"Bu Kitap Neden Yazıldı?", s. 20-31
Ekolojik bir bakış açısından hareketle "toplumu yeniden kurmak" üzerine geliştirdiğim görüşlerimi anlaşılır bir biçimde özetleyecek derli toplu bir kitap yazmayı uzun süredir düşünüyordum. Bana (ve pek çok arkadaşıma) birçok kitapta dile getirdiğim düşünceleri yaklaşık iki yüz sayfalık bir çalışmada toplamak gerekli görünüyordu; ayrıca bu kitap toplumsal ekolojiye ilgi duyan yetkin okuyucuları pek zorlamayacak bir yapıt olmalıydı.
Ancak beni bu kitabı yazmaya yönelten asıl şey başıma gelen tatsız bir olay oldu. 1987 Haziranı'nın başında Amherst, Massachussets'de düzenlenen ve altı gün sürecek olan ABD Yeşiller Ulusal Toplantısı'na tebliğ sunmak üzere davet edildim. Toplantıya ülke basınında da hayli yer veriliyordu. Bu ilgi nedensiz de değildi, çünkü ABD'deki Yeşil hareketin kuramsal ve eylemsel sorunlarını tartışmak için Amherst'e en az kırk iki eyaletten yaklaşık iki bin kişi gelmişti. Bu toplantı bağımsız Amerikan radikallerinin uzun yıllardan bu yana düzenledikleri en geniş katılımlı toplantıydı. Toplantıya katılan Yeşiller büyük ölçüde anti-kapitalist ve eylemciydiler; yaşadıkları mahallelerde, topluluklarda ve işyerlerinde hayli etkindiler. Amerikan radikalizminin vaatlerini ve sorunlarını, umutlarını ve sınırlarını dile getiren geniş bir yelpazesini yansıtıyorlardı.
Altı gün boyunca, katılımcı sayısının beş yüz ila bin olduğu bir düzine kadar açık toplantı, ayrıca ekoloji ahlakı gibi ilginç, feminizm, ırkçılık , emperyalizm ve ekonomik demokrasi gibi yerinde konu başlıkları altında çok sayıda çalışma grubu düzenlendi. ABD'deki yükselen Yeşil hareketi ilgilendirebilecek neredeyse tüm pratik toplumsal sorunlar görüşüldü. Seçim mi seçimdışı politika mı, bağımsız politika mı koalisyon mu, devrimci politika mı reformist politika mı gibi, yıllardır bütün önemli radikal toplantılarda gündeme gelen konularda ateşli tartışmalar yapıldı.
Ancak bu tartışmalarda hayli yeni bir şey su yüzüne çıktı. İlk bakışta yalnızca ABD'ye özgü gibi görünen, ancak bana göre ABD dışındaki Yeşil hareketlerde de, belki de genel olarak bütün radikal hareketlerde ortaya çıkan ya da çıkacak olan bazı eğilimler, daha doğrusu düşünce biçimleri belirdi.
Bu eğilimlerden hiç değilse birini, beni rahatsız eden olayı aktararak daha iyi tanımlayabilirim. Bir yemek sonrasında toplantıların düzenlendiği yerin geniş bahçesinde küçük gruplar halinde toplanmış o günün olaylarını konuşuyorduk. Bir anda, Kaliforniya'dan gelen uzun boylu, irice bir genç, muğlak bir biçimde, (eğer sözlerini yanlış anımsamıyorsam) "doğanın yasalarına itaat etmek" gerektiğinden, "uysalca doğanın buyruklarının boyunduruğu altına girmek"ten söz etmeye başladı. Söyledikleri ilk anda yalnızca parlak laflardan ibaret gibi görünüyordu, ancak bir süre sonra giderek tonu yükselen bu monolog iyice rahatsız edici bir hal aldı.
Genç adamın kullandığı "itaat etmek", "doğa yasaları", "boyunduruk altına girmek" ve "buyruklar" gibi sözcükler bana, doğanın bizim emirlerimize "itaat etmesi"ni, doğanın yasalarının doğal dünyayı "boyunduruk altına almak" için kullanılmasını savunan ekoloji karşıtlarının kullandıkları dili anımsatmıştı. Sözde "ekolojik" bir laf salatasıyla karşıma çıkan Kaliforniyalı Yeşil'i ya da "insan"ın "kendi" çıkarları doğrultusunda doğayı acımasız bir biçimde denetimi altına almasını savunan, bilimin soğukkanlı tanrılarının günümüzdeki çömezlerini gözümün önüne getirdiğimde, görünüşte birbirinin karşıtıymış gibi duran bu görüşlerin çok temel bir ortak noktaları varmış gibi geldi bana. Her ikisinin dağarcığında da tahakküm ve boyunduruk altına alma gibi sözcükler vardı. Kaliforniyalı Yeşil'in insanların doğanın tahakkümü altında yaşamaları gerektiğine inanması gibi, sözde bilimciliğin çömezleri de "insan"ın doğaya tahakküm etmesini savunuyorlardı.
