ISBN 975-342-037-4
13X19,5 cm, 320 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Giriş, "Ekosisteme Devlet Müdahalesi: Olağan ve Olağanüstü Ülke", s. 7-16

Bir olağan ülke var bu topraklarda, bir de olağanüstülüğü artık her mevsim yeniden tescil edilen bir başka ülke. Önceki dönemi, sıkıyönetimi saymazsak, 1987'den beri bu böyle.

O halde bu coğrafyada iki ülke, iki rejim, iki ekonomi, belki de iki ekosistemden söz edilmeli...

Türkiye üzerine yazılan her yazı, her makale, Olağanüstü ve Olağan Ülke olgularını ayrı ayrı göz önüne almalı. Yoksa söylenenler doğru olsa da yanlış, ileri sürülenlerin de belki küçük bir parçası gerçeğe yakın çıkar.

İki ülke birbirini etkiler doğal olarak... Ülkeler ayrı olsa da ekosistem bir bütün; küçük bir parçası üzerinde olanlar tümüne yayılır. Ama etkileşimi kavramak için önce ayrılıkları bilmek gerekir.

Olağanüstü Ülke'de olağanüstü olaylar yaşandı çevre açısından; kumu, kayası, insanı, hayvanı, bitkisi, tarlası, köyü, mezrasıyla tüm ekosistem açısından olağanüstü olaylar yaşandı Olağanüstü Ülke'de: 1991 yılı Mart ayının 10. gününde örneğin, Şırnak'a yakın kömür ocaklarında katırlara silah açıldı.(1) Köylüler koruculuğu kabul etmediler diye, 1990 Ağustosu'nda Siirt, Pervari ilçesinin Doğanlar köyünde arı kovanları yakıldı.(2) Bingöl'ün Karlıova ve Genç bölgelerinde bir başka çevre eylemi gerçekleştirildi: Askeri helikopterlerden atılan yangın bombalarıyla 140 hektar orman yakıldı Eylül 1991'de.(3) Bundan bir süre önce de meyva bahçeleri ateşe verildi aynı yörede. Daha önceki ay ve yıllarda yakılan ağaç sayısını, yokedilen orman alanını sayısal olarak belirtmek olası değil, kayıt tutulmamış çünkü. Ama yine 1991 yılı içinde Cudi, Herakol ve Gabar dağlarında yüzlerce hektar orman ve binlerce meyva ağacının yakıldığı haber oldu basında.(4) Şırnak civarında Çiyareş, İdil, Midyat, Kerboran arasındaki dağlık alanda ormanlar yakıldı; bu da 1991'de. 1990 yılı içinde ise, Eruh, Cizre, Silopi, Pervari, Beytüşebbap ve Çatak'da orman yakıldı, yine Devlet tarafından.(5)

Ekosistemin insan canlıları da hayatta kalmayı başardıkları zaman, en azından altüst oldular Olağanüstü Ülke'de: en azından evlerini, köylerini boşaltmaları, yaylalarına çıkmamaları istendi. Devlet geldi köy dışına çıkmalarını yasakladı; elçisini yolladı, içeri girmelerini engelledi. Başka yüksek zevat yollayıp yol kenarında, beton, asfalt dibinde onlara mecburi iskân gösterdi, oradan kıpırdamalarına yasak, tahdit koydu.

Şırnak'ın, il olmadan önceki 38 köyünden 27'si ve 8 mezrasının tümü boşaltıldı 1990 yılının ilk sekiz ayında.(6) Ağustos 1990 ile Ocak 1991 arası Hakkari il sınırı bölgesinde 43 köy, Van'ın Nordiz bölgesinde 32 köy, Gürpınar ilçesinde 35 köy, Çatak ilçesınde 28 köy olmak üzere toplam 300 köy ve mezra boşaltıldı ve yakıldı.(7) 1991 Aralık ayında Kulp/Muş sınırında 10 köy boşaltıldı.(8) Devlet'in bu talebi için gösterdiği gerekçe "bu köy ve mezralarda oturanların köy koruculuğunu kabul etmemeleri" idi. Eylül 1991'de de Diyarbakır Hazro ilçesinin 4 mezrası boşaltıldı, evlerin bazısı yakıldı. Bu kez de "PKK'cilere ekmek veriyorsunuz" dendi. Zorla boşaltılan evler ve köyler için insanlara kamulaştırma bedeli ödenmedi, yerleşmeleri için yol kenarı hariç, yer gösterilmedi. Bazen bu da yetmedi; Şırnak'ın Balveren köyünde olduğu gibi köylülerin kıl çadırları yakıldı. Ama bitmedi; daha önceki yıllarda esnek bir şekilde uygulanan yayla yasağı l990 yılında kesinleşince, hayvan sürüleri aç kaldı, açlığa dayanamayan da toprakla bir oldu.

Ekosistemle canlıların ilişkisine "Devlet" müdahalesi, olağanüstü durumun olağan sonucuydu. Ancak olanlar bunlarla bitmedi, ne de bunlarla başladı. Ne de olsa olağanüstü haller ülkesiydi burası. Ama daha büyük Anadolu ekosisteminin başına gelebileceklerin de bir işaretiydi belki. Evet, Olağanüstü Ülke'de Devlet çevreye pençesini takmıştı ve Devlet'in pençe taktığı yerde gül bitmezdi. Savaş vardı. İnsanlar birbirini öldürüyor, panzerler ateş açıyordu. "Çevre" de uzak, soyut bir kavramdı.

