Alper Oysal, Sunuş, s. 7-33
"Felsefe somut gerçeklikten yola çıkmalı ve sonra tekrar somut gerçekliğe dönmelidir. Felsefenin hareket noktası öyle bir nokta olmalıdır ki, kişi bu noktadan başka bir noktadan başlayamasın. Başka hiçbir şeyden değil de yalnız ondan başlamamızı zorunlu kılan, kendini kayıtsız şartsız üstümüze dayatan bu nokta, acıdır. Acı, ondan yola çıkmamızı gerektiren somut noktadır. Ve, acının karşısında aradığımız da mutluluktan başka bir şey değildir. Tüm düşünce, acı ve mutluluğun somut kutupları arasında kuşatılmıştır." – Rene Le Senne, "La decouverte de dieu"
I
Bu kitap kendini iki önemli kavramla tanıtıyor: Yaratıcılık ve cesaret. Kitabı bulunduğu rafta keşfettiğim sırada tam da benim kafamı kurcalayan iki önemli kavramdı bunlar. Ruhsal daralımlarımdan, yalnızlığımdan sağdığım problemlerin ağına bu iki etkileyici kavram takılmıştı o sıralar. Kitabı okumak cesaret değil de, daha çok bir güven duygusuyla doldurdu beni. Yayıncıma başvurup "niye" bu kitap olduğunu tartıştım. Onlar da yeniye kucak açan, denemeci insanlar oldukları için bu kitabı çevirip yayımlamaya karar verdik.
Kitabın yazarını daha önce duymamıştım. Yavaş yavaş diğer kitaplarını da edindim. Çok ilginç konular üzerine yazmıştı. May, adı belki de Türkiye'de pek işitilmemiş olmasına karşın, Amerikan psikolojisinde önemli bir isim. Varoluşçu psikolojide adı Sartre ile beraber geçerken, varoluşçu psikoterapinin en önde gelen temsilcisi sayılıyor. Spiegelberg May'i Amerika'da varoluşçu fenomenolojideki en önemli isimler arasına alıyor. May'in ünü yazdıkları kadar, Amerika'da fenomenolojik psikolojiye hem yaratıcılık, hem de eleştirellik açısından sağlam bir zemin hazırlamasından da geliyor.
May, gençliğinin başlarında Avrupa'da ressamlık yapmış, bundan sonra da sanatsal yaratıcılık en önemli ilgi alanlarından birini oluşturmuş. Yirmisindeyken Alfred Adler'le çalışmış. Adler'in "aşağılık kuramı"ndaki kaygı kuramını aşırı basitleştirilmiş ve genel bulmuş. Sonra May'in yaşantısında önemli bir karşılaşma oluyor. 1933 yılında Almanya'dan kaçan iki önemli Alman'la karşılaşıyor: Kurt Goldstein ve Paul Tillich. Kurt Goldstein'ın organizma kuramı, kişinin kendini gerçekleştirmesi düşüncesi ve kaygının, organizmanın kendini yıkıma götürecek olan bir duruma karşı gösterdiği tepki olduğu yolundaki görüşü May'i etkiliyor. Derslerini hiç sektirmeden izlediği Tillich ise varoluşçu düşünceyle ve Heidegger'le, Kierkegaard'la aşinalığını sağlıyor.
Otuzlarda üniversitelerde danışmanlık yapan May bu sıralarda Danışmanlık Sanatı adlı kitabını yazıyor. Psikoterapiyle uğraşanlar "nevrozu sevenler" ve "nevrozu sevmeyenler" diye sınıflandırılabilirse, May ilk gruba girerdi herhalde. Ona göre nevroz, taşıdığı geometrik ilerleme boyutundan ötürü insan soyuna verilmiş iyi-belalardan, olumlu-lanetlerden biri. Bu konuya, yani nevroza, yani acı çekmeye yaklaşımlar arasında iki önemli ayrım var: 1) acı, varolan düzenin, yaşamın sürdürülmesine engeldir ve ortadan kaldırılması gerekir; 2) acının varlığı varolan yapının aksadığını gösterir ve üzerine gidildiği takdirde, yeni bir düzenin, yaşamın yaratılmasına giden yolun başlangıcıdır. Bu yüzden acı olgusu ve böylece dünyada kötünün varlığı iki boyutta belirir: 1) içkinlik ve 2) aşkınlık. Acının ve kötünün varlığı, süregidene düşürülen bir şüphe, bir tehdittir ve bu varlığın, çevresinin kuşatılarak yaşamdan soyutlanması, bulaşmasının, yayılmasının önlenmesi ve etrafına çekilen set içinde bertaraf edilmesi gereklidir. Aşkın boyutta ise bu varlık, yeni bir sürecin başlaması, yeni bir düzenin yaratılması için büyütülür, büyüdükçe bilincin içine işlemesi, anlaşılması ve yeni eylem yollarının bulunması kolaylaşır. Modern çağda (Batı'da) genel bir hastalık miti üretildikten sonra, bu hastalıkla (acıyla, kötüyle) uğraşma sorumluluğu belki de modern toplumun en önemli icatlarından biri olan yeni bir uzman-meslek grubuna verildi: Psikolojik bilginin uygulayıcılarına, psikanalist, psikoterapist ve psikiyatristlere. Psikoterapistin (Batı'daki) konumuna biraz aydınlık getirmek için Helen Merrell Lynd'in Utanç'ından alıntı yaparsam:
"Hiçbir meslek psikanalizin üstlendiği sorumlulukla mukayese edilebilecek bir konumda bulunmamıştır. Psikanalist cerrahla mukayese edilmiştir. Oysaki hastayla girdiği yakın ilişki ve ona sağladığı koltuklamadan, güvenden ötürü, sağaltımın içine analistin kendi karakteriyle, kişisel değerleri öylesine karışır ki, bu mukayese bulanıklaşır. Rahiple mukayese edilmiştir. Oysa rahip kendi varsayımlarından ötürü, analistin yıllarca uzayabilecek derinlik almasını gerçekleştiremez, üstelik psikanalize başvuranların pek çoğu Tanrı'nın sesiyle konuşacaklarına Bilim'in sesiyle konuşmayı tercih ediyorlar. Şahsın kendisinden gelmeyen bir yetkiyle, böylesi bir yakınlığın karışımı daha önce karşılaşılmamış bir şey. Bu durum analiste olağanüstü bir güç verir. Analiste gelen kişiler kırılgandırlar, analiz de en azından başlangıç safhasında bu kırılganlığı artırmaya doğru gelişir. Gerek kullandıkları yöntemler, gerekse de bizzat terapinin içeriğinden ötürü, mesleki ilişki ağında, insanlar üzerinde böylesine bir güç kullanan kimse yoktur – rahipler ve bir takım 'ruh sağaltımcıları' dışında...
Analitik tedavinin özü, yani kişinin kendini açması iki durumda olası görünüyor: İlişkinin karşılıklılığı ve bu karşılıklılık içinde açılmanın sevgi ve güven içermesi; açılınan kişinin Tanrı ya da yüksek bir gücün vekili konumunda olması. Analist ise bu konumların hiçbirinde değildir, o ancak bir o ayağının, bir bu ayağının üstüne basabilir; benim görüşüme göre bu problemin tüm karmaşasıyla yüzyüze gelen ancak birkaç analist var."
May'in, ilk kitabından itibaren, Tillich'in etkisiyle özgürleştirici tanrıbilimsel bir yaklaşım içinde olduğu görülür. Lynd'in vurguladığı bu özel insan ilişkisinin (bir insanın diğerinin acılarıyla ilgilenmesi) May üzerinde de derin etki yarattığı hissedilir. İçinde yaşadığı toplumun ürettiği acıyla yüzleşmek heyecan verici gelir ona. Fakat ilgilendiği problemler fazla gelişmemiş, kronikleşmemiş problemlerdir. Bu yüzden henüz psikoterapinin derinliklerine girmez ve konumu danışmanlık boyutundadır. Acının tüm yapıya nüfuz ettirilmesi, genişletilmesiyle bilincin daha derin ve yaratıcı boyutlarına varılmasından konu dışı olarak bahseder. Böyle bir yaklaşımın nasıl bir deneyimi gerektirdiğini anlatır ve üniversite danışmanlığının böyle bir olasılığa soyunamayacağını söyler. May düzenin atadığı bir meslek görevlisi, hizmetli olma konumunu aşar, psikoterapistin kimliğini sorgular. Onun için varoluşun, toplumun, insanın derinine giden bir yoldur yardım felsefesi; acıyla-uğraşma mesleğine atanmış kişinin, felsefenin de ilk durağında olduğunu hissettirir, dile getirir. Bu kitapta da görüleceği üzere May, hep "biz", "bizim", "ben", "sen", "sizin", vs. gibi kişi zamirleriyle doldurur cümlelerini; kitap derin düşünceyle işlenmiş samimi bir mektup havasını taşır.
Terapist konumundaki kişi, tümüyle terapist bireye özgü, sevgi ve güven yaratabilme özelliğinin yanı sıra, Tanrı eşidi bir güç kaynağının vekili olmakta kime bağlanacaktır? Toplum, varlığı yaratan Tanrı'nın yetkisini azalttıktan beri, herşeye gücü yeten bir Bilim miti üretti. Bu Bilim'in psikoloji dalı da, insanı psikolojik düzeye indirgedikten sonra, aynı Bilim'e inanan insanın rızasıyla, ona yaşamı için temel doğruları verdiğini iddia ediyor.