Kaliforniyalı Yeşil yalnızca insanlar ve doğa arasındaki bu tatsız ilişkiyi tersine çevirmiş, insanları tahakkümün nesneleri haline getirmişti; tıpkı karşısındaki sözde bilimcilerin (büyük sanayiciler, modern şirketler toplumunun finans devleri, girişimciler) yaşam dünyasını, insanlar da içinde olmak üzere bir tahakküm nesnesine dönüştürmüş oldukları gibi. İnsanlığın ve doğanın hiyerarşik bir anlayışın ve bir toplumun tahakkümünün belirlediği ortak bir yazgıya hapsedildikleri olgusu, doğaya ve onun "yasalar"ına "teslim olmak" gibi basitleştirilmiş mesajları olan Kaliforniyalı Yeşil'e ulaşmamışa benziyordu.
Kendine Yeşil diyen birisinin ekoloji karşıtlarıyla bu kadar benzer bir biçimde düşünebilmesinden epey rahatsız olmuştum. Genç adama doğrudan bir soru sormaya karar verdim. "Peki", dedim, "bugünkü ekolojik krizin nedeni nedir sizce?" Genç adam kısa ve öz bir yanıt verdi: "İnsan! Ekolojik krizin sorumlusu insanlardır."
Şaşkınlık içinde, "Yani, ekolojik dengesizliklere şirketler, tarım işletmeleri, yönetici seçkinler ve Devlet değil de, siyahlar, kadınlar, baskı altındaki gruplar neden oluyorlar, öyle mi?" diye sordum.
Adamımız daha da ateşli bir biçimde, "Evet, insanlar!" diye yanıtladı sorumu. "Herkes! Nüfus artışına yol açanlar da, gezegeni kirletenler de, kaynakları tüketenler de, açgözlülük edenler de insanlar. Şirketler de insanların istedikleri şeyleri karşılamak için var zaten."
Kaliforniyalı Yeşil burada ara verip yakındaki bir voleybol maçına katılmaya gitmeseydi, sanırım bu tartışma epeyce gürültülü bir hal alacaktı.
Bu konuşmayı unutamadım. Üstelik, o günden sonra öğrendiğime göre, bir kısmı kendisine militanca "radikal" sıfatını yakıştıran birçok çevrecinin düşünme biçimini de yansıtması bakımından, bugün de aklımdan çıkmıyor.
Böyle bir düşünme biçiminin en çarpıcı yanı, şirketler dünyasında rastlanan düşünme biçimleriyle paralel olması değil yalnızca. Bu düşünüşün en vahim tarafı, dikkatimizi toplumun ekolojik çöküşte oynadığı rol üzerinde yoğunlaşmaktan alıkoyması, saptırması. "İnsanlar"ın bir tür olarak çevrede bozukluklara yol açtıkları söylendiği zaman, bu bozukluklar birtakım toplumsal bozuklukların sonucu olmaktan çıkarlar. Böylece baskı altındaki etnik azınlıklardan mı, kadınlardan mı, Üçüncü Dünyalılar'dan mı, Birinci Dünyalılar'dan mı söz ettiğimize bakılmaksızın, ona dahil olan herkesin çevrede bozulmalara yol açmak konusunda güçlü şirketlerle işbirliğine girdikleri efsanevi bir "İnsanlık" yaratılmış olur. Dolayısıyla ekolojik sorunların toplumsal kökenleri kurnazca gözardı edilir. Yeni bir biyolojik "doğuştan günah" yaratılır, bu günahı taşıyan, adına "İnsanlık" denen bir grup hayvan da canlılar dünyasının yaşamını tehdit eden yıkıcı bir güce dönüşür.
Basit bir türe indirgenen insanoğlu, artık doğal dünyadaki "varolma savaşı"nı belirleyen "biyoloji yasaları"na bağımlı olan basit bir zoolojik görüngü olarak değerlendirilebilir. Örneğin, kıtlık söz konusu olduğunda, bu durum "nüfus fazlası" yüzünden ortaya çıkan bir "yiyecek azlığı" gibi basit biyolojik kavramlarla "açıklanabilir". Savaşın çıkması "aşırı kalabalığın" ya da "yaşama alanı" ihtiyacının "baskı"sıyla açıklanabilir.
