"Kimlik Kaybı Korkusu", s. 30-37
Performansa yönelik ve güç üretici bir kaynak olmasından ötürü yararlı olan bir teknik ile, geleneğe karşı gelmesinden ötürü yıkıcı olan bir düşünce arasındaki ayrım da Müslümanlar üzerinde etkili oldu. Tıpkı Mançu dönemi Çinliler'i gibi bu ayrıma varıldı: Teknik katkıyı muhafaza edelim, tekniği kuran metafiziği yasaklayalım.
Kültürel kimlik arzusu mu? Belki. Tehlikeli düşünce biçimleri tarafından kısadevreye uğratılma korkusu mu? Kuşkusuz. Buna rağmen bu ürkek tavır günümüzde bile pek değişmemiştir. Kesinlikle muğlak olan bu tutum, çatlamış kişiliğimizi yansıtan ikili bir dili ve ikiyüzlülüğü barındırmaktadır. Bu ikiyüzlülük, hem materyalist diye tanımladığımız bir bilimi küçümsemekle birlikte onsuz olamamamızda, hem de tam yol gelişen bir dünyada çağdışı olduğu günden güne iyice açığa çıkan, can çekişir durumdaki bir gelenekle yetinmemizde vardır. Bu yarı tedbirler, hiçbir şeyin eleştiriyle kesilmediği, herşeyin imalar, sağır dilekler ve ifade edilmeyen pişmanlıklar bulutunda asılı kaldığı bir durumun sonucudur. Gizli bağdaşmazlıkların bilincinde olunmadan, aynı zamanda hem modern hem arkaik, hem demokrat hem otoriter, hem dünyevi hem dinsel, hem zamanın ilerisinde hem de gerisinde olmak istenmektedir. Birbiriyle uyumsuz yaşam tarzlarından ileri gelen zıtlıkların, dışsal bile olsa, bu iki alanın birbirinden ayrılmasını ve düzenlenmesini gerektirdiğini bilerek şeylerin gidişatına uyulabildiği takdirde, yukarıda istenen belki mümkün olabilirdi. Örneğin bir Japon için, işi ve modern hayat tarzı Batılı'dır, ama mahremiyetinin iç bölgesini oluşturan aile hayatı ve görenekleri geleneklere bağlı kalır; öyle ki bu bölünme normal faaliyetlerini aksatmadığı gibi onu bir ölçüde aşırı sert sarsıntılardan korur.
Ama biz bundan uzağız. İslam'ın, en azından "entegrist" biçimiyle İslam'ın, buyurgan istemleri vardır. Herşeyi belirlemek ister: toplumu yönetmek; zihinleri gruplar halinde toplayıp, dünyayı altüst eden teknolojik dönüşümler dalgasına kapamak. Bunların üstüne bir de, zihinleri araştırma ve yenilik yapmaya karşı hale getirmek. Jacques Ruffié'nin dediğine göre, "temel araştırması, ilerlemenin yegâne yoludur; biyolojide makrooluşum ne ise, temellerin araştırılması da bilgi düzeyinde odur. Yenilik yapan ve yaratan, yeni şemalar getirerek insan toplumlarının yükselen ilerleyişini temin eden odur." Bir geriye dönüş olan ve kültürel ilerlememizi durduran "entegrizm", bizi en basit zihin açıklığına karşı bir saldırı olan yeni bir taassuba sürüklemekle kalmayıp, yükselen ilerleyişimizi de engellemektedir, çünkü biyolojik geleceğimiz zaten bundan en az kırk bin yıl önce Cro-Magnon insanının ortaya çıkmasıyla durmuştur.