Böyle bir bilimin doktorlarından biri, Nietzsche'yi uzun süre sinir hastası olarak tedavi ettikten sonra, "Hayır," demiş, "Bozukluk sizin sinirlerinizde değil, sinirli olan benim yalnızca." Bir diğer psikiyatrist ise birçok hastanın, tıpla ilgilenenlere, aslında rahibe götürülecek problemlerle geldiklerinden yakınıyor. Frankl ise bu konuda, "Hastalar bize durmadan yaşamlarının anlamı sorusuyla geliyorlar. Biz doktorların görevi tıbba felsefe taşıma değil, ama felsefi sorunları bize getirenler hastaların kendileri. Böyle sorunlarla karşılaşan doktor bugün tek başına köşeye sıkışıyor. Oysaki, tıp, özellikle de psikiyatri, yeni bir alana kaymak zorunda. İsteyen doktor kendine kolay çıkış yolları bulabilir. Mesela psikolojiye sığınmayı tercih ederek, varoluşu içinde, anlam peşinde tinsel bir bunalıma düşen kişinin, patolojik bir semptomu dışavurduğunu söyleyebilir," diyor.
Psikoloji disiplininin içinden bir grup, psikolojinin (ve psikoterapinin) aşkın yanının, bilimsel doktrinlerin içinden çıkarılamayacağını gördü. Bu doktrinler kendilerini aşan varoluş problemleriyle karşılaştıkları zaman, kendilerini ideolojilere dönüştürüyorlardı. Sonuçta terapistin "baba" kimliğinde, kendini merkezde tutarak tedaviyi mükemmel kuramına göre yürüttüğü bir seans ortaya çıkıyordu. Bu kişiler çözüm için 20. yüzyılda büyük bir zenginlikle ortaya çıkan iki aşkın kaynağa başvurdular: Felsefe ve sanata.
Friedman İnsanı Aydınlatan ve Karartan Çağdaş Psikoloji adlı kitabında May'in şu sözünü anasöz olarak kullanır: "Gelecek yıllarda kültürümüzün psikoloji ve psikanalize yaklaşımlarındaki kritik savaşlar, insanın imgesi alanında verilecek." Yaratma Cesareti'nde de May ele aldığı konunun bilim tarafından ne kadar yanlış anlaşıldığını, ya da hiç anlaşılmadığını vurguluyor. Bu vurgular özellikle, insanın bir doğası olmadığı, insanda bir özne-nesne ikililiğinin yapay olduğu ve insandaki duygulanımlara (emotion) yeterince önem verilmediği üzerinde toplanıyor.
May'in ilk önemli eseri Kaygının Anlamı, veremden öle-yazdığının sonrasında yazılmış. May bu kitapta, kaygıyı çağın sorunu ve nevrozun en temel semptomu olarak ele alır. Kaygı sorununun yaşanışını Spinoza'dan, Pascal'a ve Kierkegaard'a kadar inceler. Bu kitapta da Tillich'in etkileri barizdir; Heidegger'den bahsederse de ancak Tillich'in perspektifinden yaklaşır. Varoluşçu hareketten bahsederken onunla özdeşleştiği izlenimini vermez henüz. Freud ve Kierkegaard'dan kaygı olgusunu en derinlemesine anlamış kişiler olarak söz eder. Kaygıyla yüzleşmek sorusu, kaygıyla yakından ilişkili olan, kişiliğin gelişimi sorusuna götürülür.
İlk bağımsız mesajını getirdiği kitabı olan İnsanın Kendini Arayışı, May'in kitabın başlığı olan soruna ilk varoluşçu yaklaşımını da içerir. Bu arayışın hareket noktası, insanlık durumumuzdur. Bu durum yalnızlık ve kaygı dışında beş yitirişle dile gelir. Bu yitirişlerin en anlamlıları, toplumdaki değer merkezinin, benlik duygusunun ve trajedi duygusunun yitirilişidir. May'in getirdiği çözüm ise; İnsan'ın yaratıcı bir süreç içinde kendisinin bilincine vararak benliğini tekrar bulmasıdır.
May, 1950'lerde, Avrupa'da yeni gelişen varoluşçu psikoloji ve felsefeyle ilişkiye giriyor. Bunun sonucunda 1958'de Varoluş ortaya çıkıyor. Ernest Angel ve Henri Ellenberger'le birlikte yazıp derlediği bu kitap Amerika'da yeni bir fenomenoloji ve varoluşçu dalgaya çığır açıyor. Sonuç, birçok varoluşçu dergi, topluluk ve toplantı. Rollo May'in bundan sonra çıkan kitapları: Psikoloji ve İnsan İkilemi, Sevgi ve İstem, Özgürlük ve Kader.
Rollo May'e göre varoluşçu psikoterapi, İnsan, nevroz, sağlık ve İnsan'ın yapacakları üzerine yeterli cevaplar bulunamazken duyulan "ontolojik bir açlık"tan doğdu geldi. Varoluşçu psikoterapi, insan üzerinde çalışırken, onu parçalara bölmeyen ve insanlığını bozmayan bir bilimin olanaklılığı varsayımına dayanmaktadır. Teknik kullanmaktan hoşlanmayan varoluşçu terapistler "hastadan hastaya ve tedavinin her safhasında değişebilecek" bir tavır izlerler. Rollo May'e göre, varoluşçu analizin temsilcileri, Batı kültüründe insanı anlamaya en büyük engellerden biri olarak teknik üzerine getirilen aşırı vurguyu görüyorlar. Bu aşırı-vurgu, insanı hesap edilebilecek, yönetilecek, "analiz edilecek" bir nesne olarak görme ile yan yana gidiyor. Batılı düşünce, anlamanın teknikten sonra geldiğini düşünür; buna göre doğru teknik bulunursa hastanın gizi çözülecektir. Varoluşçu yaklaşım bu eğilimin tam tersini tutar: teknik, anlamadan sonra gelir. Tekniğin işe yararlığı ancak anlamanın kalitesinin yüksekliğiyle söz konusudur. Olgular tek tek alındığında varoluşçu bir terapist belli bir rüyanın, bir mizaç patlamasının yorumunda, klasik bir psikanalistin söyleyeceklerinden farklı bir şey söylemeyebilir. Önemli fark varoluşçu terapinin söyleminin apayrı olmasındadır: varoluşçu terapi, bu rüyanın bu hastanın kendi dünyasındaki varoluşuna ne şekilde ışık tuttuğuna, o anda nerede bulunduğuna, neye doğru hareket ettiğine, rüyanın içinde belli bir karara doğru nasıl bir gizil yönlenme olduğuna yoğunlaşacaktır. "Varoluşçu psikoterapistler özellikle hastanın söyleminde ortaya çıkan karar ve istem unsurlarıyla ilgilenir. Hasta 'belki yapabilirim', veya 'bunu belki de yapabilirdim' dediğinde, onu duyduğumu ona muhakkak gösteririm." Varoluşçu terapistlerin ayırdedici özelliklerinden biri de gelecek üzerinde önemle durmalarıdır. Zamanı psikolojik görüntünün merkezine oturttuktan sonra, geleceğin, şimdi ve geçmişin tersine insanlar için baskın zaman modeli olduğunu savlarlar. Bu savın anlamı geçmişi ve şimdiyi silmek değildir, geçmişi bilebilmenin yolu yaşayan bir insanı, şu özel an içinde, bir geleceğe doğru kendini tasarlayışı içinde görebilmektir. Kişilik, ancak geleceğe ilerleyen izin üzerinde görülebilirse anlaşılabilir; bir insan kendini, ancak bir şekilde geleceğe doğru uzatabildiğinde anlayabilir. Eugen Minkowski'ye göre, geleceği kavrayamamak ve gelecekte yaşayamamak, psikolojik sağlıksızlığın birçok biçiminin ve depresyonların ana koşuludur. Bu söylendiğinde, kişinin daimi bir oluşma süreci olduğu, varoluşunun hep geleceğe taştığı, gelecekten fışkırdığı söylenmiş oluyor. Geçmiş anıların ardarda toplanıp birleştirilmeye kalkılması birçok terapisti çıkmaza sokar, çünkü bu anıların hatırlanabilmesi hastanın kendini geleceğe doğru yönlendirebilme yetisinin gelişmesine bağlıdır. Hasta kendisi için en önem taşıyan ve anlam odağı olan geçmiş deneyimlerini ancak bu anıların temelinde geleceğe doğru bir yönelim yaratabildiğinde hatırlamaya ve tekrar-yaşamaya izin verebilecektir. Bu açıdan bakıldığında, geçmişin hatırlanması geleceğe ilişkin kararlarımıza bağlıdır. Anılar konusunda söylenen, kavrama ve bilgi konusunda da söylenebilir: karar, bilgi ve kavramadan önce gelir. Bir kavrama öyle kendi kendine fırlayıp gelmez, ancak hasta bu kavrama ile bir dünyada yaşamak için gerekli kararları verdiğinde ortaya çıkar. Ancak kararları verecek olan bireyin kendisidir. Bu kararların otantik bir varoluş içinde verilebilmesi için bireyin, geleceğe yöneliminde ortaya çıkardığı varlık olasılıkları kadar, varlığı bulut gibi saran hiçlik olasılıkları ile de yüzleşebilmesi gereklidir. May'e göre, terapist, hastayı geleceğindeki başarısızlık olasılıklarından uzak tutarsa ona hizmet vermemektedir. Bu nokta çok önemlidir, çünkü hastalar (kuşkusuz çocukluktan kalma herşeye gücü yeten, koruyucu büyükler imajını terkedemediklerinden) terapistin başlarına gelebilecek herşeyi nasıl olsa görüyor olduğunu düşünüp, kendi varoluşlarını o kadar ciddiye almayabilirler. Terapilerin çoğunda, hiçlikle girilen bitmeyen mücadelenin, varoluşun geriliminin yaşanması olan kaygı, umutsuzluk ve yaşamın trajik duyumsanışı sulandırılmaktadır. Bu bağlamda her zaman mevcut olan bir olasılık olarak intiharın (sembolik olarak) yaşanmasında olumlu bir değer vardır. May bu noktada, kişinin kendi hayatını sona erdirmeye gücünün yettiğini tam olarak anladığı, ancak intihar etmemeyi seçtiği ana kadar, hayatını tam ciddiyetle sona erdirmeye kalkışmayacağını söylüyor.