Olağan Ülke'ye yansıyanlar da az değildi: Kolay içilip yutulamıyordu pek. Devletin uzun elleri Olağan Ülke'ye de uzanıyordu doğal olarak. Devlet Olağan Ülke'de de çevreye pençe atıyordu, ama bu kez gerekçeleri farklıydı. Çünkü olağan ülkede ekonomi üretmeli, halk çalışmalı, üretilen satılmalı, ithalat ihracat yapılmalıydı. Yani Olağanüstü Ülke'de çevre tahribatı devletin olağanüstü uygulamalarının bir sonucu olarak yaşanırken; Olağan Ülke'deki çevre tahribatı büyük ölçüde devletin olağan uygulamalarının bir parçası ve sonucu olarak gerçekleşiyordu. İşte bu olağan üretim faaliyeti, gerekli gereksiz her türlü üretim faaliyeti, yakın zamana kadar önemli ölçüde devlet eliyle yürütülüyordu Olağan Ülke'de. Devlet de üretebilmek için fazla ince eleyip sık dokumamış, kimi de, zamana denk düşmeyen, sonuçta bol kirleten dallarda üretim yapmayı seçivermişti. Çimento "sanayi" örneğin: Etrafa bol toz üfürüp, tarla, bahçe demeden her yeri gri bir örtüyle kapatan bu endüstriyi sevmişti Türk Devleti; Cumhuriyet kurulalı beri, Türkiye'nin her yanını çimento fabrikaları ile donatmaktan hoşnut olmuştu. Hatta son zamanlarda dayanamamış, iyilik olsun diye birkaç tane de Olağanüstü Ülke'ye dikivermiş, örneğin Adıyaman'da tam Göksu nehrinin kıyısına bir çimento fabrikası oturtuvermişti. Fabrika için gerekli hammadde civar kayalıklardan çıkartılıyor, dinamitlenen dağdan elde edilen madde fabrikada işleniyor, bu arada da yakındaki on köyde evler, bu patlamalar yüzünden çatlamalara uğruyordu. Etrafa yayılan pis koku da cabasıydı. 1983'te faaliyete geçen fabrikanın bacasına, önce, ayıp olmasın diye tozları yutan bir filtre konmuş, sonra filtre çalışmaz olmuştu. On köy, bol tozlu çimentolu havayı kokluyor, çimento tozlu tahıllardan yemek yapıp yiyor, çimentolu sebze ve tahıllara "yarabbi şükür" diyordu. Ne de olsa kaderdi bu. Eh birkaç kişiye de iş sağlamıştı işte, fazla şikâyet etmemeliydi insan. Ama Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki çimento fabrikası civarında oturanlar (Kemertaş, Saray ve Şirinevler mahalleleri) bunca boynu bükük durmayı sindirememiş, dava açmışlardı devletin fabrikasına karşı. Don Kişotlar Tanrı'ya karşı. Devletin mahkemesi de düşünmüş taşınmıştı, akları karalara, karaları aklara vurmuş ve "komşuluk hukuku açısından, halk çimento fabrikasına katlanmalı" buyurmuştu.

Eh olabilirdi işte. Böyle şeyler Olağan Ülke'de bile oluyordu. Tam da Gökova Körfezi'nin muhteşem doğasının içine bir termik santralcık kondurmak istememiş miydi bir hükümetimiz? Hem de bir başbakanımız "merak etme, herşey daha güzel olacak" diye vadetmemiş miydi orada termik santralcığa direnen bir köylü kızına?(9) Yeter ki sağlık olsun işte, Erganili de katlanıversin çimentoya. Gerçi Almanlar söküp atıyordu çimento fabrikalarını artık. Altındaki toprağı bile "çok kirli" gerekçesi ile ihraç ediyorlardı. Alan olursa tabii. Ama 1988'de Isparta'daki çimento fabrikasına yakıt olarak Alman sanayi çöpü getiren Frankfurt merkezli ETE şirketinin ortaklarından Mazhar Mühür bu toprağa da talip olmuştu. Belki anavatanında henüz kimseyi ikna edememişti bunu almaya ama "neden olmasın?" diye düşünüyordu açıkçası, para da vardı işin ucunda. Evet, neden olmasın?(10)

Devletin uzun elleri her yere uzanıp pençesini atıyordu, ama gel gör ki özel sektörün sihirli elleri Olağanüstü Ülke'ye ulaşmıyordu pek. Ülkenin beri kalan kısmını kirletmek varken, ne diye tehlikeye atılmalı? Dolayısıyla Olağanüstü Ülke çevresinin çektikleri Devlet ile başlayıp biterken, Olağan Ülke'nin başına gelenlere devlet dışında sorumlular da aramak gerekiyordu. Özel sanayi, güzel sanayi, kirletici sanayi. Hangi ülkenin durumu daha zordu çevre açısından; bunu bilmek kimi zaman hayli zordu. Hem devlet hem özel sektörle başa çıkmak mı, yoksa devlet ve devletin uzantıları ile uğraşmak mı?

Kimi zaman da Olağan Ülke'deki sonuçlara tersinden, büyüteçle bakıyordunuz ve kendinizi Olağanüstü Ülke'de buluyordunuz. Ama bir fark vardı, ya da iki fark vardı: bilinç ve niyet farkı. Olağan ülkede "iyi" niyet vardı. Yapılan, bir şekilde ekonomi için, iş sahası yaratmak için, üretim için yapılıyordu. Bilinç de vardı tabii, daha doğrusu bilinçsizlik vardı: Yani çoğu kez, yatırımcı devlet ise, yaptığı yatırımın "çevre sorunları" doğuracağını bilmiyor veya bilmek istemiyordu. Çünkü bilseydi eğer, yatırımın maliyeti çok artacak ya da yatırım yatırılamayacaktı. Bazen devlet yaptığı yatırımın olumsuz çevre sorunları doğurabileceğini bile farkedemiyordu. Radyasyonun ne anlama geldiğini tam kavrayamamıştı örneğin kimi yetkililer. Hâlâ en yetkilisi bile bir uçak kazası ile bir nükleer santral kazası arasındaki riski kendince karşılaştırıyor ve bu santralcıkların niye yapılması gerektiğini size anlatıyordu. Ya da bir tarım bakanlığı çimento fabrikalarının tarım topraklarını yokettiğinin farkında olmak istemiyordu. Zaten çoğu kez bakanlıklar, kendi ilgileri doğrultusunda değil, sanayinin ağzı ile konuşuyor, kraldan çok kralı savunuyorlardı.

Olağanüstü Ülke'yi daha iyi anlayabilmek için burada devletin iyi niyetini yitirdiğini görmeliydiniz. Geçiş olamazdı yoksa Olağan'dan Olağanüstü'ye. Acıtmak istiyordu devlet, yakmak, yıkmak, yok etmek istiyordu Olağanüstü Ülke çevresini. Tersine dönmüş bilincini, bilgisini kullanıyordu, çünkü sonuçta şunu biliyordu: Çevre giderse insanlar da gider, katırlar öldürülürse insanlar yaşayamaz, ormanlar, köyler yakılırsa insanlar da yıkılır. Kabaca bunu biliyordu Devlet tanrı, hernekadar bu yetmezse de, olayın önemli bir parçasıydı.