Benzer bir biçimde, açlık, sefalet ya da hastalık da bunların "doğanın dengesi"ni sağlamak için insanlara dayatılan "doğal engeller" oldukları söylenerek bir kenara itilebilir. Böylece dünyayı etkileyen açlığın ve yoksulluğun büyük ölçüde insanlığı ve doğayı sömüren şirketlerden, tarımsal işletmelerden ve toplumsal baskıdan kaynaklandığını rahatça unutabiliriz. Bu durumda insanlık tıpkı tavşanlar, tarla fareleri, vb. gibi, acımasız "doğa yasaları"na boyun eğen bir tür haline gelir.
İnsanlık durumu bu biçimde ele alındığında, kendi biricik özelliklerine karşın bütün canlı türleri birbiriyle değiştirilebilir kabul edildiğinde, insanlar da örneğin çekirgelerle –ya da bu görüşü savunanlar tarafından ciddi olarak öne sürüldüğü gibi– virüslerle değiştirilebilir hale gelir, doğa yasalarının etkileşimi içinde tıpkı diğer türler gibi kolayca feda edilebilirler.(1)
Bu görüşleri savunan genç Kaliforniyalı giderek ivme kazanan bu ideolojiyi en kaba biçimiyle dillendiriyordu. Genç adam ABD'de kısa süre önce karşılaştığım, Afrikalı çocukların kıtalarının "nüfusunu aşırı ölçüde artırdıkları" ve ülkelerinin biyolojik "tahammül kapasitesi"ni zorladıkları için –tıpkı diğer "hayvanlar" gibi– açlıktan ölmeye terk edilmelerini savunan kişilerden biri olabilirdi. Keza benzer bir ahlaksızlıkla, nüfus "fazlası"nı azaltacağı için AIDS'e iyi gözle bakabilirdi. Ya da şovenist bir bakış açısıyla, ABD'ye Güney Amerika'dan gelen "göçmenler"in (ki bu göçmenlerin çoğu, ataları binlerce yıldır bu kıtada yaşayan kızılderililerdir) "bizim" kaynaklarımızı tehdit ettikleri için ülkeye alınmamalarını savunabilirdi.
Bu bakış açısı kaba ve ırkçı bir biçimde, kaynakları aslında bir avuç büyük şirketin mülkiyetinde olan ABD'den söz ederken "bizim" gibi sözcükler kullanılarak sunulduğunda birçok Amerikalı'ya itici gelecektir. Ancak son derece karmaşık toplumsal sorunlara basit ve tümüyle zoolojik yanıtlarla yaklaşan bu bakış açısının, "doğa" ve "doğa yasaları" kavramlarını gerçek toplumsal konuların ve meselelerin araştırılmasına ikame eden maço, otoriter ve gerici kesimlerde özellikle güç kazanması muhtemeldir.
Karmaşık, son derece kurumsallaşmış ve kesin çizgilerle bölünmüş toplumlarda yaşayan insanları sıradan hayvanlara eşitleme çabaları, "radikal" ekolojik felsefeler kisvesi altında yaşayan sözde karmaşık argümanlarla ortaya konuyor bugün. En sinsi ideolojik gelişme ise, nüfus artışı oranlarının gıda üretimindeki artış oranlarını aşma eğiliminde olduğunu savunan bir yeni-Malthusçuluğun ortaya çıkması.
Örneğin, Sudan gibi ülkelerde açlığa nüfus artışının neden olduğu miti (sanki ABD'nin denetimindeki Dünya Bankası ve IMF Sudan'ı tahıl yerine pamuk yetiştirmeye zorlamasa, Sudanlılar kendi kendilerine yetecek besini yetiştiremezlermiş gibi) birçok çevrecinin onayladığı türden argümanların tipik bir örneği. "Doğa yasası" kuramcıları olarak ortalıkta dolaşan imtiyazlı Avro-Amerikalılar, şirketlerin, bankaların ve tarımsal işletmelerin elde ettikleri kârların doğanın izlediği "yol"la bir ilintisi varmış gibi, bizlere "doğayı kendi yolunu izlemeye bırakmalı," diyorlar kibirli bir biçimde.
İnsanların kemirgenlerle ya da karıncalarla yer değiştirebileceğini savunan hümanizm karşıtlığıyla birlikte bu yeni "biyomerkezciliğin" göze görünmeyen asıl zararı, "derin ekoloji"(2) denen yükselen bir hareketin öncülü olması. "Derin ekoloji" ruhlarını Doğu kültlerinin, Hollywood ve Disneyland fantezilerinin karışımından ibaret fikirlerle beslemiş olan hali vakti yerinde kişiler arasında çok sayıda yandaş topladı. Amerikan kafası olanca dağınıklığıyla bu düşüncenin üzerine evrensel bir "teklik" anlayışına dayanan "biyomerkezci" Taocu ve Budist görüşler ekledi. Bu düşüncelerde savunulan teklik öyle kozmik bir olgu ki, kendisini farklı kılan bütün özelliklerine karşın insan her şeyi kapsayan bir tür "biyomerkezci eşitlik" içinde kayboluyor. Böylece birçok canlı türü arasından herhangi birine indirgenen yoksullar ve güçsüzler, eğer toplumsal olarak vazgeçilebilirseler yok edilmeye açık hale geliyorlar, ya da şirketler dünyasını genişletmek için kullanılabildikleri durumlarda acımasız bir sömürünün nesneleri oluyorlar. Keza, "teklik" ve "biyomerkezci demokrasi" gibi terimler insani baskı, sefalet, hatta yok etme gibi olgulara dindar bir bakışla yaklaşan formüllerle aynı düzlemde yer alıyorlar.