İnsanın ne olması gerektiği ile ilgili birtakım kuramlar var. Nevroz bireyin bu kuramlardan sapması mıdır? Hayır, nevroz, May'e göre, bireyin kendi merkezini, kendi varoluşunu korumak için kullandığı yöntemden başka bir şey değildir. Semptomları da, varoluşunun merkezliliğini tehditlerden korumak amacıyla, dünyanın sınırlarını gerektiğince büzmek için kullandığı yollardır; ancak bu şekilde geriye kalan dünya parçası kendi güçlerince yaşanmak için yetmektedir. Nevrotiğin otomatik bir iyileşmeyi istediği söylenemez; varoluşundaki diğer koşullar ve dünyasıyla ilişkisi değişene kadar kendi nevrozunu bırakmak istemeyecektir. Bu gerçek, nevrozun bir uyum başarısızlığı olarak görülmesini hemen ortadan kaldıracaktır. Nevroz aslında uyum başarısızlığının tam tersidir de; nevroz bir uyum yöntemidir; sorun bu yöntemin çok başarılı olmasındadır; nevroz eksiltilmiş bir dünyaya uymanın bir yoludur. Nevroz, içinde bireyin yaratıcı gizilgücünün saklı olduğu yaratıcı bir etkinliktir, ancak bu yaratıcı gizilgücün şu ya da bu şekilde, bireyin sorunlarının üstesinden gelme süreci içinde yaşamın yapıcı yanına kaydırılması gerekir. Nevroz bir dünyaya uyum sağlamanın yaratıcı bir yoludur, psikoterapinin amacı nevrozun içindeki yapıcı gizilgüçleri ortaya çıkarmaktır.
Varolan tüm kişilerin, diğer varlıklara katılmak için kendi merkezliliklerinden dışarı uzanmak olanakları ve gereksinimleri vardır. Bu dışarı çıkış tehlikelidir; organizma çok uzağa giderse, kendi merkezlenmişliğini, kendi kimliğini yitirir – bu fenomene biyolojik dünyada kolaylıkla rastlanabilir. Nevrotik, kendi çelişkili merkezini yitirmekten çok korkuyorsa, dışarı uzanmayı reddeder ve kendini kasarak geri çeker, dünya alanını ve reaksiyonlarını kıstıkça büyümesi ve gelişmesi durur. Bu durum Freud'un zamanında yaygın bir biçimde rastlanan nevrotik bastırmaları ve ketlemeleri oluşturuyor. Oysa, günümüzün dışa-yönelimli uyumculuk dünyasında, yaygın nevrotik tarz tam tersiyle karşımıza çıkıyor; benliğin diğerlerine katılımı ve diğerleriyle özdeşleşmesi içinde varlığı iyice boşalana kadar dağılıp yok oluyor.
May, insanın, diğer insanlarda kendisini güven ve kabulleniliş içinde tanımasının "ben-im" deneyiminin yaşanabilmesi için zorunlu olduğunu söylüyor. Ancak kişinin kendi varlığının farkındalığı temelde kendi benliğini kavraması ve özbilinci elde edebilmesi düzeyinde olur. "Ben-im" deneyiminin zorunlu şartı toplumsal alan olsa da, bu deneyimin kendisinin öz olarak toplumsal kategoriler içinde açıklanmasına gerek yoktur. Diğer bir birey (örneğin terapist) tarafından kabul edilme, hastaya esas savaşın "başka biri, veya dünya beni kabul eder mi" cephesinde verilmesine gerek olmadığını gösterir; kabul edilme hastayı kendi varlığını yaşama sorunuyla yüzyüze gelmek üzere özgürleştirir. Bu noktanın vurgulanması önemlidir, çünkü birçok durumda, kişi bir başkası tarafından kabul edildiği takdirde kendi varlığını otomatik bir şekilde yaşayabiliyormuş gibi düşünülüyor. Bu durum, "ilişki terapisi"nin yüzeysel biçimlerindeki temel bir hatadır. "Seni-seversem-ve-kabul-edersem-tüm-gereksinmen-karşılanacak" tavrı hayatta ve terapide aşırı edilginliğe ve kişinin kendi varoluşunun sorumluluğunu hiç almamasına rahatlıkla neden olabilir. Canalıcı sorun, birey kendi varoluşunun farkındalığı ve sorumluluğu içindeyken, kabul edilebileceği olgusuyla ne yapacağıdır.
May, bireyin diğeri ile buluşmasını ilişki sözcüğüyle vermeyi istemiyor. Ona göre ilişki sözcüğü bu buluşmayı fazlasıyla "psikolojize" ediyor. Onun önerdiği sözcük karşılaşma, bu sözcükteki karşı-karşıya olma, insanın varoluşunda bulunan varoluşsal kaygı ve suçluluk ile de yüzleşmeyi gerektiriyor. Varoluşsal kaygı ve suçu nevrotik kaygı ve suçtan ayırdetmek gerekirse, May bu ayrımı, nevrotik kaygı ve suçun varoluşsal olanla yüzleşememekten ortaya çıktığını söyleyerek belirtiyor.
May'e göre psikoterapinin amacı ve yöntemi, kişinin kendini dolaysız bir anda, o olguyu yaşayan, ya da, o olgu başına gelen kişi olarak aşmasını sağlayacak olan, kendi bilincini yaratmaya yönelik olmalı: Bireyin yaşayacağı dünya kendi dünyasıdır. Kişiler, bu dünyada ve kendi problemleri konusunda ancak, dünyayı kendileriyle olan ilişkisi içinde yakalarlarsa bir şey yapabilirler. Ancak (dünyadaki) kendilerine karşı tavır alabilip (dünyadaki) kendilerini reddedebilecek duruma gelirlerse kendi varlıklarını olumlayabilirler. "Ölümle (insanın kendi varlığının hiçbir yankısını bulamadığı bir dünyayla) yüzyüze gelebilme yetisi (cesareti) gelişmenin önkoşuludur, insanın kendi bilincine varmasının ve kendisini bulmasının önkoşulu." İntihar sembolü, ölümle yüzleşebilme yetisi psikoloji ve psikiyatriye varoluşçu yaklaşımın merkezinde yer alır. Bireyin kendi yokoluşunu karşısına alması yaşamın trajik yanının yaşanmasıdır. Varlık alanını bir sis gibi örten hiçlik ile yüzyüze gelerek, kendi beklentisine, istemine, emeğine, çabasına rağmen varlığın yokluğa düşmesine karşı, hiçlik bulutunun içine yeni bir varlık alanını yaratmak üzere dalabilmesidir. Bu deneyim sembolik olarak kısmi bir ölüm ve tekrar-doğma olarak sık sık karşımıza çıkar.
May'e göre, farkındalık ile bilinçlilik arasındaki ayrım önem taşıyor. Merkezliliğin öznel yanı farkındalıktır. Farkındalığın eşsiz bir şekilde insana ait olan yanı ise özbilinçtir. Farkında olma ile dünyadan gelen tehdit algılanırken, bilinç, kendimi tehdit edilen kişi olarak bilme yetimdir; kendimi, bir dünyası olan kendim olarak yaşamamdır. Kurt Goldstein'ın sözcükleriyle, bilinç, bireyin o an verili somut durumu aşabilme, o durumu, şartları birebir yaşamaktan çıkabilme yetisidir; insanın soyutlamaları ve evrenselleri kullanabilmesinin, dile ve sembollere sahip olmasının altında yatan yetidir. Bireyin dünya ile ilişkilerinde birçok olasılığı yaratabilmesi ancak bilinciyle söz konusudur, bu bilinç psikolojik özgürlüğün de temelinde yatar. O halde, terapistin görevi hastanın sadece farkına varmasına yardımcı olmak değil, daha önemlisi farkındalığını bilince dönüştürmesine yardımcı olmaktır. Farkındalığı, dünyasında dışarıdan tehdit edici bir şeyin ona yöneldiğidir. Özbilinç ise bu farkındalığı iyice farklı bir düzeye getirir; hasta, tehdit edilenin kendisi olduğunu, tehdit edici olan bu dünyada, ayaklarının üzerinde duran bir varlık olduğunu, dünyası olan bir özne olduğunu görür.
May'e göre terapinin amacı hastaya gizilgüçlerini gerçekleştirmesi için yardım etmektir. Bunu gerçekleştirmek için terapist, nevrozu, kişinin merkezlenmişliğine yönelen tehlikeye karşı, kişinin kendisinin yaratıcı bir uyumu olarak görmelidir. Kaygı ve suçluluk da hasta tarafından anlaşıldığında yapıcı olanaklar taşırlar; asla eritilmeye çalışılmamalıdırlar. Kişinin kendi psikolojik yüreğiyle bu son bağlarını (ilaçlarla, telkinle, koltuklamayla) kesmek, onu kendisinin olmayan bir dünyaya, varoluşa itmektir. Terapinin getireceği sonuç, uzun, kısa, sonlu ya da sonsuz bir yalnızlık sürecidir. "Terapi kişiye yüzleşebileceği güvenilir ve anlaşılır bir dünya verir, ancak terapist hastayı içine düşeceği yalnızlıktan koruyamaz." İnsan istediklerine ancak gelecekte ulaşabileceği için, tüm yaşamı bir risktir. "Bu risk insanın kendisinin bilincine varmasında içkindir."