Ne var ki ekosistem bir bütündü. Doğa, çevrenin olağan ile olağan olmayan, yani olağanüstü halleri arasında bir ayrım yapmıyordu. Bir tarafta olanları uzun veya kısa vadelerde öbür tarafa aktarıyordu. Olağanüstü hallerin bütün olumsuzlukları, belli bir zaman sonra Olağan Ülke'ye de sıçrayacaktı, dolaylı ya da dolaysız etkileri burada da görülecekti. Çölleşme bir yerde bitip durmuyordu. Kirlenen sular bir coğrafyadan öbür coğrafyaya taşınıyor; toprağa atılan çöpler, yakılan ormanların erozyona uğrattığı toprak, yaşayan canlıların sefaleti ve felaketi, bir yerden diğerine aktarılıyordu. Olağanüstü Ülke'den zorla göç ettirilen nice insan, nice köy kasabadan sonra, Olağan Ülke'de büyük kent İstanbul'un kapılarını zorluyor, sorunlar yumağı kente yenilerini getiriyordu. Bundan birkaç yıl önce, 1989 Kasımı öncesinde Doğu ile Batı Almanya hâlâ ayrı iken, zengin ve temiz çevre meraklısı Batı Almanlar çöp sorunlarını büyük ölçüde Doğu Almanya'ya ihraç ederek çözüyorlardı. Sonra farkettiler: Doğu Almanlar'ın bunları yakmak için kurdukları fırınlardan çıkan kirli hava Batı Berlin'in havasını bozmuş, ihraç ettikleri zehir aynen kendilerine geri dönmüş. Doğu Almanya'dan Batı'ya akan nehirler, bir kısım ithal kirliliği yeniden, onları ihraç eden ülkeye getirmiş. Parasıyla rezil olmak da buna denirdi herhalde işte, çünkü Batı Almanlar bu ihraç ettikleri çöpler için yüksek para ödemişlerdi Doğu Almanlar'a: ton başına l000 Alman Markı. Hem paradan olmuşlardı hem de temiz havadan. Çevrenin cilveleri. Ama bir yandan da çevreye şiddet uygulamanın ne kadar kısa vadeli bir çözüm olduğunu ortaya koyuyordu belki. Gizlemenin saklamanın ne kadar anlamsız olduğunu da açığa çıkarıyordu; özellikle ekosistem söz konusu olduğunda: ne ekersen bir tarafına, onu biçiyordun öbür tarafından.

Ekosistem, yani doğal çevre, bitkiler, insanlar dahil tüm hayvanlar arasındaki ilişkilerin oluşturduğu uyum, bir bütün. Doğa hükümetlerin çizdiği aykırı çizgileri, ulusal devletlerin koyduğu yapay sınırları tanımıyor; ülkenin ücra bir köşesinde olanlar, dalga dalga tüm ekosistemi etkiliyor. Evrimi oluşturan süreçler, örneğin doğal ayıklanma, örneğin mutasyonlar, bu küçücük köşede olanlardan etkilenerek tüm ekosistemi altüst edebiliyor. Ancak hemen şunu eklemek gerek; evrim zamanı dediğimizde çok uzun zamanlardan bin yıllardan, milyon, milyar yıllardan söz ediyoruz. Bugün doğadaki küçük altüst oluşların veya büyük değişimlerin etkisi ender olarak bir insan ömrü içinde hissediliyor, doğanın, ekosistemin öbür parçalarına sıçrıyor. Ama sonuçları kısa vadede ortaya çıkan olaylar da az değil. Dalyan'da yapılacak bir otel, veya değil sert, yumuşak olarak geliştirilecek herhangi bir turizm çeşidinin bile burada yumurtlayan deniz kaplumbağalarını bölgeden kaçıracağını bilmek için uzman olmak gerekmiyor. İşte örnek: Yunanistan'ın Zakintos adası. İnsanların yoğun olarak yaşadıkları hangi doğa parçasında, vahşi hayvanların, hele deniz kaplumbağaları gibi nazik canlıların onlarla içiçe varolabildiklerini gördünüz, işittiniz? Bu tür canlılar insanlardan biraz uzak olmalı ki yaşayabilsinler. Hayvanat bahçelerinden bahsetmeyelim: Buradaki hayvanların doğal koşullarına uygun yaşamadıkları, ancak insanların gönülleri şen olsun diye türlerinden birkaç örnek, sembol olarak alınarak, korunduklarını biliyoruz. Kısa dönemli bir evrim bu. Dalyan'da, Alman teknik danışmanlığı ile bile olsa, yapılacak herhangi bir turizm girişimi kaplumbağaları yokedecek.

Foça'ya foklar gelmeyeli epey oldu. Foklar gitti, şimdi fokları kurtarmak için bir ulusal komite kuruldu. Ancak ulusal komite, uluslararası antlaşmalar, araştırmalar bile yapsa koşullarda temel değişiklik yaratmadığı sürece, fokları Foça'ya getiremeyecek. Birecik'te Tarım Bakanlığı uzmanları yıllar boyunca bekleseler de artık göçmen kelaynakların geldiğini göremeyecekler. Kısa vadeli süreçlerle de doğadaki canlı türleri yokoluyor.

Bir türü yok etmek mi istiyorsunuz? Yaşama mekânlarını ortadan kaldırın yeter. Köylerini yıkın, evlerini yakın, tarlalarına asker, füze konuşlandırın. Dağlarında siyanürle altın arayın. Yumurtladıkları kumsala otel dikin. Ormanlarını kesin. Yaşadıkları denize kanalizasyon akıtın.

Devlet ne yaparsa yapsın, doğanın olağan ve olağanüstü olarak iki ayrı hali, iki ayrı kabulü, iki ayrı ekosistemi yok. Olağanüstü olarak ortaya çıkan bütün halleri olağan halini de etkileyecek. Doğa insanın koyduğu yapay sınırları tanımayacağından, Olağanüstü Ülke'deki bütün uygulamalar, uygulamacıların ömürleri içinde, veya biraz daha uzun vadelerde öbür tarafa sıçrayacak, oraya da damgasını vuracak.

Ama insanları yok etmek istiyorsanız, bu zaten doğanın derdi değil. Doğa için facia değil. İnsan olmadan da doğa varolur. Doğanın öyle yokedilen türlerin eksikliğini bilecek duyarlığı yok.