Son olarak, Budizm, Taoculuk ve Hıristiyanlık gibi birbirinden son derece farklı dinleri, ya da Yahudi düşünür Spinoza'nın felsefesiyle, Naziler'i mazur gösteren Heidegger'in felsefesini birbiriyle harmanlamanın ekolojik düşünceye hiçbir kazanç sağlamadığını belirtmeliyiz. "Derin ekoloji"nin babası Arne Naess'in yaptığı gibi, "derin ekolojinin temel ilkelerinin dine ya da felsefeye dayandığı"nı söylemek bu hareketin toplum kuramıyla ilgilenmediğine ilişkin bir itiraf sayılmalıdır.(3)
Derin ekoloji içinde "yerinden yönetim" ve "hiyerarşisizlik" düşüncelerine yapılan iyi niyetli göndermeler bir kenara bırakılırsa, "biyomerkezcilik", hümanizm karşıtlığı ve mistisizmden oluşan bu karışım, kendine özgü bir "doğa yasası" kavramıyla birleşerek, son derece gerici ve atacı eğilimleri besleyen bir hal alır. Bu olgu bizi son zamanlarda ekolojik hareketlerin içinde alttan alta ilerleyen bir başka egzotik eğilimi sorgulamaya yöneltiyor. İmana dayalı yeni bir ekolojik "tinselliğe" duyulan paradoksal ihtiyacı kastediyorum. "Tinsellik" sözcüğünün çoğunlukla doğaya ve onun iç bağıntılarına karşı duyulan saygılı, bütüncül bir duyarlılığı ifade etmesi, bu sözcüğün içinde tanrılar, tanrıçalar, hatta yeni bir rahipler ve rahibeler hiyerarşisi barındıran atacı, dar görüşlü bir doğa dini anlayışı haline gelerek yozlaşmasından kendimizi sakınmamız için en önemli nedenlerden biridir. Ne yazık ki, feminizmin ve ekolojik hareketin mistik yorumları, belirli zamanlarda bu eğilime karşı zaaf gösterdiler. Ekolojinin hararetle desteklediği basiretli bir doğalcılık, bugün doğanın doğurganlığına ve öz-yaratıcılığına özü itibariyle yabancı bir doğaüstü görüşün kendisinin yerini alması tehlikesiyle karşı karşıya.
Doğanın kendi evrimi şaşırtıcı bir güçle böylesine geniş ve harika bir canlı çeşitliliği yaratırken, doğa dünyasının neden dünyevi tanrılar ve tanrıçalarla doldurulduğunu sorma hakkımız yok mu? Doğanın halihazırdaki görünümü insan aklını saygı ve hayranlıkla doldurmak için yeterli değil mi? Ekolojik bir "tinsellik" adına doğal dünyaya insan imgeleminin yarattığı tanrısallaştırılmış biçimler sokmak (ekolojik hareketlerce küçük görülen bir eğilim olan, doğal olanın içine insani olanı yansıtmak anlamına gelen) "insanmerkezcilik"in en kaba biçimi değil mi?
Doğa adına, toplum adına, toplumsal cinsiyet ya da din adına olsun, herhangi bir doğal ya da doğaüstü varlığa tapınmak, onun önünde eğilmek sonunda toplumun tahakküm altına alınmasına yol açan bir boyunduruk altına girme, hizmet etme anlayışı demek olacaktır her zaman. "Doğa tanrıları"na yer veren sayısız medeniyet, en katı, en baskıcı, en insansızlaştırıcı toplumsal hiyerarşileri ayakta tutmak amacıyla bu tanrıları sinik bir biçimde kullanan yönetici seçkinlerce paramparça edilmiştir. İnsanlar kendilerinden "yüksekte" olduğunu varsaydıkları herhangi bir şeyin önünde diz çöktükleri zaman, hiyerarşi özgürlük karşısında ilk zaferini kazanmış olur; insanlar toplumsal tahakkümün kendilerine yükleyeceği tüm ağırlıkları sırtlanmaya hazır bir duruma düşerler.