II
May'in psikoterapi hakkındaki görüşlerini kısaca anlattıktan sonra, bence çok canalıcı olan bir konuya dönmek istiyorum: Nevroz, yaratıcılık ve sanat arasındaki ilişkiye. Terapistin aşkın bir kaynaktan güç alması gerektiğini söylemiştik. Bu kaynakların felsefe ve sanat olmasının yanı sıra bir başka gerçeklik görünüşü daha var: Hastanın kendisi. Yani nevroz, usdışı kaynakların yüzeye çıkışıdır da. Psikolojinin merkezinin kayışı da bilenlerin (terapistlerin) bilinenleri (hastaları) bilememelerinden kaynaklanmıştır zaten; bunun sonucunda May'in ontolojik açlık diye bahsettiği bu daha derin bilme isteği ile felsefeye başvurmak gerekmiştir. Rank'a göre terapi bir yaratma sürecidir, bu yaratma sürecinde terapist usdışı kaynakların bulunduğu hastanın tuvali gibi davranmak durumundadır; hastanın eline tutuşturulan canlı bir fırçadır terapist. Rank hastayla terapistin birbirlerini nasıl tamamladıkları, yarattıkları üzerine epeyce eser vermiştir. Varoluşçu terapistlerin hepsinde hastaya duyulan hayranlık hâkimdir. Tek yanlı yardım etme kavramından, "yardım etme felsefesi"ne geçilmiştir.
Eski nevrotikler kendilerini topluma uyduramıyorlardı, ama toplum da toplumdu o zamanlar. Kendi kararlılığını koruyan, hastanın hastalığında umduğu ve tedaviden sonra umduğunu bulduğu. Sorun toplumun bu tipteki toplumluğunu sürdürememesi ve terapi sonrası beklentileri gerçekleştirememesi sonucunda patlak verdi. Hasta olan kişinin ahlaksal açıdan uyduğu fakat katılmak (geri dönmek) için psikolojik modifikasyonlara ihtiyaç gösterdiği böyle bir (evrimsel) toplumda psikoloji bilimi, terapik başarılarıyla sapasağlam durabiliyordu. Fakat her türlü devrimin başladığı bir çağda insanın psikolojik anlaşılışında da devrim yapmak gerekti. Varoluşçular insanın bir doğası olmadığını, insanın kendini yarattığını ortaya attılar. Devrimlerin ortaya çıkardığı usdışı kaynaklar bilimsellik savlayan kuramların ideolojik türevleriyle toplumsal biçim almaya zorlandı. Usdışı kaynakların bireysel biçimlenişi ise sanatta ifadesini buldu. Sontag'dan alıntı yapacak olursam: "Her çağ kendi 'tinsellik' tasarısını kendisi için yeniden bulmalıdır... modern çağda tinsel tasarı için en etkin metaforlardan biri 'sanat'tır."
İnsanı açıklarken psikolojiye başvurmayı eleştirdiğimizde (henüz bilinmeyen) sınırsız bir psikolojik bilgiden bahsetmiyor, şimdiye kadar üretilen psikolojik bilginin bir kümesinin kullanılmasını eleştiriyoruz. Mesela şizoid kişinin psikolojisinden bahsedelim: o (yani şizoid), dokunulamayan, dokunamayan, yakın ilişkileri önleyen, hissedemeyen, soğuk, mesafeli bir kişidir. Anthony Storr'a göre tüm bu fenomenler sevgi için duyulan bastırılmış bir özlemi gizleyen karmaşık bir maskedir. Şizoidin kopukluğunun nedeni çocukluğunda bulamadığı sevgi ve güvendir. Eğer şizoidi patolojik ilan edersek ve o da bu patolojiyi kabul edip yaşamaktan başka bir şey yapmazsa (varlık üzerine bilgimizin uşağı ve işbirlikçisi ise) karşımıza bir sorun çıkmaz. Şizoid, "sevilemeyeceğine inanan, saldırı altında olduğunu hisseden ve gururu kırılacak diye eleştiriden korkan" bir kişi olarak çıkar karşımıza. Storr'a göre Descartes ve Schopenhauer'in felsefesinin nedeni sevgiden yabancılaşmalarıdır, Beethoven ise müziğini, yaşayan insanların onda yarattığı düş kırıklığı ve kine karşı düşlediği ideal bir sevgi ve dostluktan doğurmuştur. Gerçek dünyaya karşı düşmanlığını yüceltmese büyük ihtimalle psikotik bir paranoyak olacaktı! Hata nerede? Sadece varlığa değinerek konuşmak, insana dair varlık bilgisini varolan psikolojilerden, ruh örneklerinden çıkarmak, söz konusu varlığın olmadığı yerde olabilecek şeyleri gözden kaçırmayı getiriyor. Olmayan sevgi ve güvenin yerinde sadece bir hiçlik, olmayış, eksiklik görüyoruz. Sevgi ve güvene dayalı bir kişilik gelişimi ile, o pek korkulan, belki tiksinilen olumsuz duygulardan kurtuluyoruz gibi görünüyor. Oysa böyle bir kişilik sevgi ve güvenin şartladığı bir varlık alanını katetmek (ya da yinelemek) zorunda kalabilir. Çevrenin sevgi ve güven vermesi için kendi varlığının tekrarını, kendi değerlerinin en mükemmel bir gerçekleştirilmesini beklemesi çok doğal. Freud da narsisizm üzerine bir araştırmasında anne-baba sevgisinin temelinde, anne-babanın kendi ideallerinin gerçekleştirilmesini dayatan narsisist bir kendini çoğaltma özlemi bulur. Sevginin ve güvenin kazanılması birçok durumda insanın kendi varlığının farkındalığını, başka bilinçlerin varlık alanı uğruna indirgemesiyle, bu farkındalığı kendi varlığının bilinciyle değiştiremeden iğdiş etmesiyle sonuçlanıyor. Sevgi ve güvenin şartladığı kişilik, çevresinin ondan beklediği şeylerin ötesine geçemeyebilir. Yapıp ettikleri çoğu durumda yaratıcılıkla ilişkili değil, yetenekle ilişkilidir. Oysaki Hegel'in dediği gibi tin kaygıdır. Ruhsal hiçliklerin doğurduğu kaygılar tinin doğum sancıları olmasın? Sadece ruhsal varlık alanı ile sınırlı olan psikolojik yorum, tinsel varlığın kendine has dilini kullanamayacağı için tinsel fenomenleri hep psikolojik fenomenlere indirgemek zorunda kalır, tin-yaşam karşıtlığını hep (varolan) yaşam (ruh) cinsinden değerlendirir. Varlığı hiçlik bir bulut gibi sarar oysa. Sevgi ve güven çoğunlukla bu hiçliğe karşı duyarlığı ortadan kaldırır. Sartre'ın dediği gibi, kaygıdan korkan doğru-düşünen insan kendini iğdiş eder; olumsuz an'ı özgürlüğünden kesip atar. Özgürlüğü iki parçaya böler. Bu parçalardan birini kendine saklar; hep İyi olanı varlıkla özdeşleştirir. Bu varlıktan daha az olan ise hiçtir, eksikliklerimiz varlıktan yoksun olmaktan başka bir şey değildir. Psikolog da yakından tanıdığı ruhsal varlığın tekrarından başka bir şey görmüyor. Bu varlığın olmadığı yerde, yani hiçlikte gelişen karşı-varlık (ya da tin) kendi yasalarını oluştururken, kendini görünür kılacağı anı beklerken hastalıktan (yani "sağlık"ın olmayışından) dem vuruyor. Tinsel gelişmeyi (hiçlikle yüzleşerek kaygı içinde yaşamanın ürettiklerini) bulgulamak için gereken donanımdan yoksun olan psikoloji kendini sadece ruhsal tekrar ile sınırlayıp, bu tekrarı bulamadığı durumları hastalık diye niteleyecektir. Onun için, "varolan rejim, henüz varolmayandan daima daha mükemmeldir."
Psikolojik kuramların önüne geçemedikleri eğilimlerden biri de sanatçıyı hasta ilan etmek. Normal düşkünü psikolojinin normalden sapmayı hasta görmesine karşı Rank, sanat olgusunu "psikolojinin ötesi" olarak kayda geçirdi. Psikolojinin ikiye indirgediği (normal ve nevrotik) tipler Rank'ın psikolojisinde üçe çıkıyor. Rank sanatçıyı psikanalizin hasta yorumundan kurtarıp kendi başına yaratıcı bir tip olarak koyuyor ve en önemlisi de nevrotiğin bir yönü olacaksa bunun normale doğru aşma değil, sanatçıya (ya da yaratıcı tipe) doğru, yukarıya aşma olduğunu söylüyor. Büyük usçuluk geleneği Nietzsche'de ilk sarsıntısını geçirmişti. Nietzsche usdışının (us içinde eritilerek, ussallaştırılarak, anlaşılarak, yorumlanarak değil) usdışı olarak değerlerini kazanması zamanının geldiğini söylemişti. Freud usun usdışına karşı son hamlesini yaparak onu usun olmadığı yer olarak ilan etti.
Rank aynılık psikolojisine karşı çıkarak farklılık psikolojisini önerir. Nevrotik karakterin ya da çokluk şizoid de denilen tipin ortaya çıkışını şöyle anlatır: "Kişi ilk önce kendine ait bir istemin varlığının bilincine vararak diğerlerinden farklı olduğunu algılar, sonra bu farklılığı aşağı bir şey olarak yorumlar, bunun sonucunda istem gücünü ahlaksal açıdan yıpratır... istem gücünün diğer bir istemin karşısında yitirilmesi aslında istemlerin bir mukayesesinden ve farklılığının bilincine varılmasından başka bir şey değildir." Buradaki canalıcı nokta, sorgulamanın ve lanetlemenin istemin içeriklerine değil, bizzat kendisine gelmesidir, yani istem karşı-isteme ve bu istemin tüm içerikleri de kötüye dönüşmüştür. Kötü olan bu istemin engellenmesi gerekliliği ise şizoid tipi yaratır, çevresine karşı ancak karşı-istem kullanabilen bu tip özde yıkıcılıkla donanmıştır. Rank bu yorumunu sürdürerek: "Normalleşmedeki her türlü başarısızlığı 'nevrotik' olarak damgalamak yerine nevrotik tipte bir yaratıcılık eksikliği gördüm – buna Fransızlar Artiste Manqué(*) diyorlar... Her iki tip de normalden sapkınlık göstererek, kendilerini normalin standartlarına uydurmakta benzer zorluklarla karşılaşıyorlardı." Rollo May de aynı durumdan şöyle bahsediyor: "Nevrotik ve sanatçı –her ikisi de insan soyunun bilinçdışında yaşadıkları için– bize daha sonra tüm toplumu saracak olan durumu gösteriyorlar. Nevrotik de sanatçı gibi, kendi nihilist ve yabancılaşmış yaşantısından (farklılığı kabul edilmemiş) doğan aynı çelişkileri yaşıyor, fakat bu iç yaşantılara anlam veremiyor; bu çelişkileri yaratıcı ürünlere dökmenin yetersizliğiyle, onları reddetmenin olanaksızlığı arasında bocalıyor." Sanatçı, yaratmanın iki önemli unsurunun (yapma ve yıkma) sentezini becerebilirken, nevrotik salt yıkıcılık düzeyinde kalıyor; iki tip de aşırı-bireyleşmenin sancılarını yaşarken, nevrotik (Yeraltından Notlar'daki) aşırı bilincin ve aşırı doğruyu aramanın acıları içine düşüyor.