Dinozorlar iyi ders verir insana. Bundan 225 milyon yıl önce dünyada gezinmeye başlamışlar. Küçükmüşler, sayıları az, çeşitleri pek yokmuş; sonra dünyanın her tarafına yayılmışlar. Çeşitleri artmış, sayıları çoğalmış, küçücük, tavuk kadar dinozorlardan, devasa Brontosorlar'a kadar bin çeşit dinozor çıkmış ortaya. Pangea'nın (Dünya o zaman tek bir kıta imiş. Pangea da bilim çalışanlarının bugün ona verdiği isim) tümüne sızmışlar. Ilık sularına dalıp çıkmışlar, ılıman ikliminde güneşlenip rüzgarında serinlemişler. 155 milyon yıl. Tam 155 milyon yıl yaşamış dinozorlar dünya yüzünde. Sonra bir gün çekip gitmişler. Yaşamları debdebeli imiş belki, ama onları bize aktaran, onlardan nice yıl sonra ortaya çıkan insanlar olduğuna göre, pek kimse hissetmemiş gittiklerini. Sessizce yokolmuşlar. Doğa gözünü bile kırpmadığı, ağıt yakmadığı gibi, artlarından gelen memelilere kucağını açmış.

Dinozorların yaşadığı 155 milyon yıl ile kıyaslandığında insanın dünya üzerindeki ömrü bir hiç. Kim yokolmayacağını garanti eder? İnsan bir bebek henüz. Sadece 3.5 milyon yıldır yaşamakta bu dünyada, o da bizim türümüz Homo sapiens olarak değil, ayakta durmaya başlayan, insana benzer ilk canlı, yani Australopithecus afarensis olarak. Homo sapiens sapiens'in, yani çağdaş insanın, dünya yüzeyindeki geçmişi ise sadece 35 bin yıl. İnsan olmadan da doğa varolur. Gık demez. Evrimin getirdikleri, biyoloji ve jeolojinin bilgisi bu. Doğanın amacı insan değil. Doğadaki en üstün, en gelişkin canlı insan da değil. İnsanların hüsnü kuruntusu bu. Kimi yüce filozofun beynini fişekleyen bir ateş. Belki her canlı türü kendi için aynısını düşünüyor. Üstünlüğün, yüksekliğin, gelişkinliğin kıstasları kime ait buna bakmalı. Ama şu gerçek: İnsan-hayvan olmadan da doğa varolur; gel gör ki doğa olmadan insan yaşayamaz, kendi türünü sürdüremez. Doğa, insan yaşamının olmazsa olmaz koşulu. Bugün bildiğimiz, genetik, biyolojik özellikleri aşağı yukarı tanımlanmış bir tür olarak insanın, birlikte varolduğu tüm türlere, yakın veya uzaktan akrabası şebeklerden yılanlara kadar bütün hayvanlara gereksinimi var. Ve doğal olarak bitkilere de. En az hepsi kadar kendi türüne gereksinimi var. Hem sağlığı, besini, havası, bakımı, etkileşimi, hem de sevgisi, aşkı, keyfi, mutluluğu için var.

Birkaç nokta daha...

Dünyada yaşayan hiçbir canlı türü, kendi türünün bireylerini veya birey gruplarını yokederek varolamaz. Antropoloji ve arkeoloji bilimlerinin bulgularına göre bugüne kadar hiçbir canlı türü düzenli ve sistematik yamyamlık yaparak yaşamamış. Yamyamlık, kimi canlılarda, kimi zaman, açlık, felaket gibi özel durumlarda veya ritüellerde ortaya çıkıyor. Ama hayvan türleri, kendi türlerinden canlılarla düzenli beslenerek yaşamlarını sürdürmüyorlar. Benzer şekilde hiçbir tür jenosid yaparak, yani bir türü kitlesel olarak katlederek de uzun sürelerde varolamıyor. Aksi halde yaşanan habitatlar (bir türün yaşadığı yer ve bu yer çevresindeki her şey) ve ekoniçler (bir türün, parçası olduğu ekosistem içindeki pozisyonu; cansız ve canlı çevre ile ilişkileri, neyle ve nasıl beslendiği, hangi tür tarafından besin olarak kullanıldığı vb.) çok benzeyeceği için, her an yokedilmek tehlikesi ile, en azından yokettikleri tarafından yokedilme tehlikesi ile yaşıyorlar. Üstelik yok etmek için sırada bekleyen başkaları da oluyor.

Önümüze uzun, evrim düzeyinde uzun zaman sürelerini koyarak pek çok ders verir doğa insana. Ama doğanın ahlakı yoktur, doğal olarak. Birşeyi, iyi ya da kötü olduğu için seçmez. Hatta neye göre seçtiği, örneğin doğal ayıklanma süreçlerinde en etkili faktörlerin ne olduğunun o kadar çok belirleyicisi var ki sonunda fenotipler (bir canlının dış, fiziki görünümü) açısından hangilerinin ayıklanıp, hangilerinin geriye kalacağı bilinemez. Kaldı ki doğal ayıklanma, evrimi belirleyen süreçlerden sadece bir tanesidir: Canlılardaki, mutasyon, genetik kaymalar ve gen akımı gibi evrimi oluşturan diğer süreçlerden arta kalan çeşitliliği ve çeşitlilik kısıtlanmasını ele alır. Doğanın ahlakı yok. İyi-kötü ayrımı yapmadığı gibi, eğitime, maddi zenginliğe, hatta zekaya bile bakmıyor; ama kimbilir belki maddi rahatlık içinde yaşayanlara kimi zaman daha az dokunabiliyordur.

Notlar


(1) Yeni Ülke, 10-16 Mart 1991. Yüzyıl, 3 Mart 1991, "Şırnak'ta Kömürcülerin İsyanı", s. 14-5 ve Yüzyıl, 28 Şubat, 1991. Yukarı
(2) Yüzyıl, 3 Mart, 1991. Yukarı
(3) Yeni Ülke, 15-21 Eylül 1991. Yukarı
(4) A.g.y. Yukarı
(5) İnsan Hakları Derneği (İHD),Olağanüstü Hal Bölge Raporu - 1990, Ankara, Yurt Yayınları, 1991, s. 61. Giriş, "Ekosisteme Devlet Müdahalesi: Olağan ve Olağanüstü Ülke", s. 7-16

Bir olağan ülke var bu topraklarda, bir de olağanüstülüğü artık her mevsim yeniden tescil edilen bir başka ülke. Önceki dönemi, sıkıyönetimi saymazsak, 1987'den beri bu böyle.