Ekolojik hareketteki insansevmez, hümanizm karşıtı eğilimlerin yol açtıkları kimi sorunları ortaya koymamın nedeni genel olarak ekolojik hareketi karalamak değil. Aksine. Bu eğilimleri tartışmaya açmamın nedeni ekolojik hareketin çevresinde birikmiş olan yosunları ayıklayıp, hareketin gelecek için barındırdığı üretken öze eğilmek. Bu kitabın yazılmasının nedeni de, toplumsal eleştiriye ve bir toplumsal yeniden yapılanma tasarısına dayanarak toplumun doğa ve insanlık yararına yeniden kurulmasının araçlarını bizlere yalnızca ekolojinin verdiğini alabildiğince anlaşılır bir biçimde göstermek.
Ancak bu eleştiriyi ve görüşü, "doğanın insan tarafından tahakkümü"nü savunan bir uçtan, insanlığı adına "Doğa" denilen esrarlı bir bataklıkta yaşayan asalak bir sivrisinek sürüsüne indirgeyen hümanizm karşıtı, "biyomerkezci" bir başka uca savrularak oluşturamayız. Bizleri belli aralarla bir geçici hevesten ötekine, bir saçmalıktan diğerine savuran ideolojik mancınıktan kurtulmalıyız.
Yerleşik dogmaların toplumsal olarak ufuk açıcı oldukları, çevrelerinde romantik bir başkaldırı halesiyle birlikte var oldukları geçmiş dönemlerin radikalizmine geri dönmenin çekici bir yanı olabilir. Ben de elli yıl önce böyle bir ortamda yetiştiğim için duygusal açıdan böyle bir çabayı anlayabilirim, ancak düşünsel açıdan bunu son derece yetersiz buluyorum. Geleneksel radikal kuram bugün bir enkazdan ibaret. Günümüzde, ortalıkta sosyalizm ya da komünizm adına dolaşan pek çok şey, egemen piyasa toplumu için vazgeçilmez birer destek işlevini görmektedir. "Mülkiyetin kamulaştırılması", "planlı ekonomi" gibi modası geçmiş formüller ancak Devlet'in ve şirketler ekonomisinin giderek artan merkezileşmesini ve akılcılaşmasını güçlendirmeye yarıyor. Marx'ın teknolojik yenilenmeden ve büyümeden neredeyse huşu ile söz etmesi, teknokratik bir ideoloji ve bürokrasinin kötücül amaçlarına tercüman olma tehlikesini taşıyor. Sanayide çalışan işçilerin yerlerini otomasyonun almasıyla birlikte, proletaryayı hegemonyacı bir sınıf olarak düşünen ortodoks radikalizmin stratejik politik amaçları bile ortadan kalkıyor. Geçmiş bir dönemin başarısız ayaklanmalarında yok olan isyancıların hayaletleri ve onları tarihsel bir unutuluşa yönelten önderler dışında, kızıl bayrağın altında toplanan geniş hareketler yok bugün.
Aynı biçimde, liberal çevrecilik de çevre lobileriyle, avukatlarla, kamu görevlileriyle birlikte tatsız bir gösteri sahneleyen yırtıcı sanayicilerin rahatsız vicdanlarını sağaltacak bir merhem oldu. Bu topluluk için doğa asıl olarak bir doğal kaynaklar toplamıdır. Düzenledikleri çevrecilik gösterisinin amacı erdeme ve daha fazla yarara değil, asgari zarara dayanan bir ahlak uyarınca vicdanlarını rahatlatmaktır. Bu bağlamda, örneğin büyük bir orman küçük bir korulukla, geniş bir sulakalan küçük, "iyileştirilmiş" bir yabanyaşam korunağıyla "değiş tokuş" edilir.
Bu arada, çevrenin kirletilmesi baş döndürücü bir hızla sürmektedir. Gezegenin temel döngüleri, örneğin atmosferdeki gazların yüzdesi ve bu oranları belirleyen etmenler bozulmakta, havadaki karbondioksit oranı artmaktadır. Dünya yüzeyinde altmış milyon yıldan beri var olan ve soluduğumuz havanın arılığını korumak açısından son derece önemli olan, ekolojik olarak hassas bir konumda bulunan yağmur ormanları acımasızca yok edilmektedir. Kloroflorokarbonlar gibi çevreyi kirleten kimyasal maddeler karmaşık canlı türlerini güneşin morötesi ışınlarının verebileceği zarardan koruyan ozon tabakasını incelterek tabakada büyük delikler açmaktadır. Bunlar gezegene yönelik en büyük saldırılardır. Artık sıradan sayılan, insanlara ve öteki canlılara yönelik hastalık ve bozuklukların niteliğini değiştiren zararlı kimyasal atıkları, asit yağmurlarını, zararlı gıda katkı maddelerini, tarımsal zehirleri saymıyoruz.