Bu tehlike karşısında İslam dünyasındaki entelektüellerin tavrı nedir? Geçenlerde İslam üzerine çıkan bir kitapta, Fas'tan Irak'a kadar on ülkeden gelen yirmi dört Arap romancısı, şairi ve filozofu İslam'ın sorunları üzerine görüşlerini belirttiler. "Fondamantalizm"in hortlamasından, İslam kültürünün güncel durumundan, İslam ülkelerini sarsan sıçramalardan ve raydan çıkışın muhtemel nedenlerinden bahsettiler. Ortak payda: Yeni zamandaki dönüşümlere açık olmadığından ötürü düşük yapacağı kesin görünen bir İslami yönetimin kurulmasına hemen hepsi kaçamaksız karşı çıktılar. Iraklı Abdurrahman Munif ya da Filistinli Émile Habibi gibilerine göre din kişisel bir iş olarak kalmalıdır. Buna göre din, fiili olarak zorlayıcı ve baskıcı bir ideolojiye dönüşmeden kendine kamu alanında yer bulamaz. Hangi türüyle olursa olsun "fondamantalizm"e her geri dönüş, eninde sonunda "bir eksikliğin telafi edilmesi"dir (Abdülvahap El Bayati), ya da milliyetçilik kadar laiklik yanlılığının da başarısızlıklarını hasır altı etmeye yarayan bir kaçamaktır. İslam'ın, geriye dönmekle ve her tür değişikliği reddetmekle, Nahda'nın aydınlık İslam'ından kopup uzun vadede bir tür Kilise'ye (El Ezher'in bugünkü hali) dönüştüğü ve hareket edemez bir duruma girdiği de göz önünde tutulmalıdır. Mısırlı Hüseyin Emin şöyle der: "Başörtüsü takma sorununun 1889'da Kasım Emin tarafından çözülmüş gibi görülmesinden seksen beş yıl sonra bugün hâlâ bu meseleyi tartışacak insanlar çıkıyor; üstelik, kadınların başörtüyü bırakmaları doğrultusunda seksen beş yıl öncekinden daha az kişinin sesi duyuluyor."
Bir diğer Mısırlı, Cemal El Gitani, "Ömer İbni El Hattab'ın İslamı'nı uyguladığını iddia eden tüm Arap yöneticilerine" meydan okumaktadır. Başka bir deyişle, on beş yüzyıllık bir model günümüz toplumlarının koşullarına nasıl oturtulabilir? Sudanlı yazar Tayib Salih ise Peygamber'in zamanına geri dönmenin saf ve basit bir ütopya olduğunu düşünmektedir. Öte yandan bu geri dönüş, özgürlük alanındaki bir daralmayla çakışmaktadır; El Gitani şöyle der: "1926'da Taha Hüseyin'in İslam karşıtı şiiri konu alan kitabı yasaklandı ve bu bir devrime neden oldu. Çok yakın bir süre önce Binbir Gece Masalları yasaklandı ve kimse protesto etmedi."
Mısırlı Louis Awad'a göre —geri kalmış olduklarını kabul eden ve İslam'ın düştüğü çıkmaza çareler arayan— Nahda'cıların aksine "entegristler", Batı'yı ahlaksal düzeyde az gelişmiş olarak görmektedirler. Örneğin Abduh'un anlayışına göre din bir meşru savunma silahıydı, oysa Cemaat-ül İslamiya'cılara göre din aksine, iktidarı alma silahıdır. Her tür geri dönüş, ulusal yeniden doğuş için ayakbağıdır. Muhammed Arkun, kaynağa-dönüşçülerin, Hicret'ten sonraki ilk dört yüz yılda gerçekleştirilen önemli teolojik çalışmaları göz ardı ettiklerini belirtiyor. Kaynaklara dönüş bundan dolayı gözü kapalı bir kaçıştır, çünkü Şeriat'ın toplumsal muhayyilede kutsallaştırılmasından doğmaktadır. İslam, bir hükümet sistemi de değildir. Üstelik hiç olmamıştır da. Emeviler devrinde, İslami olarak nitelendirilemeyecek bir devletin aygıtı olmuştur; Abbasi Halifeliği sırasındaysa İslami olmaktan ziyade Sasani (İran) tipinde bir yönetimin etkisi altına girmiştir. Tunuslu Mahmud Messadi başarılı bir formül bulmuş ve Arap cumhuriyetlerini "modern emirlikler" olarak nitelendirmiştir; meşhur geri dönüşe gelince, "mezardan çıkarılan kadavralara can vermeyi ummak" ne kadar mümkünse, bu da o kadar mümkündür. Cezayirli Raşid Boudjedra'ya göre İslam, modern devlet anlayışıyla kesinlikle bağdaşmaz; örnek olarak "İslami sistem uygulamasının korkunç ve toptan başarısızlığı" olan İran'ı göstermektedir.