O halde bu coğrafyada iki ülke, iki rejim, iki ekonomi, belki de iki ekosistemden söz edilmeli...

Türkiye üzerine yazılan her yazı, her makale, Olağanüstü ve Olağan Ülke olgularını ayrı ayrı göz önüne almalı. Yoksa söylenenler doğru olsa da yanlış, ileri sürülenlerin de belki küçük bir parçası gerçeğe yakın çıkar.

İki ülke birbirini etkiler doğal olarak... Ülkeler ayrı olsa da ekosistem bir bütün; küçük bir parçası üzerinde olanlar tümüne yayılır. Ama etkileşimi kavramak için önce ayrılıkları bilmek gerekir.

Olağanüstü Ülke'de olağanüstü olaylar yaşandı çevre açısından; kumu, kayası, insanı, hayvanı, bitkisi, tarlası, köyü, mezrasıyla tüm ekosistem açısından olağanüstü olaylar yaşandı Olağanüstü Ülke'de: 1991 yılı Mart ayının 10. gününde örneğin, Şırnak'a yakın kömür ocaklarında katırlara silah açıldı.(1) Köylüler koruculuğu kabul etmediler diye, 1990 Ağustosu'nda Siirt, Pervari ilçesinin Doğanlar köyünde arı kovanları yakıldı.(2) Bingöl'ün Karlıova ve Genç bölgelerinde bir başka çevre eylemi gerçekleştirildi: Askeri helikopterlerden atılan yangın bombalarıyla 140 hektar orman yakıldı Eylül 1991'de.(3) Bundan bir süre önce de meyva bahçeleri ateşe verildi aynı yörede. Daha önceki ay ve yıllarda yakılan ağaç sayısını, yokedilen orman alanını sayısal olarak belirtmek olası değil, kayıt tutulmamış çünkü. Ama yine 1991 yılı içinde Cudi, Herakol ve Gabar dağlarında yüzlerce hektar orman ve binlerce meyva ağacının yakıldığı haber oldu basında.(4) Şırnak civarında Çiyareş, İdil, Midyat, Kerboran arasındaki dağlık alanda ormanlar yakıldı; bu da 1991'de. 1990 yılı içinde ise, Eruh, Cizre, Silopi, Pervari, Beytüşebbap ve Çatak'da orman yakıldı, yine Devlet tarafından.(5)

Ekosistemin insan canlıları da hayatta kalmayı başardıkları zaman, en azından altüst oldular Olağanüstü Ülke'de: en azından evlerini, köylerini boşaltmaları, yaylalarına çıkmamaları istendi. Devlet geldi köy dışına çıkmalarını yasakladı; elçisini yolladı, içeri girmelerini engelledi. Başka yüksek zevat yollayıp yol kenarında, beton, asfalt dibinde onlara mecburi iskân gösterdi, oradan kıpırdamalarına yasak, tahdit koydu.

Şırnak'ın, il olmadan önceki 38 köyünden 27'si ve 8 mezrasının tümü boşaltıldı 1990 yılının ilk sekiz ayında.(6) Ağustos 1990 ile Ocak 1991 arası Hakkari il sınırı bölgesinde 43 köy, Van'ın Nordiz bölgesinde 32 köy, Gürpınar ilçesinde 35 köy, Çatak ilçesınde 28 köy olmak üzere toplam 300 köy ve mezra boşaltıldı ve yakıldı.(7) 1991 Aralık ayında Kulp/Muş sınırında 10 köy boşaltıldı.(8) Devlet'in bu talebi için gösterdiği gerekçe "bu köy ve mezralarda oturanların köy koruculuğunu kabul etmemeleri" idi. Eylül 1991'de de Diyarbakır Hazro ilçesinin 4 mezrası boşaltıldı, evlerin bazısı yakıldı. Bu kez de "PKK'cilere ekmek veriyorsunuz" dendi. Zorla boşaltılan evler ve köyler için insanlara kamulaştırma bedeli ödenmedi, yerleşmeleri için yol kenarı hariç, yer gösterilmedi. Bazen bu da yetmedi; Şırnak'ın Balveren köyünde olduğu gibi köylülerin kıl çadırları yakıldı. Ama bitmedi; daha önceki yıllarda esnek bir şekilde uygulanan yayla yasağı l990 yılında kesinleşince, hayvan sürüleri aç kaldı, açlığa dayanamayan da toprakla bir oldu.

Ekosistemle canlıların ilişkisine "Devlet" müdahalesi, olağanüstü durumun olağan sonucuydu. Ancak olanlar bunlarla bitmedi, ne de bunlarla başladı. Ne de olsa olağanüstü haller ülkesiydi burası. Ama daha büyük Anadolu ekosisteminin başına gelebileceklerin de bir işaretiydi belki. Evet, Olağanüstü Ülke'de Devlet çevreye pençesini takmıştı ve Devlet'in pençe taktığı yerde gül bitmezdi. Savaş vardı. İnsanlar birbirini öldürüyor, panzerler ateş açıyordu. "Çevre" de uzak, soyut bir kavramdı.