Potansiyel olarak dünyanın ekolojik dengesinde yıkıcı değişikliklere yol açabilecek olan bu etmenlerin denetim altına alınmaları olasılığı liberal çevrecilerin "uzlaşmaları" ve "değiş tokuşları" arasında yitip gitti. Zaten, liberallerin yaklaşımını bu denli etkisiz kılan şey, liberal çevreciliğin bugünkü toplumsal düzeni, soluduğumuz hava ve içtiğimiz su gibi verili bir şey olarak kabul etmesidir. Bütün bu "uzlaşmalar" ve "değiş tokuşlar" piyasa toplumunun, özel mülkiyetin, günümüzün bürokratik ulus-devletinin değişmezliğine dair körleştirici bir inanca dayanıyor. Dolayısıyla, herhangi bir "uzlaşma"nın ya da "değiş tokuş"un kuralları da, tıpkı satranç oyununun kurallarının ve satranç tahtasının yapısının oyuncuların hamlelerini önceden belirlemesi gibi, aklın ve ahlakın gerektirdikleri tarafından değil, egemen olan düzenin kendisi tarafından belirleniyor.
Çevrecilik oyununun "kurallarıyla oynamak" doğal dünyanın, baskı altındaki insanların, en sonunda her şeylerini yitirene dek, ellerinde bulunanları yavaş yavaş kaybetmeleri demektir. Liberal çevrecilik toplumsal statüko uyarınca yapılandığı sürece mülkiyet hakları kamu haklarına, güçlülük ise güçsüzlüğe her zaman galebe çalacaktır. Söz konusu olan şey bir orman, bir sulakalan ya da verimli bir tarım alanı olsun, bu "kaynaklar"ın sahibi olan "geliştirici kişi" her tür anlaşmanın kurallarını kendisi koyacak, sonunda da zenginliğin ekolojik duyarlılığa galip gelmesini sağlayacaktır.
Son olarak, liberal çevreciliğin en zayıf noktalarından birisi rekabet ve büyüme üzerine kurulu olan kapitalist bir toplumun, tıpkı tedavi edilemeyen bir kanserin sonunda içine yerleştiği bedeni kemirmesi gibi, kaçınılmaz olarak doğal dünyayı yutacağını ısrarla görmezden gelmesidir. Gem vurulamayan bu süreç, iyi ya da kötü herhangi bir kişisel niyetten bağımsızdır. "Ya Büyüme Ya Ölüm" sloganı uyarınca yapılanmış bir ekonomi, zorunlu olarak doğal dünyayla karşı karşıya gelecek ve biyosferin yeni kaynaklarına yönelirken ardında ekolojik açıdan bir yıkıntı bırakacaktır. Burada, büyümeye bağlı kılınmış, bürokratik ve son derece tabakalaşmış bir "sosyalist" dünyanın da liberalizmin başarısızlığının karşısında belli bir alternatif oluşturmadığını söylemek bile gereksiz. Gezegenin yağmalanmasından totaliter ülkeler de diğerleriyle eşit ölçüde sorumludurlar. Bu ülkelerle Batılı benzerleri arasındaki en önemli ayrım, "planlı ekonomi"nin onların çabalarını daha da sistemli kılmış olmasıdır. Liberal ya da radikal herhangi bir muhalefet, polis devletinin kurumları sayesinde kolayca susturulabilmektedir.
Karşımızdaki bu sınırlayıcı seçimler –duygusuz, insansevmez bir tür "ekolojicilik" ve müşkülpesent bir liberal çevrecilik– bizi başka çözümler aramaya yöneltiyor. Bakir kalmış doğal alanlar her ne kadar önemli olsalar da, liberal çevreciliğe ve beraberindeki başarısızlıklara verilebilecek biricik yanıt "yabanıl" doğayı ve yabanyaşamını yücelten "derin ekoloji" mi? Lobicilik, "uzlaşmalar" ve "değiş tokuşlar" ile, insanlığı basit bir hayvan türüne ve insan zekâsını doğanın başına bela olan yıkıcı bir hastalığa indirgeyen "biyomerkezci", hümanizm karşıtı bir düşünüş arasında mı seçim yapmak zorundayız? Çıldırmış bir teknolojiye verilecek biricik yanıt doğada kullanacağımız başlıca araçların yontulmuş çakmaktaşları olduğu bir avcılık ve toplayıcılık dönemine geri dönmek mi? Modern bilimin mantığına vereceğimiz tek karşılık akıldışını, içgüdüyü, dinselliği yüceltmek mi?
