Günlük Cinayetlerin Romanı" başlıklı giriş yazısında, Bachmann'ı kendi tanıklığıyla anlatabilmek için, sözü sık sık ona bırakmıştım. Bu sözlerden bazılarını buraya da almayı yararlı görüyorum:
"Belli bir an vardı çocukluğumda; o an, benim bütün çocukluğumu yıktı. Hitler'in birliklerinin Klagenfurt'a girişleri. Bu, o denli korkunç bir şeydi ki, anılarım o günle başladı; başka deyişle, erken gelen, o güçte olanını daha sonra çekmediğim bir acıyla." (24 Aralık 1971) Bachmann'ın bu çocukluk izlenimleri, daha sonra Bir Avusturya Kentinde Gençlik adlı öyküsüne kaynaklık edecektir.
"... Bu sözde uygar dünyada, görünüşte uygar davranan insanlar arasında gerçekte sürekli bir savaşın egemenliğinden kuşku mu duyuyorsunuz? İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduklarına inanmıyor musunuz? Kimi zaman herkes açık ve seçik görebiliyor bu gerçeği, ama uzun zaman parçaları boyunca da insanlar yine belli bir dinginlik içersinde yaşayıp gidiyorlar, küçük yaralarıyla, yaralanmalarıyla birlikte ve aslında yaşanabiliyor da bunlarla."
"Çok sayıda yazarın yazmak zorunluluğunu duyduğu büyük olayları yazmak da, bunlardan yakınmak da çok kolaydır. Pakistan'da olanların, şurada, burada olanların korkunç olduğunu söylemek için büyük bir sanatın varlığı gerekmez. Yanıbaşımızda her gün nelerin olup bittiğini, günlük yaşamda insanların insanları nasıl öldürdüklerini söylemek; önce betimlenmesi gereken budur; önce bu yapılmalıdır ki, büyük cinayetlere nasıl yol açıldığı anlaşılabilsin." (7 Ekim 1972)
Şiir, deneme, inceleme, öykü, radyo oyunu ve roman dallarında eserler veren Ingeborg Bachmann, sürekli olarak insana gittikçe daha yabancılaştığına tanık olduğu bir dünyada insanoğlunun sözcülüğünü üstlendi. Kimilerinin karamsarlık diye nitelendirdikleri, gerçekte Bachmann'ın gerçekçilik yanından başkası değildi.
Bu seçkide Bachmann'ın şiirde, öyküde, romanda vb. ne yapmış olduğunu anlatmaktan bilinçli olarak kaçındım. Bir defasında Malina adlı romanını yorumlaması istendiğinde Bachmann, "herkesin kendi yorumunun" önemli olduğunu söylemişti. Kanımca Bachmann, bu seçkide konuşmalarıyla, denemeleriyle ve öteki ürünleriyle kendini ve hangi alanda neler yapmış olduğunu zaten yeterince anlatıyor. Onun için en iyisi, onu okurlarıyla aracısız başbaşa bırakmak...
(*) Malina, Türkçesi Ahmet Cemal, BFS Yayınları, İstanbul, 1985. Yukarı