Olağan Ülke'ye yansıyanlar da az değildi: Kolay içilip yutulamıyordu pek. Devletin uzun elleri Olağan Ülke'ye de uzanıyordu doğal olarak. Devlet Olağan Ülke'de de çevreye pençe atıyordu, ama bu kez gerekçeleri farklıydı. Çünkü olağan ülkede ekonomi üretmeli, halk çalışmalı, üretilen satılmalı, ithalat ihracat yapılmalıydı. Yani Olağanüstü Ülke'de çevre tahribatı devletin olağanüstü uygulamalarının bir sonucu olarak yaşanırken; Olağan Ülke'deki çevre tahribatı büyük ölçüde devletin olağan uygulamalarının bir parçası ve sonucu olarak gerçekleşiyordu. İşte bu olağan üretim faaliyeti, gerekli gereksiz her türlü üretim faaliyeti, yakın zamana kadar önemli ölçüde devlet eliyle yürütülüyordu Olağan Ülke'de. Devlet de üretebilmek için fazla ince eleyip sık dokumamış, kimi de, zamana denk düşmeyen, sonuçta bol kirleten dallarda üretim yapmayı seçivermişti. Çimento "sanayi" örneğin: Etrafa bol toz üfürüp, tarla, bahçe demeden her yeri gri bir örtüyle kapatan bu endüstriyi sevmişti Türk Devleti; Cumhuriyet kurulalı beri, Türkiye'nin her yanını çimento fabrikaları ile donatmaktan hoşnut olmuştu. Hatta son zamanlarda dayanamamış, iyilik olsun diye birkaç tane de Olağanüstü Ülke'ye dikivermiş, örneğin Adıyaman'da tam Göksu nehrinin kıyısına bir çimento fabrikası oturtuvermişti. Fabrika için gerekli hammadde civar kayalıklardan çıkartılıyor, dinamitlenen dağdan elde edilen madde fabrikada işleniyor, bu arada da yakındaki on köyde evler, bu patlamalar yüzünden çatlamalara uğruyordu. Etrafa yayılan pis koku da cabasıydı. 1983'te faaliyete geçen fabrikanın bacasına, önce, ayıp olmasın diye tozları yutan bir filtre konmuş, sonra filtre çalışmaz olmuştu. On köy, bol tozlu çimentolu havayı kokluyor, çimento tozlu tahıllardan yemek yapıp yiyor, çimentolu sebze ve tahıllara "yarabbi şükür" diyordu. Ne de olsa kaderdi bu. Eh birkaç kişiye de iş sağlamıştı işte, fazla şikâyet etmemeliydi insan. Ama Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki çimento fabrikası civarında oturanlar (Kemertaş, Saray ve Şirinevler mahalleleri) bunca boynu bükük durmayı sindirememiş, dava açmışlardı devletin fabrikasına karşı. Don Kişotlar Tanrı'ya karşı. Devletin mahkemesi de düşünmüş taşınmıştı, akları karalara, karaları aklara vurmuş ve "komşuluk hukuku açısından, halk çimento fabrikasına katlanmalı" buyurmuştu.

Eh olabilirdi işte. Böyle şeyler Olağan Ülke'de bile oluyordu. Tam da Gökova Körfezi'nin muhteşem doğasının içine bir termik santralcık kondurmak istememiş miydi bir hükümetimiz? Hem de bir başbakanımız "merak etme, herşey daha güzel olacak" diye vadetmemiş miydi orada termik santralcığa direnen bir köylü kızına?(9) Yeter ki sağlık olsun işte, Erganili de katlanıversin çimentoya. Gerçi Almanlar söküp atıyordu çimento fabrikalarını artık. Altındaki toprağı bile "çok kirli" gerekçesi ile ihraç ediyorlardı. Alan olursa tabii. Ama 1988'de Isparta'daki çimento fabrikasına yakıt olarak Alman sanayi çöpü getiren Frankfurt merkezli ETE şirketinin ortaklarından Mazhar Mühür bu toprağa da talip olmuştu. Belki anavatanında henüz kimseyi ikna edememişti bunu almaya ama "neden olmasın?" diye düşünüyordu açıkçası, para da vardı işin ucunda. Evet, neden olmasın?(10)

Devletin uzun elleri her yere uzanıp pençesini atıyordu, ama gel gör ki özel sektörün sihirli elleri Olağanüstü Ülke'ye ulaşmıyordu pek. Ülkenin beri kalan kısmını kirletmek varken, ne diye tehlikeye atılmalı? Dolayısıyla Olağanüstü Ülke çevresinin çektikleri Devlet ile başlayıp biterken, Olağan Ülke'nin başına gelenlere devlet dışında sorumlular da aramak gerekiyordu. Özel sanayi, güzel sanayi, kirletici sanayi. Hangi ülkenin durumu daha zordu çevre açısından; bunu bilmek kimi zaman hayli zordu. Hem devlet hem özel sektörle başa çıkmak mı, yoksa devlet ve devletin uzantıları ile uğraşmak mı?

Kimi zaman da Olağan Ülke'deki sonuçlara tersinden, büyüteçle bakıyordunuz ve kendinizi Olağanüstü Ülke'de buluyordunuz. Ama bir fark vardı, ya da iki fark vardı: bilinç ve niyet farkı. Olağan ülkede "iyi" niyet vardı. Yapılan, bir şekilde ekonomi için, iş sahası yaratmak için, üretim için yapılıyordu. Bilinç de vardı tabii, daha doğrusu bilinçsizlik vardı: Yani çoğu kez, yatırımcı devlet ise, yaptığı yatırımın "çevre sorunları" doğuracağını bilmiyor veya bilmek istemiyordu. Çünkü bilseydi eğer, yatırımın maliyeti çok artacak ya da yatırım yatırılamayacaktı. Bazen devlet yaptığı yatırımın olumsuz çevre sorunları doğurabileceğini bile farkedemiyordu. Radyasyonun ne anlama geldiğini tam kavrayamamıştı örneğin kimi yetkililer. Hâlâ en yetkilisi bile bir uçak kazası ile bir nükleer santral kazası arasındaki riski kendince karşılaştırıyor ve bu santralcıkların niye yapılması gerektiğini size anlatıyordu. Ya da bir tarım bakanlığı çimento fabrikalarının tarım topraklarını yokettiğinin farkında olmak istemiyordu. Zaten çoğu kez bakanlıklar, kendi ilgileri doğrultusunda değil, sanayinin ağzı ile konuşuyor, kraldan çok kralı savunuyorlardı.

Olağanüstü Ülke'yi daha iyi anlayabilmek için burada devletin iyi niyetini yitirdiğini görmeliydiniz. Geçiş olamazdı yoksa Olağan'dan Olağanüstü'ye. Acıtmak istiyordu devlet, yakmak, yıkmak, yok etmek istiyordu Olağanüstü Ülke çevresini. Tersine dönmüş bilincini, bilgisini kullanıyordu, çünkü sonuçta şunu biliyordu: Çevre giderse insanlar da gider, katırlar öldürülürse insanlar yaşayamaz, ormanlar, köyler yakılırsa insanlar da yıkılır. Kabaca bunu biliyordu Devlet tanrı, hernekadar bu yetmezse de, olayın önemli bir parçasıydı.