Öte yandan bu yazarların çoğunun, bir dinin dünya işlerine fazla karıştığında ne hale gelebileceğinin bir bakıma canlı örneği olan İran Devrimi'nden sarsılmış oldukları gözlemlenmektedir. Cezayirli Tahir Ouettar Amerikalılar'ı, "kızıl tehlike diye adlandırdıklarına karşı İslam'ı doğal bir siper" yapmakla suçlamaya kadar varmaktadır. Ve yazar Katib Yasine, İslam'ın hiçbir zaman modern bir devlet olamayacağını düşünmekle kalmayıp, İslam'ın, taassuba yaslanıp ortalığı karıştıran ve ilerleme güçlerinin önünü kesmeye çalışan yöneticilerin işine yarayan fanatizmin dümen suyundan çıkarılması gerektiğini düşünmektedir.
Faslı Abdülkebir Katibi, Fas'ta toplumsal alanları aralarında bölüşen dil mekânlarını ve üç hukuk sistemini (Şeriat, geleneksel hukuk ve modern hukuk) inceler. İslami toplum yapısının, diyalojik olması nedeniyle, herhangi bir teokrasiyle uyuşamayacağını düşünür. Ama, örneğin bir hukuk sistemiyle bir diğerini karşı karşıya getiren çelişkilerin nasıl halledileceği üzerine bir şey söylememektedir. Tunuslu Abdülvahab Meddeb ise dışlayıcı göndermelere dayanarak öteki'nin reddedilmesi üzerine kurulan her tür "entegrizm"in ancak bir gerileme olabileceğini söyler. "İslam, Avrupa'yı reddetmek yerine, bazı Asya halkları gibi söz konusu Avrupa'yı özümlemek ve belki de aşmak amacıyla alçakgönüllü bir öğrenim devresini niçin kabul etmez?"
"Entegrizm"in nedenlerine gelince, yazarlara göre değişmektedir. Mısırlılar ve Lübnanlılar 1967 yenilgisine takılmışlardır, yeri gelmişken söylenirse bu olay İran'da aynı yankıyı uyandırmamıştır. Lübnanlı Yusuf El Hal İslam tarihinde iniş ve çıkış dönemleri ayırt eder. Örneğin 19. yüzyıldaki uyanış döneminin (Nahda) çıkışını 5 Haziran 1967'den sonraki gerileme takip eder. Lübnanlı Raşid El Da'if Müslümanlar'daki zihinsel tıkanmalara işaret eder ve bu tıkanmalarda görülen, atadan gelen inançların sorgulanmasına cesaret edilmemesi olgusundan doğan tutukluğu açığa vurur. Her tür ilerlemenin önünü kesen ve gerçekliğe de uymayan kolektif hafızaya yapışıp kalınmaktadır. Mısırlı Necip Mahfuz'a göre "entegrizm"in kökü 1967 yenilgisinde ve yaşanan iki tip deneyde art arda gelen başarısızlıklardadır: liberalizm ve sosyalizm. Tevfik El Hakim de, retorik ve gramer öğretilerine yaslanarak, modern bilimin ruhunu kavrayamayan kurumsal İslam'ın "toz bürümüş gereçleri"ni eleştirir.
Kısacası, "entegrizm"in nedenleri az çok sıralansa da, yol açtığı çatlakların ve gecikmenin felsefi anlamını derinleştirmeye çalışanlar nadirdir. Bu yüzyılın sonuna gelinirken İslam dünyasının epeydir eskimiş ütopyacı çözümlere (İdeal Site) yönelmesi ve sürekli aynı çözülmemiş sorunları ortaya sürmesi bir şeylerin aksadığını, temel bir şeyin göz önünde tutulmamış olduğunu göstermektedir. Kitabın başında da belirttiğimiz gibi, modernlikle uyuşmazlık belki de henüz boyutu ölçülememiş olan radikal bir uyumsuzluğu göstermektedir. Açıklayayım. İslam'ı, onunla bağdaşmaz olan bir şeyin üzerine oturtmak yerine kamu alanının dışına, kendi yerine göndermek daha iyi olmaz mı? İslam'ın zengin bir kültür olduğu kesindir, ama yeryüzünden gelmiş geçmiş bütün kültürlerden farkı yoktur. İslam'ın katı savunucularının ellerinde tuttuklarını iddia ettikleri başedilmesi mümkün olmayan o özgüllük nedir? Hindular için Hinduluk'tan daha özgül bir şey yoktur, Budistler için Budizm, Japonlar için Şintoizm keza. Ama bunun bilincine varmak için önce modern zamanların ortaya çıkışına damgasını vuran epistemolojik kopmaları aydınlığa kavuşturmuş olmak gerekir; bu kopmaların epistemoloji, psikoloji ve toplumsal bilimler alanlarında yarattığı birçok sonuç bence yeterince değerlendirilmemektedir. Yakamıza yapışıp bizi felceden sıkışmaların nedeni, çoğu zaman dünya gerçekliğiyle denk düşemememizdir. Gerçeklik karşısında bakışımızın sakat kaldığını söylüyorum. Bizi içeriden özgürleştirebilecek ve şeyleri algılama yeteneğimizde bir sicil değişikliğine neden olabilecek yegâne araç, hâlâ eleştirel düşünce ve onun en sağır doğrulara acımadan saldıran temel sorgulamasının keskin yüzüdür. Uygarlığımız ve onun temeli olan paradigmanın doğası üzerine düşünülmezse, bazı İslami düşünürlerinki gibi hep muğlak söylemlerle yetineceğiz demektir.