Bu konuya ilave olarak Richard Farson'un "Calamity Kuramı"ndan bahsetmekte yarar var. Farson, toplumun en değerli insanlarının çok kötü çocukluk şartlarından geldiğini vurguluyor. Bu insanların yaşamlarının incelenmesinin, kültürümüzde sağlıklı bir çocukluk için gerekli olduğuna inanılan arka çıkmalara bu yaşamlarda hiçbir şekilde rastlanılmadığını gösterdiğini söylüyor. Travmatik çocukluk şartları ile daha sonraki büyük icraatlar arasında ilişki kuruyor. Rollo May de bu tip insanlarda "iyi-uyumlu" sendromuna hiç rastlanmadığını söyleyip, "iyi-uyumlu" insanların büyük ressamlar, heykeltıraşlar, yazarlar, mimarlar, müzisyenler olmalarının çok nadir karşımıza çıktığını ekliyor.
Gerek Otto Rank'ta gerekse Rollo May'de terapinin önemli yer tutması, ikisinin de sanatla yoğun biçimde ilgilenmeleri (ikisi de sanatçıydı aynı zamanda) ve bu konudan epeyce söz etmeleri oldukça ilginç (Rank da Sanat ve Sanatçı adlı çok kapsamlı bir kitap yazmıştı).
Bu arada yanlış anlaşılmasını sakıncalı bulduğum bir noktaya değinmek istiyorum. May'in terapi hakkındaki görüşlerinden bahsederken: "Kişiler, bu dünyada ve kendi problemleri konusunda ancak, dünyayı kendileriyle olan ilişkisi içinde yakalarlarsa bir şey yapabilirler. Ancak (dünyadaki) kendilerine karşı bir tavır alabilip (dünyadaki) kendilerini reddedebilecek duruma gelirlerse kendi varlıklarını olumlayabilirler," demiştim. Burada yıkıcılığın, başkaldırının yaratıcılığa yönelen şekliyle, salt tepkisel olan hali arasındaki ince bir ayrım yatıyor. Bu ayrımın anlaşılması gençliği (özellikle de küçük burjuva gençliği) derin bir biçimde etkileyen devrimci ruhun da teşhisi, bireyliğe gösterilen tepkilerin içyüzünün gösterilmesi açısından önem taşıyor. Konuya açıklık getirmesi için Scheler'in Ressentiment'inde Nietzsche'nin Ahlakın Kökbilimi'nden yaptığı bir alıntıya değineceğim: "Ahlaktaki köle devrimi, bizzat ressentiment(**) yaratıcı hale geldiğinde ve değerler ürettiğinde başlar: Gerçek tepkiyi, eylemi inkâr edip sadece hayali intikamlarla yetinenlerin ressentiment'i. Her onurlu ahlak kendi kendinin muzafferane bir kabulü ve olumlamasından fışkırırken; köle ahlakı dışarıdan gelene, farklı olana, kendisinden olmayana duraksamadan hayır demeye dayanır: Yaratıcı eylemi bu Hayır'dan ibarettir. Değer-koyan bu bakışın... tersine çevrilmesi ressentiment'in doğasıdır: Köle ahlakı kendi varoluşunun koşulu olarak bir dış dünyayı, bir karşı-dünyayı gereksinir. Fizyolojik bir dille söylenirse, davranabilmek için bir dış uyarıcıyı gereksinir eylemi aslında bir tepkidir."
Rank'tan yaptığım alıntıda, daha güçlü bir istem karşısında kendi farklılığını olumsuz algılayıp, karşı-istem geliştiren nevrotikten bahsetmiştim, aynı olgunun toplumsal boyuttaki ifadesi Nietzsche'de dile geliyor. Nietzsche'nin Hıristiyan devrimini yorumlamakta kullandığı bu perspektif, Rank'a göre tüm devrimler için geçerlidir. Her devrim farklılıktan duyulan acıdan gelişir, farklı ve güçlü olan psikolojiyi yenmeye çalışır. Eğer bu mücadeleyi kazanırsa, bu sefer kendi farklılığını ve kendi psikolojisini başat kılmaya girişir. Halbuki çıkış noktası farklılığın ortadan kaldırılmasıdır. Nietzsche devrimin özünde soysuz bir istem olduğunu ifade ediyor, farklılığı savunmayan, onu ortadan kaldırmak isteyen, eşitlikçi köle devrimi "gerçek tepkiyi, eylemi, hayali intikamlarla" değiştirir. Peki ama insan salt farklılıktan kaynaklanan bir karşı-isteme zorunluysa, o zaman?
III
May'den aldığım bölüm burada önemli bir derinlik kazanıyor: Varlığını olumlayabilmek için kendine tavır alma, kendini reddetme (dışarıdan geleni, farklı olanı, kendisinden olmayan değil): "Ölümle (insanın kendi varlığının hiçbir yankısını bulamadığı bir dünyayla) yüzyüze gelme yetisi gelişmenin önkoşuludur, insanın kendisinin bilincine varmasının ve kendisini bulmasının önkoşulu." Nietzsche'nin yük hayvanı deveyi, çöl hayvanını, "Hayır"cı aslanın önüne getirip koymasının nedeni de bu. Kişinin Hayır'ının olumluluğu, dünyaya olumsuzluk yüklemini getirdikten sonra, onu olumsuzlayarak elde ettiği sahte olumluluktan gelir. Rank bu noktada sapına kadar hastalanmayı önerir: "Gerçek hastalık olmadan gerçek iyileşme olmaz." Bireysel hastalanmayı, uyumsuzluğu, toplumsal olandan ne kadar ayırabiliriz? Nevrozu üreten, hastalıklı toplumun ta kendisiyse, "Sağlık nevrozlarından bahsedebilir miyiz?" Bu yüzden May'de nevroz, şizoidlik, duygusuzluk, kişinin yaratıcılık öncesi bekleme, zaman kazanma durumları olarak, olumlu değer taşır. Birey kendi varlığını kazanabilmek için geçmişten getirdiği varlığını gözden çıkarabilmeli, hastalıkla, acıyla ve kaygıyla yeni durumuna hazırlanabilmelidir. Kendini dünyada yitirmek ise kişiliğin merkezini boşaltacağı için onun vakum diye nitelendirdiği boşalma durumuna yol açacaktır. Ne kendini varlığın içinde yitirmek, ne varlığa hayır demek, kişinin kendi varlığında yeni gelecek varlık için boş oda hazırlaması. Ne dünyayı boşaltma; ne dünya tarafından boşaltılma; yeni varlık, yeni dünya için kendi kendini boşaltma.
Görüldüğü gibi kader ve ölüm kavramları büyük önem taşıyor. Yaşama Hayır'la başlamamak için kişinin kendi kaderinin sahnelendiği kendi dünyasını seçmesi, bu dünyada kendi ölümünü yaşaması (geçmişinin ölümü) zorunlu görünüyor. Varoluşçu terapinin getirdiği de, bu kaderin kabullenilmesi ve geçmişin tortusu olan egonun öldürülmesi, psikolojik göbekbağının kesilip atılması ve zorunlu sonuç olan yalnızlık. Dostoyevski, "İnsanın psikolojik bir değişim geçirmesi için uzun bir soyutlanmaya girmesi gerekir," der. Yaşamı sürdürebilmek için yitirdiğimiz cesaret ve güveni (yeni kaynaklardan) kazanmak (var mı böyle kaynaklar?), dünyayla yeni bağlar kurmak, kader bilincinin hazırladığı zeminden yeni bir geleceğe yürümek. Nietzsche'nin "kutsal Evet" için önerdiği yol da kaderini yüklenmiş devenin kendi ıssız çölüne gitmesiyle başlar (bu başlangıca Rollo May ve Rank'ın terapisinin sonunda ancak varılabilir). Ecce Homo'da şöyle diyor: "Bir hasta gözüyle daha sağlam kavramlara, değerlere bakmak... buydu benim en uzun alıştırmam, benim asıl görgüm. Olduysam bunda usta olmuşumdur. Artık perspektiflerin yerini değiştirmek elimde benim, ellerim yeterli buna: İşte bu yüzdendir ki, 'değerleri yenileyiş' gelirse ancak benim elimden gelir."