Alternatifleri basitleştirdiğim söylenebilir. Ancak bu basitleştirmeyi sunulan alternatiflerin mantığını ve nereye varmak istediklerini açığa çıkarmak için yapıyorum. Liberal çevreciliğin ve içgüdüsel bir duyarlılığın bile düşüncesiz bir büyüme, biriktirme ve tüketme sürecinin hizmetinde çalışan güçlü bir teknolojiye karşı koymak adına bir işlevi olabileceğini yadsımak istemiyorum. Nükleer bir reaktörün, yeni bir otoyolun yapılmasına, bir dağdaki ağaçların kesilmesine, kentin görüntüsünü bozan yeni bir yapılaşmaya karşı çıkmak, bu her ne kadar sınırlı bir çaba olsa da, çevrenin daha fazla zarar görmesini önlemek açısından önemli eylemlerdir. Buldozerlerin, kâr peşinde koşan yırtıcı yaratıkların elinden kurtarılan toprak, yabanyaşamı, güzel bir doğa görünümü, ekolojik bir çeşitlilik ne olursa olsun korumamız gereken bir doğanın ve estetiğin önemli parçalarıdırlar. Anıtsal bir ağaçtan inindeki bir memeliye kadar hayranlık yaratan her tür güzelliğin dünyada bir yeri ve biyosferde bir işlevi olduğunu söylemek için ayrıca büyük bir kuramsal ya da ideolojik bilgelik gerekmez de.
Ancak bu olguları insanlığın doğanın başındaki bir afet gibi, ya da "tanrı" gibi göründüğü bir noktaya taşımanın son derece tekinsiz bir sonucu vardır. İster "afet"ten ister "tanrı"dan söz etsin, her iki görüş de insanlıkla doğayı karşı karşıya getirir. İnsanlık (bu sözcük ezenler ve ezilenler olarak karşı karşıya gelen, sürekli bir çatışma içinde yaşayan toplumsal varlıkları değil de bir canlı türünü imlediği ölçüde) yaşamın evriminin dışına konur ve cansız bir nesne gibi bir rafa yerleştirilir. Lanetler okunarak ya da övgüler düzülerek yaşam dünyasından yalıtıldıktan sonra uzak geçmişteki ilkel bir dünyaya yollanır ya da üzerine uzay giysileri giydirilip eline egzotik silahlar verildikten sonra yıldızlara fırlatılır. Ancak bu görüntülerin hiçbirisi en önemli olguya, insanların ayrı ayrı her biri ekolojik sorunlarla ilintili olan çeşitli toplumlarda yaşadıkları gerçeğine değinmez. İnsanlar, toplumsal varlıklar olarak, birbirleriyle kurumlar üzerinden ilişkiye geçerler, bu kurumlar da doğal dünyayla olan ilişkilerinin niteliğini belirleyen en önemli etmendir.
Ben bir uçta "biyomerkezcilik", "hümanizm karşıtlığı", "Malthusçuluk" ve "derin ekoloji", diğer uçta ise büyümeye, rekabete, insanın "üstünlüğü"ne ve toplumsal güce duyulan inanç tarafından belirlenen yapay düşünce katmanlarının ötesine geçmemiz gerektiğini savunuyorum. Bütün değişik biçimleriyle birlikte bu iki aşırı ucu yaratan toplumsal etmenlere eğilmeli ve eğer insanın doğayla olan ilişkisini uyumlu bir biçime getireceksek insanlık durumuyla ilgili kimi anahtar soruları yanıtlamalıyız.
Ekolojik bir bakış açısından görmeye çalıştığımızda, insan toplumu nedir? Bir "lanet" mi? Sonsuz bir "ihsan" mı? Maddi ihtiyaçlarla başetmek için kullanılan bir "araç" mı? Ya da doğal evrimin ve kültürün bir ürünü, insani ihtiyaçların geniş bir bölümünü karşılayan, hatta potansiyel olarak gezegenin üzerindeki yaşamın evriminin sürmesine yardımcı olabilecek bir olgu mu?
Ekolojik açıdan zararlı insan toplumlarını yaratan etmenler nelerdir? Ekolojik açıdan yararlı olacak toplumların kurulmasına yol açabilecek etmenler hangileridir?
Gelişmiş bir teknoloji zorunlu olarak ekoloji karşıtı mıdır, yoksa bu teknoloji biyosferin ve yaşam koşullarının güçlendirilmeleri yolunda kullanılabilir mi?
Bu soruları yanıtlamak, düşüncemizi insansevmez ve liberal çevrecilerde rastladığımız klişeleşmiş sloganların ötesinde kurmak için tarihten öğrenebileceğimiz şeyler nelerdir?