Mısırlı Abdurrahman El Şarkavi, iktidarın güdümünde bir ulema kastı oluşturan bir İslam ile, Peygamber'le yeğeni ve damadı Ali'nin değerlerine sahip çıkan masum bir İslam arasında ayrım yapmaktadır. Bense aksine, devleti ve toplumu örgütleyen bir yasa olarak belirdiği zaman her dinin gericileştiğini düşünüyorum. Bunun nedeni iyi ya da kötü bir İslam'da değildir, yalnızca İslam, bir sosyopolitik bütünlük olarak zamanını doldurmuştur. Bu olgu, dindeki mistik ve kültürel boyutları dışlamaz. Bu boyutuyla İslam, yeryüzündeki diğer büyük dinler gibi insanlık mirasının göz ardı edilemeyecek önemdeki bir parçasını oluşturur. Bundan dolayı kimilerinin yaptığı gibi Emevi İslamı'na karşı Ali İslamı'nın olduğunu, Safevi İslamı'na karşı Alevi İslamı olduğunu (Şeriati) söylemek gerçekliği aydınlatmaktan ziyade maskeleyen Bizansvari ayrımlardan doğar.
Çarpıklık tehlikesi, Raymond Aron'un yerinde belirlemesiyle "zincirleme özdeşleşme" diye adlandırdığı şekilde yapılınca daha da vahimleşir. El Şarkavi de İslam'ın Şûralar, yani bir tür "danışma" konseyi getirmesi nedeniyle demokratik olduğunu beyan eder. Kanıt olarak da şu ayeti iliştirir: "İşler konusunda onlara danış" (Al-i İmran, 159). Bir diğer Mısırlı, Yusuf İdris daha da uzağa gider: "Kültürel mirasımızın içeriği incelenirse, bu zengin ve karmaşık bütünün içinde birbirine karışmış şekilde tartışmasız İslami olan kavram ve değerler görülecektir; böylelikle de örneğin sosyalizm ya da demokrasi gibi kavram ve ülkülerin Batı'da ortaya çıkmadan çok önce bizde bulunduğu söylenebilir." Ve nihayet Ahmet Bahaeddin de şöyle ekler: "İslam'la demokrasi arasında en ufak bir çelişki yoktur."
Ben ise aksine ikisi arasında, tam da demokrasi gibi bir olayın ortaya çıkışını olanaklı kılan paradigma değişimlerinden dolayı çelişki olduğunu düşünüyorum. Farklı fikir topluluklarına ait olan ve aralarına modernliği kuran büyük kopmaların girdiği iki kavramı ilişkiye sokmak, zincirleme özdeşleşme yapmak ve ele alınan kavramlar şeceresinin doğası hakkında yanılgıya düşmek demektir. Bu temel kavramlar arasında aşılmaz çatlaklar vardır ve bu çatlakları tıkamak için alışageldiğimiz tedbirlerden farklı yöntemlere başvurmamız gerekir.