Rollo May "Psikolojideki Varoluşçu Hareketin Kaynakları"nda Nietzsche ve Kierkegaard'ın psikoloji dünyasının da büyük dehaları olduklarını anlatır. Kierkegaard "daha fazla bilinç, daha fazla benlik" der. Oysaki "terapi" daha az bilinç, daha az doğru, daha çok yanılsama ve daha çok oyun ilkesinde kuruludur. Rank'a göre nevroz aşırı bilincin her türlü rol yapma, yanılsama olanağını yok etmesidir, bu yüzden nevrotik doğruya en yakın kişidir; ama bu özellik aynı zamanda yaşamayı da olanaksız kılar. Nevrotik yanılsayabilmeyi öğrenmelidir, yaşamak için. May şöyle sürdürüyor: "Kierkegaard da, Nietzsche de özel tarihsel durumlar içinde kendi bilinçlerinin trajik sonuçlarından kaçıp kurtulamazlardı. Her ikisi de alabildiğine yalnız, en uç biçimde karşı-uyumcuydular, kaygının, soyutlanmanın, umutsuzluğun en derin mücadelesini veriyorlardı. En derin psikolojik krizleri anlatabildilerse, bunları yaşadıkları içindir. Nietzsche doğruların laboratuvarda değil kişinin kendinde denenmesi gerektiğini ifade ediyordu; her doğru şu soruyla karşılanmalıydı: 'Dayanılabilir mi?' ve 'Tüm doğrular benim için kanlı doğrulardır' ve ünlü sözü: 'Hata korkaklıktır' ya da 'Bir şeyi güzel olarak mı algılıyorsunuz, demek ki yanlış algılıyorsunuz.' " Bu, gerçekten mükemmel yazılarla dolu kitabı (Varoluş) bir başka yazının konusu yapmayı umarak Machiavelli'den bir söz alayım (alıntı Sontag'ın Illnes as Metaphor'undan):
"Tükenmenin, erimenin başlarda tedavisi kolay ve anlaşılması zordur; ancak zamanında keşfedilmediğinde, ya da uygun bir ilkeye göre tedavi edilmediğinde, anlaşılması kolaylaşır ve tedavisi güçleşir... Olup biteni önceden ancak yetenekli kişiler görebilir, böyle bir mesafeden görülünce doğacak kötülükler tedavi edilebilir; ne zaman ki herkesin görebileceği kadar büyürler, artık bir çare kalmamıştır."
Nietzsche ve Kierkegaard'ın "kanlı doğrular"ı buluş yöntemleri de böyleydi. Anlamak için hastalığı geliştirmeyi seçtiler, biri "dekadans"ı, diğeri "ölüme kadar hastalık"ı. Rank Nietzsche'nin ardından üzgündür, der ki "bugünkü psikoloji bilgimizle sonu böyle olmazdı, ama bugünkü bilgimiz de onun sonuna bağlı." Bu durumu anlatmak için terapi içinde yeni kavramlar gerek, "süper-iyileşme", "aşırı-iyileşme" gibi.
IV
Bir diğer varoluşçu olan Berdyayev'e göre, "Yetersiz insan dilinde hiçten çıkıp gelen yaratıcılıktan bahsederken, gerçekte özgürlükten çıkıp gelen yaratıcılıktan bahsediyoruz. Belirlenimcilik açısından bakınca özgürlük bir hiçtir; varolan düzenlerin hepsini es geçer, hiçbir başka şey onu belirlemez ve özgürlükten doğan şey daha önce varolan nedenlerden, 'bir şey'den türemez... Sadece evrim belirlenmiştir: Yaratıcılık kendisinden önce gelen hiçten türer. Yaratıcılık açıklanamaz: Yaratıcılık özgürlüğün gizidir. Özgürlüğün gizi ölçülmez derinliktedir ve açıklanamaz... Hiçten yaratma olanağını reddedenler, kaçınılmaz biçimde, yaratıcılığı, belirlenmiş bir düzenin içine oturtmak zorundadırlar, böylece de yaratıcılığın özgürlüğünü inkâr etmiş olurlar... Yaratıcılık, içerden, ölçülemez ve açıklanamaz derinliklerden çıkıp gelen birşeydir, dışarıdan, dünyanın zorunluluğundan değil. Tam da yaratıcı edimi kavrama isteği, onu kavrayamamanın nedenidir. Yaratıcı edimi kavramak, onun temelsiz ve açıklanamaz olduğunu tanımak demektir. Yaratıcılığı ussallaştırma isteği, özgürlüğü ussallaştırma isteğiyle ilişkilidir. Özgürlüğü tanıyan ve belirlenimciliği istemeyenler de özgürlüğü ussallaştırmaya çalışmışlardır. Oysaki özgürlüğün ussallaştırılması, özgürlüğün sınırsız gizi inkâr edildiği için bizzat belirlenimciliktir... Özgürlük varlığın tabansız temelidir: Tüm varlıktan daha derindir... Özgürlük ölçülmez derinlikte bir kuyudur– dibi, enson gizdir."
Bu kitapta yaratıcılık üzerine izlenimler var, ussallaştırmanın yetersizliğinin kanıtlanması isteği var. Rollo May, Önsöz'de "yaratıcılığın büyüleyici soruları"ndan bahsediyor. Yazılarını, hep tamamlanmamış göründükleri için yayımlamayı düşünmemiş – yaratının gizemi sürdüğü için. Sonra, "'bitmemişlik' niteliğinin hep kalacağını, bunun bizzat yaratıcı sürecin bir parçası olduğunu" anlamış.
Benimse, bu alıntıyı buraya koymamın nedeni, yeni bir güven kaynağına olan ihtiyacım. Yaratıcılık hiçlikten sonra geliyorsa –ve ben biliyorum ki yaşamım bana bir hiçlik hazırlıyor– o halde bu ölüm anından sonra yeniden yaşayabilirim. Burada bahsettiğim hiçlik ne mi? Kendi nevrozumu aşmam tabii, tamamlanmamış bir bireyleşmeyi; karşılaşması, yüzleşmesi eksik kalmış bir yaratıcılığı; ilerleme ve gerilemenin orta noktasını, ölmemek için yaşamamayı; usdışına karşı (toplumsal) usumu, usuma karşı usdışımı, gerçekleşmemiş bir mücadeleyi, biçimlenmemiş bir kaosu, sevilemeyen bir kaderi, kabullenilemeyen bir farklılığı aşmam. Ara durum psikolojisinin bunaltılarında boğulmadan önce, Kafka'nın hayatın başladığını söylediği "geriye dönülemeyecek nokta"yı bulmam gerektiğini düşünüyorum. Hani şu Pavese'nin bahsettiği uçurumlar var ya, karşılaşıldı mı ince ince hesap edilip dibine inilecek uçurumlar, fazla zaman geçirildi mi birden insanın ayağının altında açılacak olan uçurumlar, insanın inmediği de düştüğü uçurumlar, insanın seçmediği de seçildiği tutkular, başına getirmediği de başına gelen ölümler. Pavese o kadar sözünü etmesine rağmen inmedi o uçurumlara, sonra, onca senedir sembolünü, metaforunu kurmaktan öteye geçemediği şeyi yaptı: canına kıydı. İşte o yüzden hiçlik ve yaratıcılık, (güvenme arzusıyla doluyken) güvenilecek bir şey kalmadığı zamanda yeni güven kaynakları. Nietzsche yaratıcılığın ancak bilincin ölüm anında olabileceğini söylemişti.
Toplumsal eleştirinin (moral cesaretin) bu kadar yaygın, yaratıcılığın (yaratıcı cesaretin) bu kadar düşük olduğu bir toplumda yaşamamızın nedeni, sanatçılıkla entelektüelliğin (bu kadar ucuza) satın alınması değil mi? Batıdan ödünç alınmış, doğum yeri bu toplum olmayan, olgunlaştıklarında isim kazanarak kültürü zenginleştirmiş bir yığın nitelik, suda yüzer gibi yüzüyor toplumun içinde, yapıştırılacak yüklenecek kişi arayarak. (Bilinmişi) bildiğini göstermek, (görülmüşü) gördüğünü göstermek yeterli (mi?). Ondan sonrası aşağıya oyun, yukarıya oyun.(Toplumda) neyin yolunda yürümediğini göstermek bilinçlilik sayılıyor, gazeteci bu yüzden iyice palazlandı. Şimdi sıra toplumun bilim adamlarıyla teçhiz edilmesinde, her toplum gibi bize de psikologlar lazım, her olguda ortaya çıkıp yaşamı psikolojize edecek hazretler. Bence psikolojik bilgiyi tek bir nedenden ötürü gereksiniyoruz, o da, psikolojiden kurtulmak için, psikolojinin sınırlarını görmek, ötesine geçmek için. Elimizde henüz sadece tozlanmış Freudcular'ın çevirileri var. Psikolojik meselelerle karşılaşan kaç kişi bu kitapları aldı ve en fazla bilgiye ihtiyaç gösterdiği zaman anlamayarak rafladı?
Sıcak, vital bir zamana giriyoruz, tarihin vital düzeyi (sağolsun liberalizm, renkli basın, ithalat, yeni "yeni geleneği") yükseldi. Gerek geleneğin, gerekse ekonominin getirdiği kısıtların küçük hesaplarıyla duygularını kızıştırmamış, tutkuyu daraltmış, güzeli tanımamış bir toplum bu. Bu gidişle imgelerle insan ruhuna neler yapılabileceğini en grotesk görüntüleriyle seyredeceğiz. Bu olgu üzerine Batı'da çok konuşuldu, adına "duygusal kifayetsizlik" diyorlar. Burjuvazinin, daha çok da orta sınıfların kronik bozukluğu olarak ünlendi. Vitalitenin, bireyleşmenin, güzelin, sahibolmanın, hafifliğin, kendiliğindenliğin yeni biçimlerde ortaya çıktığı bu atıl toplum yakıcı bir Hayır'la yeni değerlere yanıtını hazırlıyor. Burjuvazi, kendi değerleri olduğunu düşündüğü bu değerlerin ortaya çıkışını alkışlıyor, kendi farklılığını, kendi psikolojisini Türkiyeliler adı verilen insan topluluğunun yüzüne çarpıyor, iyice gizlenmesi gereken bir şeyi, "onlar"a göstermek için herşeyi yapıyor.