Ne var ki ekosistem bir bütündü. Doğa, çevrenin olağan ile olağan olmayan, yani olağanüstü halleri arasında bir ayrım yapmıyordu. Bir tarafta olanları uzun veya kısa vadelerde öbür tarafa aktarıyordu. Olağanüstü hallerin bütün olumsuzlukları, belli bir zaman sonra Olağan Ülke'ye de sıçrayacaktı, dolaylı ya da dolaysız etkileri burada da görülecekti. Çölleşme bir yerde bitip durmuyordu. Kirlenen sular bir coğrafyadan öbür coğrafyaya taşınıyor; toprağa atılan çöpler, yakılan ormanların erozyona uğrattığı toprak, yaşayan canlıların sefaleti ve felaketi, bir yerden diğerine aktarılıyordu. Olağanüstü Ülke'den zorla göç ettirilen nice insan, nice köy kasabadan sonra, Olağan Ülke'de büyük kent İstanbul'un kapılarını zorluyor, sorunlar yumağı kente yenilerini getiriyordu. Bundan birkaç yıl önce, 1989 Kasımı öncesinde Doğu ile Batı Almanya hâlâ ayrı iken, zengin ve temiz çevre meraklısı Batı Almanlar çöp sorunlarını büyük ölçüde Doğu Almanya'ya ihraç ederek çözüyorlardı. Sonra farkettiler: Doğu Almanlar'ın bunları yakmak için kurdukları fırınlardan çıkan kirli hava Batı Berlin'in havasını bozmuş, ihraç ettikleri zehir aynen kendilerine geri dönmüş. Doğu Almanya'dan Batı'ya akan nehirler, bir kısım ithal kirliliği yeniden, onları ihraç eden ülkeye getirmiş. Parasıyla rezil olmak da buna denirdi herhalde işte, çünkü Batı Almanlar bu ihraç ettikleri çöpler için yüksek para ödemişlerdi Doğu Almanlar'a: ton başına l000 Alman Markı. Hem paradan olmuşlardı hem de temiz havadan. Çevrenin cilveleri. Ama bir yandan da çevreye şiddet uygulamanın ne kadar kısa vadeli bir çözüm olduğunu ortaya koyuyordu belki. Gizlemenin saklamanın ne kadar anlamsız olduğunu da açığa çıkarıyordu; özellikle ekosistem söz konusu olduğunda: ne ekersen bir tarafına, onu biçiyordun öbür tarafından.

Ekosistem, yani doğal çevre, bitkiler, insanlar dahil tüm hayvanlar arasındaki ilişkilerin oluşturduğu uyum, bir bütün. Doğa hükümetlerin çizdiği aykırı çizgileri, ulusal devletlerin koyduğu yapay sınırları tanımıyor; ülkenin ücra bir köşesinde olanlar, dalga dalga tüm ekosistemi etkiliyor. Evrimi oluşturan süreçler, örneğin doğal ayıklanma, örneğin mutasyonlar, bu küçücük köşede olanlardan etkilenerek tüm ekosistemi altüst edebiliyor. Ancak hemen şunu eklemek gerek; evrim zamanı dediğimizde çok uzun zamanlardan bin yıllardan, milyon, milyar yıllardan söz ediyoruz. Bugün doğadaki küçük altüst oluşların veya büyük değişimlerin etkisi ender olarak bir insan ömrü içinde hissediliyor, doğanın, ekosistemin öbür parçalarına sıçrıyor. Ama sonuçları kısa vadede ortaya çıkan olaylar da az değil. Dalyan'da yapılacak bir otel, veya değil sert, yumuşak olarak geliştirilecek herhangi bir turizm çeşidinin bile burada yumurtlayan deniz kaplumbağalarını bölgeden kaçıracağını bilmek için uzman olmak gerekmiyor. İşte örnek: Yunanistan'ın Zakintos adası. İnsanların yoğun olarak yaşadıkları hangi doğa parçasında, vahşi hayvanların, hele deniz kaplumbağaları gibi nazik canlıların onlarla içiçe varolabildiklerini gördünüz, işittiniz? Bu tür canlılar insanlardan biraz uzak olmalı ki yaşayabilsinler. Hayvanat bahçelerinden bahsetmeyelim: Buradaki hayvanların doğal koşullarına uygun yaşamadıkları, ancak insanların gönülleri şen olsun diye türlerinden birkaç örnek, sembol olarak alınarak, korunduklarını biliyoruz. Kısa dönemli bir evrim bu. Dalyan'da, Alman teknik danışmanlığı ile bile olsa, yapılacak herhangi bir turizm girişimi kaplumbağaları yokedecek.

Foça'ya foklar gelmeyeli epey oldu. Foklar gitti, şimdi fokları kurtarmak için bir ulusal komite kuruldu. Ancak ulusal komite, uluslararası antlaşmalar, araştırmalar bile yapsa koşullarda temel değişiklik yaratmadığı sürece, fokları Foça'ya getiremeyecek. Birecik'te Tarım Bakanlığı uzmanları yıllar boyunca bekleseler de artık göçmen kelaynakların geldiğini göremeyecekler. Kısa vadeli süreçlerle de doğadaki canlı türleri yokoluyor.

Bir türü yok etmek mi istiyorsunuz? Yaşama mekânlarını ortadan kaldırın yeter. Köylerini yıkın, evlerini yakın, tarlalarına asker, füze konuşlandırın. Dağlarında siyanürle altın arayın. Yumurtladıkları kumsala otel dikin. Ormanlarını kesin. Yaşadıkları denize kanalizasyon akıtın.

Devlet ne yaparsa yapsın, doğanın olağan ve olağanüstü olarak iki ayrı hali, iki ayrı kabulü, iki ayrı ekosistemi yok. Olağanüstü olarak ortaya çıkan bütün halleri olağan halini de etkileyecek. Doğa insanın koyduğu yapay sınırları tanımayacağından, Olağanüstü Ülke'deki bütün uygulamalar, uygulamacıların ömürleri içinde, veya biraz daha uzun vadelerde öbür tarafa sıçrayacak, oraya da damgasını vuracak.

Ama insanları yok etmek istiyorsanız, bu zaten doğanın derdi değil. Doğa için facia değil. İnsan olmadan da doğa varolur. Doğanın öyle yokedilen türlerin eksikliğini bilecek duyarlığı yok.