Demokrasinin ortaya çıkması için, öncesinde zihinlerin ve kurumların sekülarizasyonu gerekmişti; olduğu haliyle bireyin Ümmet'in pelteli kitlesi içinde erimiş anonim bir ruhtan ziyade, özerk hak sahibi bir özne olması gerekmişti; hukukun sözleşmeye dayanan bir temel edinmesi ve son olarak da, diktatörlerin zorlayıcı baskılarının ve dini mercilerin onlardan aşağı kalmayan baskılarının üstüne buyurgan meşruluğuyla ulusal egemenliğin çıkması gerekmişti. Demokrasi, Aydınlanma'nın çocuğudur. Aydınlanma da eleştirel çağın doruk noktasıdır. Yani dogmacı doğruların hatır saymadan eleştirilmesi. Octavio Paz şöyle diyor: "Demokrasi, modern uygarlığın temeli, hatta tek koşuludur. Bundan dolayı Latin Amerika demokrasilerinin başarısızlığını açıklamak için başvurulan toplumsal ve ekonomik nedenlere bu unsuru da katmak gerekir [...] eleştirel ve modern bir entelektüel akımın olmaması unsurunu."
Paz'ın Latin Amerika konusunda dedikleri İslam dünyası söz konusu olduğunda daha da doğrudur. Çift dilliliğe, zincirleme özdeşleşmeye, istifini hiç bozmadan elmayla armudu karıştırmaya, akıl almaz çarpıklıklara gömülmemize, aklın sınırlarını öğrenmenin katı koşullarını bilmeden deliklerinden rahatlıkla geçtiğimiz yalan ağını örmeye neden olan da, eleştirel ve modern entelektüel akımın yokluğudur. Raşid Boudjedra'nın modern Arap edebiyatını tanımlarken "Batılılık'la alakası olmayan bir gerçekliğe oturtulan Batılı bir biçim" belirlemesi ters bir şekilde İslam için de geçerlidir. İslam'ı demokrasi, sosyalizm ya da liberalizm kadar sekülarize olmuş kavramlar üzerine oturtmaya devam edildiği müddetçe, sorunları çözmekten ziyade zihinlerde karmaşa yaratacak melez karışımlara, patlayıcı kokteyllere varılacaktır.
Tıpkı Sevre (devrimler çağı ellili yıllardan itibaren başlar) gibi Nahda akımının da başarısızlığı bu noktadan doğmaktadır. Batı'dan büyülenen Nahda'cılar, bu gücün ardında dünyaya bakış konusunda tam bir değişiklik olduğunu, onların İslamı'yla modernlik arasında, ne atadan kalma değerlere geri dönüşle ne de Şeriat reformuyla doldurulabilecek bir çukur alan olduğunun farkına varmadılar. Sicilleri, dalga boylarını değiştirmek; başka bir bakışın ve başka bir değer sisteminin kurulabilmesi için kamu alanını nostaljik mitolojilerin boyunduruğundan çıkarmak gerekiyordu.
İslam dünyasının sorunu, atadan kalma yüklerden, savunma reflekslerinden, entelektüel sıkışmalardan ve özellikle dünyanın tüm sorunlarına hazır cevapları olduğunu zanneden o iddiadan kaynaklanmaktadır. Bir tür alçakgönüllülüğü, bir tür değerler göreliliğini öğrenmemiz gerekiyor. Hintliler ya da Çinliler'den daha fazla bir şey kotarmış değiliz. Onların uygarlıkları birçok açıdan bizimkinden daha karmaşıktı, çok daha yoğurulmuş ve inceydi. Söz konusu olan, bunları karşılaştırmaktan öte, alçakgönüllü olmak ve dünyanın İslam'la başlayıp İslam'la bittiğini telkin eden o baş döndürücü benmerkezcilikten kurtulmaktır. İslam'ın büyüklüğü, doğuş döneminde çok çeşitli unsurların çok yönlü etkilerini özümsemesi ve bunları olağanüstü bir sentezin potasında eritebilmesindedir. Yunan, İran ve Hint unsurlarının çok yönlü etkilerini bir düşünelim. Boyun eğdirilen —ve çoğu zaman daha üstün bir uygarlığı olan— halkların, bu uygarlığın yoğurulmasına getirdikleri muazzam katkıları da düşünelim. Bugün her tür "entegrizm"le gelen, İslam'ın ruhunu yenilemediği gibi İslam'ı çölün kumunda kaybolup gidecek taşlaşmış düşlerin cenaze alayına çevirir. "Entegrizm" zekâyı, fevri ve bilinçdışı refleksler düzeyine düşürür. Ve her tür zekâ düşüşü, içinde çöküşün nüvesini taşır.