Psikolojinin son otuz kırk yıldır üzerinde en çok durduğu olgu, kaygı olgusu. Bu meselenin üstesinden gelmek için Batı'da seferber edilen entelektüel ordu, verilen toplumsal hizmetler, toplumsal yapıyı korumak için gerçekleştirilen icraat, muazzam. Bizse kaygı çağına hiç bir bilgi donanımına ve toplumsal hizmete sahip olmadan giriyoruz. Tek kurtuluş imanda, ama küstah burjuvazi hiç vakit kaybetmeden dini inanca sahip kesimi güldürü konusu yapıp, "nasıl yaşıyorlar?" haberciliğiyle onları ayrı bir toplumsal sınıf haline getirdi. Toplumda öyle yeni dinamikler gelişiyor ki, ussallaştırma gizilgücü bu kadar düşük olan bir toplum, usdışı kaynaklarını nasıl eritebilir?
Usdışı kaynakların kötünün sembolleştirilmesi ile nasıl eritildiğine küçük bir örnek almak istiyorum buraya. Newman, Yeni Gine'de yaşayan sebze yetiştiren bir halk olan Gururumba'lılar arasında görülen bir sendromdan bahseder: "Yabandomuzu olma" sendromu. Gururumba'lıların yaşadıkları yaylalarda yabani (evcilleşmemiş) domuz yoktur ve burada yapılan analoji, sahibinden kaçan, vahşileşen ve öteki hayvanlara saldıran domuzlara kıyasla yapılmıştır. Gururumba'lılar ehli domuzların niye saldırganlaştıklarını anlamazlar, fakat böyle bir davranışın geçici bir durum olduğuna inanırlar.
Belli bir "muameleye" ve ritüele tabi tutulan hayvan tekrar evcilleşebilir. Bu yabandomuzu olan kişi için de geçerlidir: İnsani kontrolden çıkış geçici bir süre içindir ve topluma tekrar dahil edilmelidir (reintegration).
Yabandomuzu oluşla sancılanan birey çeşitli saldırgan tavırlar takınabilir: Yağmalama, onu seyredenlere ok atma, vs. Bu "saldırı"lar her nasılsa nadiren ciddi zararlara yol açar. Bu davranış, etki altındaki birey, aldıklarıyla birlikte ormanda kaybolup, onları yok edinceye kadar birkaç gün sürer (genellikle önemsiz parçalar çalınmak üzere ortada bırakılır). Sonra normal haliyle köye döner; ne kendisi olanları hatırlar, ne de kimse ona hatırlatır. Başka bir durumda, tekrar yabani durumuna dönebilir. Bu durumda yakalanır ve aynı şekilde davranan domuzlara uygulanana benzer bir törenden geçirilir: Tüten bir ateşin üzerine tutulur ve ardından, vücudu ahalice, domuz yağıyla baştan aşağı sıvazlanır. Bu bir ceza değildir, bununla birlikte, görevli bir kişi tarafından adına küçük bir domuz öldürülür ve makbul köklerden müteşekkil bir sofraya buyur edilir.
Görüldüğü gibi bu ilkel toplum kendi nevrozunu (bireyinin farklılaşmasını) toplumsal açıdan "biçimlendirebilmiş", nevroza geçerli bir ifade hakkı tanınmış, yaşamda kabul etmiş, legal kılmış. Gururumba'lılar nevrozun, kişinin hayalet tarafından ısırılmasıyla ortaya çıktığına inanıyorlar. Bu hayaletler kötü niyetli, zararlı varlıklardır. Isırılmayı birey kendi seçmediği için davranışlarından sorumlu tutulamaz. Gururumba'lılar duygulanımların (emotion) kendi çığırında akmasını sağlayarak –mahirane bir şekilde tehlikesiz kanallara yönelterek– bireyi topluma tekrar katarlar.
Salisbury, "yabandomuzu olma" gibi tepkilerin, gruba uymayan bir karar, isteme varıldığını ve bunun bireyin sorumluluğu dışında gerçekleştiğini "haykırmak" üzere ortaya çıktığını söyler: Etkilenmiş bireyler kendi istemleriyle kendilerini hayaletlerin saldırısına uğrayarak "ısırılabilecekleri" yerlere atarlar – bir domuzu karanlıkta ormana kovalar, bir mezara basarlar, vs.
Oysa bizim sorumluluk anlayışımızda, birey, ruhunda ortaya çıkan kötülüğün –farklılığın– sorumluluğunu toplumla ne kadar paylaşabilir? Böylece büyük ihtimalle, Gururumba'lıların çapulcu nevrotik tipine karşı toplumumuzda şizoid (içe kapanık, ya da ifadesiz) tip başat olarak ortaya çıkar. Nevrozun (farklılığın) ifadesi, nevrotiğin kendisi tarafından (toplumsal usu, töreyi kullandığı için) kötünün ifadesi olarak anlaşılır. Toplumdan gelecek umudu yitirmemek için kötünün ifadesini (yani kendini) engeller nevrotik. Modern toplum, Gururumba toplumunun kötü'yü toplum dışında konumlandırmasının ve ifade hakkı tanımasının tersine, kötü'yü bireye bırakmıştır. Tıbbın gelişimiyle bedensel hastalıklara erken teşhisle çözüm bulan toplum, bir yandan da farklılığın erken teşhisiyle ruhsal hastalıkları yarattı. Biz ruhsal farklılık taşıyanlara Gururumba ihtimamını gösterir miyiz? Yapılan daha çok, farklılığın teşhisiyle yalnızlığa mahkûm etmektir. Gizli toplumsal mahkemeler bireyin iç dünyasında Kafka'nın anlattığı süreçle kuruluverir.
V
Bir takım kavramlar Türk diline yabancı olduğu için, bazılarını dipnotlarla anlatmaya çalıştım. Konunun karmaşıklığı, ilginçliği ve bence öneminden ötürü kısa kesilemeyecek olan bir ayrım koymayı Önsöz'e almak durumunda kaldım: Bu kitabın çevirisinde ortaya çıkan önemli güçlüklerden birisi, İngilizce'de –ve psikolojide– ayrımları konmuş olan etki, duygulanım ve duygu (affect, emotion, feeling) sözcüklerinin taşıdıkları anlamın aktarılabilmesiydi. Bu sözcüklerin özellikle yaratıcılık psikolojisinde taşıdıkları anlamdan ötürü ayrımlarının konması gerekiyor. Duygu sözcüğü Türkçe'de genellikle etki ve duygulanımı da yeri geldikçe kapsıyor. Ancak bu konudaki literatürde de büyük bir karmaşa hâkim. Her özgün düşünürün neredeyse kendisinin getirdiği bir tanımlama, konumlamayla karşılaşılıyor. Bu yüzden ben burada kesin ayrımlar getirmek yerine, daha çok bir izlenim, bir sezgi ile bu ayrımların varlığını ortaya çıkarmayı deneyeceğim.
Jung'a göre insanın psikolojik işlevleri duygu, duyum, sezgi ve düşünme. Yani, insanın psikolojisi karşılaştığı dünya içeriklerine karşı (kendi dünyası da dahil), an içinde bu dört şekilde yanıt veriyor. Bu işlemler kimi durumlarda birbirleriyle zıtlık içinde bulunsalar dahi, hepsi birarada da işlevlerini sürdürebilirler. Bu işlevlerin biraradalığını daha sonra açıklayacağımız farkındalık sözcüğü ifade eder. Burada belirlemeye çalıştığımız, bu işlevlerin biraradalıklarının getirdiği bileşimlerin sonuçları değil, sadece duygu olduğu için, bu bütünlüğü sadece duyguyu parantez içinde alarak kuralım.
Duygu (Jung'a göre) ego ve verili bir içerik arasında cereyan eden bir süreçtir, bu süreç içinde içeriğe, kabul veya red (hoşlanma ya da hoşlanmama) cinsinden bir değer yüklenir. Duygu dış dünyadan tümüyle bağımsız olabilecek olan, tümüyle öznel bir süreçtir. Duygu bir çeşit yargılamadır. Entelektüel bir yargıdan farkı amacının kavramsal ilişkiler değil, öznel bir kabul ya da red kriterini gündeme getirmesidir. Duygunun yoğunluğu artarsa bir etki haline gelir. Jung burada duygulanım (emotion) ile etki (affect) arasında bir ayrıma gitmiyor, duygular arasında etkin duygu ile edilgin duygu ayrımını getiriyor. Edilgin duygu (işlevi) özel bir içerik tarafından tahrik edilip çekilerek, öznenin duygularını bu içeriğe katılmak zorunda bırakır (burada işlev olan duyguyla, zaman içinde yer tutan, bir nesnesi, içeriği olan duygu birbirlerinden farklı şeylerdir; örneğin hoşlanmadığı bir konseri terkeden bir kişiyle konserde kalarak hoşlanmadığı duyguları yaşamaktan kendini kurtaramayan iki kişiden ilki etkin bir duygu işlevi ile yaşayacağı duyguları seçebilirken, ikincisi zayıf bir duygu işlevi ile istemediği duygulara mahkûmdur). Etkin duygu (işlevi) özneden yapılan bir değer aktarımıdır, bu yüzden de bir yönü vardır ve istemin bir edimi sonucu ortaya çıkar. Sevmek ve âşık olmak etkin duygu ile edilgin duygunun birer türü olarak karşımıza çıkar. Diğer bazı psikolojik kuramlara baktığımızda duygulanım (emotion) kavramının Jung'un edilgin duygu kavramını kapsadığını görebiliriz. Etki ile duygulanımı birbirinden ayırmayan Jung, duyguların yüksek bir yoğunlukta olduklarında, kendilerini fiziksel bir katkıyla, kuvvetlenmeyle, duygulanım düzeyinde gösterdiklerini söyler. Pratikte bir ayrım yapmak için ise, duygunun istem sonucu ortaya çıktığını söyleyerek ayrım getiriyor.