Gerçekten de, bu sorular üzerine nasıl düşünebiliriz? Beylik bir mantıkla mı? Sezgiyle mi? İlahi vahiyle mi? Yoksa, "diyalektik" diyebileceğimiz, gelişerek ilerleyen düşünme biçimleriyle mi?
Sonuç olarak, insanlığın doğayla olan ilişkisini uyumlu bir biçime sokmak için –elbette, toplumun bir kenara bırakılmaması, çadırını kapanların Sierra ya da Adirondak dağlarının tepesine hücum etmemeleri koşuluyla– nasıl bir toplumsal yeniden yapılanmaya ihtiyacımız var? Bu yeniden yapılanmayı hangi politik, toplumsal, ekonomik araçlarla gerçekleştirebiliriz? Böyle bir çabayı hangi etik ilkelerle yönlendirmeliyiz?
Bunlar başlangıç niteliğinde sorular. Tartışmamız sona erene dek daha birçok soruyla karşılaşacağız. Burada daha ileriye gitmekten çekiniyorum, çünkü bugünlerde revaçta olan ayrıntılı düşünce listelerinden, olgunlaşmamış ifadelerden, akış diyagramlarından, çıkartma sloganlarından hoşlanmıyorum. Kaliforniyalı genç adam önümde "insanlar" diye bağırırken düşünmemek için her şeyi yapıyordu; bunu yaparken de düşünsel açıdan akılları Hollywood, Disneyland ve televizyon tarafından biçimlendirilmiş olan insanların hayli kaba bir örneğini sergiliyordu.
Dolayısıyla, bugün tutarlılığa duyduğumuz ihtiyaç her zamankinden daha fazla. Bunu derken dogmaları kastetmiyorum. Kastettiğim şey felsefeyi, antropolojiyi, tarihi, etiği, yeni bir akılcılığı ve ütopyacı tasarıları özgürlüğün, doğal ve insani gelişme için özgürlüğün hizmetine veren hakiki bir düşünceler yapısıdır. İzleyen sayfalarda karmakarışık bir düşünceler yığınının içinden rastgele düşünceler çekmek yerine, böyle bir yapının kendisini kurmaya çalışacağım. Sonuna erdirilmeyen düşünce, yerleşik bir dogma kadar tehlikelidir. Her ikisi de her yöne çekilebilen, yaratıcılıktan uzak bir gerçeklik görüsüne yol açarlar; örneğin "derin ekoloji" üzerine yazılmış yapıtlardaki çelişkili kavramların nedeni böyle bir durumdur.
Bu kitap, daha önce değindiğim tutarlı bir çerçeveyi kurma umuduyla ortaya koyduğum soruların üzerine eğilmek ve ihtiyacını yakıcı olarak duyduğumuz bir pratiği geliştirmek için yazıldı. Beni bu kitabı yazmaya iten şey çekildiğim köşede geliştirilen akademik düşünceler ya da kişisel keyfiyet değil, başıma gelen bir olay, yani gerçek yaşamla karşılaşmak oldu.
Yaklaşık otuz yıl önce başlatıcılarından biri olduğum ekoloji hareketi, çadırlarını toplayıp dağlara göçme ya da etki sahibi olmak için gözünü Washington'a çevirme durumunda onulmaz bir kayba uğrayacaktır. Ekolojik düşünce bugün Aydınlanma'dan sonraki en büyük düşünce sentezini sağlayabilir, günümüzün toplumsal manzarasını tümüyle değiştirecek bir eylemliliğin yolunu açabilir. Okuyucuların kitabın biçeminde görecekleri militan eğilim de huzursuz bir aciliyet duygusundan kaynaklanıyor. Üzerimize düşen yaşamsal önemdeki görev ekolojik bir düşünme biçimini ve bu düşüncenin yaratabileceği bir hareketi yozlaşmaktan ve geleneksel radikalizmin yolundan giderek telafisi mümkün olmayan bir tarihin dolaşık yollarında yitmekten alıkoymaktır.
Notlar
(1) Virüslere dair bu göndermeyi boş yere yapmadım. Zararlı virüslerin "var olma haklarının su götürmez olduğu" David Ehrenfeld'in The Arrogance of Humanism adlı kitabında (New York: Oxford University Press, 1978) ciddi ciddi tartışılmaktadır (s. 208-10). Yukarı
(2) "Derin ekoloji" hareketinin savunduğu görüşlerin anlaşılır bir biçimde sunulduğu bir kitap için bkz. Bill Devall ve George Sessions, Deep Ecology, Salt Lake City: Peregrine Smith Books, 1985. "Derin ekoloji" yanlılarının kullandıkları pek çok sözcük –örneğin "biyomerkezci eşitlik"– bu kitapta bulunabilir. Yukarı
(3) A.g.e., s. 225. Yukarı