Dinozorlar iyi ders verir insana. Bundan 225 milyon yıl önce dünyada gezinmeye başlamışlar. Küçükmüşler, sayıları az, çeşitleri pek yokmuş; sonra dünyanın her tarafına yayılmışlar. Çeşitleri artmış, sayıları çoğalmış, küçücük, tavuk kadar dinozorlardan, devasa Brontosorlar'a kadar bin çeşit dinozor çıkmış ortaya. Pangea'nın (Dünya o zaman tek bir kıta imiş. Pangea da bilim çalışanlarının bugün ona verdiği isim) tümüne sızmışlar. Ilık sularına dalıp çıkmışlar, ılıman ikliminde güneşlenip rüzgarında serinlemişler. 155 milyon yıl. Tam 155 milyon yıl yaşamış dinozorlar dünya yüzünde. Sonra bir gün çekip gitmişler. Yaşamları debdebeli imiş belki, ama onları bize aktaran, onlardan nice yıl sonra ortaya çıkan insanlar olduğuna göre, pek kimse hissetmemiş gittiklerini. Sessizce yokolmuşlar. Doğa gözünü bile kırpmadığı, ağıt yakmadığı gibi, artlarından gelen memelilere kucağını açmış.

Dinozorların yaşadığı 155 milyon yıl ile kıyaslandığında insanın dünya üzerindeki ömrü bir hiç. Kim yokolmayacağını garanti eder? İnsan bir bebek henüz. Sadece 3.5 milyon yıldır yaşamakta bu dünyada, o da bizim türümüz Homo sapiens olarak değil, ayakta durmaya başlayan, insana benzer ilk canlı, yani Australopithecus afarensis olarak. Homo sapiens sapiens'in, yani çağdaş insanın, dünya yüzeyindeki geçmişi ise sadece 35 bin yıl. İnsan olmadan da doğa varolur. Gık demez. Evrimin getirdikleri, biyoloji ve jeolojinin bilgisi bu. Doğanın amacı insan değil. Doğadaki en üstün, en gelişkin canlı insan da değil. İnsanların hüsnü kuruntusu bu. Kimi yüce filozofun beynini fişekleyen bir ateş. Belki her canlı türü kendi için aynısını düşünüyor. Üstünlüğün, yüksekliğin, gelişkinliğin kıstasları kime ait buna bakmalı. Ama şu gerçek: İnsan-hayvan olmadan da doğa varolur; gel gör ki doğa olmadan insan yaşayamaz, kendi türünü sürdüremez. Doğa, insan yaşamının olmazsa olmaz koşulu. Bugün bildiğimiz, genetik, biyolojik özellikleri aşağı yukarı tanımlanmış bir tür olarak insanın, birlikte varolduğu tüm türlere, yakın veya uzaktan akrabası şebeklerden yılanlara kadar bütün hayvanlara gereksinimi var. Ve doğal olarak bitkilere de. En az hepsi kadar kendi türüne gereksinimi var. Hem sağlığı, besini, havası, bakımı, etkileşimi, hem de sevgisi, aşkı, keyfi, mutluluğu için var.

Birkaç nokta daha...

Dünyada yaşayan hiçbir canlı türü, kendi türünün bireylerini veya birey gruplarını yokederek varolamaz. Antropoloji ve arkeoloji bilimlerinin bulgularına göre bugüne kadar hiçbir canlı türü düzenli ve sistematik yamyamlık yaparak yaşamamış. Yamyamlık, kimi canlılarda, kimi zaman, açlık, felaket gibi özel durumlarda veya ritüellerde ortaya çıkıyor. Ama hayvan türleri, kendi türlerinden canlılarla düzenli beslenerek yaşamlarını sürdürmüyorlar. Benzer şekilde hiçbir tür jenosid yaparak, yani bir türü kitlesel olarak katlederek de uzun sürelerde varolamıyor. Aksi halde yaşanan habitatlar (bir türün yaşadığı yer ve bu yer çevresindeki her şey) ve ekoniçler (bir türün, parçası olduğu ekosistem içindeki pozisyonu; cansız ve canlı çevre ile ilişkileri, neyle ve nasıl beslendiği, hangi tür tarafından besin olarak kullanıldığı vb.) çok benzeyeceği için, her an yokedilmek tehlikesi ile, en azından yokettikleri tarafından yokedilme tehlikesi ile yaşıyorlar. Üstelik yok etmek için sırada bekleyen başkaları da oluyor.

Önümüze uzun, evrim düzeyinde uzun zaman sürelerini koyarak pek çok ders verir doğa insana. Ama doğanın ahlakı yoktur, doğal olarak. Birşeyi, iyi ya da kötü olduğu için seçmez. Hatta neye göre seçtiği, örneğin doğal ayıklanma süreçlerinde en etkili faktörlerin ne olduğunun o kadar çok belirleyicisi var ki sonunda fenotipler (bir canlının dış, fiziki görünümü) açısından hangilerinin ayıklanıp, hangilerinin geriye kalacağı bilinemez. Kaldı ki doğal ayıklanma, evrimi belirleyen süreçlerden sadece bir tanesidir: Canlılardaki, mutasyon, genetik kaymalar ve gen akımı gibi evrimi oluşturan diğer süreçlerden arta kalan çeşitliliği ve çeşitlilik kısıtlanmasını ele alır. Doğanın ahlakı yok. İyi-kötü ayrımı yapmadığı gibi, eğitime, maddi zenginliğe, hatta zekaya bile bakmıyor; ama kimbilir belki maddi rahatlık içinde yaşayanlara kimi zaman daha az dokunabiliyordur.

Notlar


(1) Yeni Ülke, 10-16 Mart 1991. Yüzyıl, 3 Mart 1991, "Şırnak'ta Kömürcülerin İsyanı", s. 14-5 ve Yüzyıl, 28 Şubat, 1991. Yukarı
(2) Yüzyıl, 3 Mart, 1991. Yukarı
(3) Yeni Ülke, 15-21 Eylül 1991. Yukarı
(4) A.g.y. Yukarı
(5) İnsan Hakları Derneği (İHD),Olağanüstü Hal Bölge Raporu - 1990, Ankara, Yurt Yayınları, 1991, s. 61. Yukarı
(6) Evin Aydar, "Şırnak'ta Köyler Yakılıyor", Yüzyıl, 26 Ağustos 1990, s. 20-21. Yukarı
(7) İHD, a.g.e., s. 62. Yukarı
(8) Yeni Ülke, 16-22 Aralık 1990. Yukarı
(9) İlhami Algör'ün Gökova isimli belgesel filminden, 1984. Yukarı
(10) Semra Somersan, "İthalatçısı Alman Çöpünü Savunuyor", Cumhuriyet, 19 Ocak 1988. Yukarı

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X