James Averill duygulanımın doğasını şöyle anlatıyor: Emotion Latince e+movere'den üretilmiştir. Fiziksel ve psikolojik rahatsızlık, huzursuzluk, ıstırap, çalkantı, altüst olma durumlarına karşılık olarak kullanılır. Duygulanımın psikolojik durumlar için kullanılması yeni bir gelişmenin sonucudur. Neredeyse 2 000 yıldır (eski Yunan'dan on sekizinci yüzyıl ortalarına kadar) duygulanımlardan "tutkular" olarak söz ediliyordu. Tutku, yani passion ise Latince pati (acı çekmek) ve Yunanca pathos sözcüğünden gelir. İngilizce'de edilgin (passive) ve hasta (patient) sözcükleri de aynı pati kökünden türetilmişlerdir. Bu kavramların kökündeki düşünce, bireyin bir değişmeyi başlatması ya da bir eylemi gerçekleştirmesinin tersine, başına gelen bir değişime katılmakta veya bu değişimden acı çekmekte olduğudur. Kavranma, kıskıvrak tutulma, yırtılma, parçalanma, altüst olma, darmadağın olma duygulanımı dile getirirler. Duygulanımlar bizim neden olduğumuz şeyler (eylemler) değil, başımıza gelen durumlardır (tutkular).
Duyguların egoda, bir ben merkezinden kaynaklanarak konumlanmasının, bir merkezlenmişliği getirmesinin, bu merkezin kendini başka içeriklere bağlayabilme yetisini elinde tutuyor olarak hissetmesinin (ben) tersine, duygulanım içindeki kişi sıkıştırılmış, kuşatılmış durumdadır (bana). Bu arada Averill kişiyi edilgin duruma, sınırlanmaya düşüren duygulanımların tersine, ego sınırlarının tümüyle çözüldüğü bir duygulanım tipinden "aşkın" olarak söz eder. Yaratıcılık söz konusu olduğunda vecd ve coşku duygulanımları bu kategoriye girerler. May, bu durumlardan, egonun dünyayla kendi sınırlarını aşarak sonsuzca ilişkiye girdiği anlar olarak bahseder.
Etki olgusunu, duygulanımdan ayırmak için ise şunu söyleyebiliriz: Duygulanım başımıza gelen, bize etki eden "bir şey"in varlığını gösterir, ama sorun bu şeyin ne olduğunu bilmememizdir. Bu ayrımı anlamak için örnek verecek olursam, korku ile kaygı, ve, yas ile melankoli böyle bir çift oluştururlar. Korku ve yas duygulanım değil, etki olarak görüldüğünde, neden korktuğumuz ve neyin yasını tuttuğumuz bellidir, yani bu durumlara yol açan şeyler bellidir. Oysaki kaygının ve melankolinin nesnesi belli değildir, yani bizi kaygılandıran şeyi bilmediğimiz gibi, melankolinin de neyin yitirilmesi sonucunda ortaya çıktığını bilemeyiz. Burada geldiğimiz ilginç bir nokta da, problem ve giz düzeyi arasındaki fark. Marcel'in belirttiğine göre, insan, varlığın getirdiği problem düzeyini aşarak varlığın gizine dalabilir. O halde duygulanımlar problem ("belli bir şey"in üstesinden gelmeye çalışmak) düzeyine indirilemedikleri için insanın tüm varlığının sorgulanması anlamını da taşırlar. Fakat burada eklenecek bir nokta Tillich'in sorduğu gibi, insanların kendilerini tüm varoluşları içinde sorgulayan duygulanımlarla ne yaptıklarıdır. Tillich bu soruya, "insanlar kaygılarından kurtulmak için Tanrı'yı ve korkuları yarattılar," der.
Etkinin bir başka bakışla aydınlatılması için Wellek'e başvurursak, o da duygulanımı "bir yoğunluk x derinlik" kutuplaşması içinde ele alır. Bu iki kutup arasında bir karşıtlık vardır. Kişiler kendilerini derinleşmek zorunda bırakan (derin) duygulanımlarla karşılaştıklarında, etki yanı ağır basan yoğun duygulanımlara ya da santimental bir duyguya çekilme eğilimindedirler. Buna örnek olarak, acı verecek bir durumda öfkelenmeyi, kırmayı, saldırgan davranmayı tercih ettiklerini söyler. Duygulanımsal (emotional) biri dediğimizde neyi kastederiz: Duyarlılığı, heyecanlılığı mı, yoksa santimentaliteyi mi? Duygulanımsal derinliği veren nitelik, duyarlılıktır. Duygulanımsal derinliği olan biri, tüm varlığına müdahale eden bir deneyimle karşılaştığında ona derinlemesine dalma eğilimindedir.
Sartre duygulanımların insanın başına gelen şeyler olduğunu kabul etmez. Ona göre, duygulanım, kişinin dünyadaki bulunuşunun bir sonucudur; bilinçli yaşantısının, edimlerinin uzantısıdır. Bu açıdan bakılınca, duygulanım, kişinin yaptığı bir büyüdür, kendini aşan dünyaya etki edemediği için, kendini değiştirerek dünyanın farkına varışını değiştirmek, böylece dünyayı değiştirme büyüsü. Böylece kişi dünyaya karşı varoluşunda ortaya çıkan belirsizliğe, karmaşaya karşı tavır almak yerine, etkilenme yoluyla dünyayı bir tek nesne, şey düzeyine indirir.
Rollo May ise, duygu ve duygulanımı belirlemek için "nedeni ne"/"amacı ne" ile "geçmişe yönelik"/"geleceğe yönelik" kavram çiftlerini kullanıyor. May'e göre duygulanımı sadece "arkadan itilme", adrenalin düzeyindeki değişimlerin sonucu, tutulma gibi görmek yanlış. Duygulanımın sadece bir çehresi geçmişle ilgili. Geçmişteki (arkaik, çocuksu) belirlenimlerin bir nedeni olarak ortaya çıkıyor. Duygulanımın bu geriye, geçmişe yönelik yanı üzerinde Freud büyük önemle durmuştur. Kişinin kendini kendinde yaşamasıdır bu yan. Geçmiş psikolojik oluşumu yansıtır. "Nedeni ne" ile geçmişe izi sürülür. Oysaki ikinci yan bir şeye doğru işaret etmektedir, durumu biçimlendirmeye bir çağrıdır. Geleceğe yöneliktir. "Amacı ne" ile geleceğe yön bulunur. İlk kavram belirlenimcilikle ilişkiliyken, ikincisi özgürlükle, yeni olasılıkların ortaya çıkmasıyla ilişkilidir. Duygulanıma, gelecek ile ilişkili olarak bakıldığında, birinci durumun tersine, etkin bir sorumluluk duygusu sadece bir bilinç değil, esas olarak bir gerçekleştirme, hayata geçirme sorunu olarak çıkar karşımıza. Duygular, kendimizi dünyamızdaki anlamlı insanlarla iletişime sokma yolumuzdur, kişiler arasında kurulan, çatılan bir dildir. Duygularımız diğer kişiyi hesaba katmakla kalmaz, kısmen de varolan diğerlerinin duygularıyla biçimlenir. Manyetik bir alan içinde hissederiz. Böyle bakılınca duygulanımlar kişiliğin daha çok usdışı, bilinçdışı yanı ile ilişkiliyken, duygular kişiliğin bilinçli, ussal, sorumlu yanını ilgilendiriyor. Duygulanımları ortaya çıkaran kişiler, içerikler kendileri olarak değil, sembolik varlıklarıyla yaşanırken, duygular daha çok karşımızdaki kişinin kendisi'ne yöneliyor.
Aynı duruma duygu dünyasında da rastlarız. Jung duygu işlevinin geri kaldığı, yetersiz olduğu durumdan bahseder. Böyle bir durumda kişi, etkin bir duygu işleviyle karşılanması gereken dünyayı, mesela kendi gövdesinde indirgeyerek devamlı gövdesini (ağrıları, sızıları, uykuyu, acıkmayı, susamayı, vs.) dinler. Böylece gerçek duyguların(dünyanın) yokluğunu, fizyolojik etkiler sonucunda gövdesinde ortaya çıkan devinimleri hissederek, kapatmaya çalışır.
VI
Bu kitap topluma hitap etmiyor. Okuyucusunu oldukça bireyleşmiş kişilerden seçmek zorunda. Geleneklerin, ailenin, eğitimin başına ne geleceğini toplumbilimcilere bırakıyoruz. Toplumsal reformistleri, devrimcileri oldukça sıcak günler bekliyor herhalde. Biz "yeni'nin geleneği"ne bağlıyız, yerimiz bu ve bu yolda yürümek zorundayız. Ben çok-kişilik-duyguların tanındığı, reklamının yapıldığı, öğretildiği bir ortamda, tek-kişilik-duyguların, olumsuz duyguların, hiçlik, yokluk duygularının kolektifleşmeden, kendi gizilgüçleri doğrultusunda geliştirilebilmesi için ihtiyacını duyduğum, ihtiyacı duyulabilecek bir kitabı çevirdim, yeni güven ve cesaretin farkındalığına katkıda bulunmak istedim. Bazı kişilerin (özellikle de genç bireylerin) insan cinsinden yabancılaşmalarına bir ilk katkıda bulunmaktı hedefim; kitabın sonunda geçtiği gibi, bu, psikoterapinin de ilk basamağını oluşturur. Böylece bir kitabın yalnız kalacağını bildiğimden bir sunuş yazarak bu kitaba destek sağladığımı umuyorum...
(*) Manqué sözcüğü post-pozitif kullanılan bir sözcük, yani kendisinden önce gelen nitelikten daha azını dile getiriyor. Mesela, şair manqué, sanatçı manqué. Yukarı
(**) Ressentiment, kin, garez, husumet, değer taşıyan bir şeye karşı düşmanlık gibi bir anlama geliyor, fakat böyle çevirmek hiç de haddim değil. Çünkü Bedia Akarsu'nun Max Scheler'de Kişilik Problemi'nden alırsam, Scheler şöyle diyor: "Ressentiment kelimesini kullanışımız Fransız diline karşı özel olarak duyduğumuz bir sevgiden değil, Almancaya çevirmeyi başaramadığımızdandır; ayrıca Nietzsche ile bu sözcük teknik bir terim haline gelmiştir." Yukarı