"Türkçe Basıma Önsöz", s. 9-19
Bu kitabın açıklaması büyük ölçüde kendi içinde saklı. Kitapta, metnin sınırlarının elverdiği ölçüde, bugünkü ekolojik ve toplumsal sorunlarımızın kaynaklarının anlaşılır ve tutarlı bir biçimde ortaya konması amaçlanıyor. Ayrıca, bu sorunlarla ilgili olarak, geçmiş deneyimlerde sınanmış son derece pratik kimi çözümler öneriliyor. Bu anlamda kitabımız ulus-devletin ve piyasa toplumunun demokratik alternatifleri olan bir politikaya ve ekonomiye, yani toplumsal ekolojiye ve konfedere yerel yönetime genel bir giriş niteliğinde.
Yine de, okuyucunun yönünü kolayca saptayabilmesi için başlangıç niteliğinde birkaç şey söylemenin yararlı olacağını düşünüyoruz. Denebilir ki, toplumsal ekolojinin belki de en önemli mesajı doğayı tahakküm altına alma düşüncesinin bizzat insanın insan üzerindeki tahakkümünden kaynaklandığıdır. Kitapta bu mesajın bütün anlamları üzerinde ayrıntılı bir biçimde duruluyor, ancak bu düşünceleri burada özetlemek yararlı olabilir.
Öncelikle, ekolojik sorunlarımızın çözümüne giden ana yol toplumsal niteliktedir. Eğer bugün geniş kapsamlı bir ekolojik yıkım tehlikesiyle karşı karşıyaysak, ki bu konuda bilgi sahibi olan birçok kişi böyle söylüyor, bu olgunun nedeni insanın insan üzerinde tarih boyunca kurduğu tahakkümün toplumdan doğaya sıçramış olmasıdır. Tahakküm olduğu gibi toplumsal yaşamdan kaldırılmadıkça ve yerine gerçekten toplulukçu, eşitlikçi ve paylaşımcı bir toplum geçirilmedikçe, bugünkü toplum engin ideolojik, teknolojik ve sistemsel güçlerini kullanarak çevreyi, giderek bütün biyosferi tüketmeyi sürdürecektir. Bu yüzden, bugün tahakküm düşüncesinin –bu tahakküm gençler ve yaşlılar arasındaki ilişkilerde, erkek ile kadın arasında, eğitim kurumlarında, işyerlerinde, doğaya karşı aldığımız tutumda kendini gösterir– toplumda, gündelik yaşamlarımızda ortadan kaldırılması bilincini geliştirmek her zamankinden daha büyük bir önem taşımaktadır. Günümüzde tahakküm zehrinin, tahakkümcü bir tutumun ayakta kalmasına izin vermek, kaynakları medeniyetimizin başlangıcında yatan ekolojik ve toplumsal sorunlarımızın en temel köklerini yadsımak olur.
İkinci olarak, kapitalizm diye adlandırdığımız modern piyasa toplumunun ve onun öteki-ben'inin, yani "devlet sosyalizmi"nin tarihten günümüze gelen tahakküm sorunlarını bir bitim noktasına getirdiklerini söyleyebiliriz. Piyasa ekonomisini ve kapitalist yayılmayı yönlendiren "Ya Büyüme Ya Ölüm" yasası karmaşık canlı türlerinin, bu arada insanın doğal temellerini yok etmektedir. Bugünlerde önümüzde duran ekolojik çöküşün sorumlusu olarak nüfus artışını ya da teknolojiyi –kimi durumlarda her ikisini de– suçlamak alışıldık bir tavır oldu. Oysa asıl kökleri piyasa ekonomisinin kendi içinde bulunan sorunların "nedeni" olarak yalnızca bu iki olguyu gösteremeyiz. Bu iki olguyu suçlu "nedenler" olarak göstermeye yönelik çabalar hayal kırıklığına uğratacak ölçüde verimsizdir, üstelik asıl olarak çözmemiz gereken toplumsal sorunlardan sapmamıza yol açmaktadır.
ABD örneğine bakarsak, benim kuşağımdan yalnızca birkaç kuşak önce yaşayanlar Batı'nın geniş ormanlarını ortadan kaldırdılar, milyonlarca bizonu katlettiler, milyonlarca hektar toprağı yok ettiler, kıtanın epeyce geniş bir bölümünü çöpleriyle kirlettiler, üstelik bütün bunları yalnızca balta, çapa, at arabaları ve el aletleri kullanarak yaptılar. Önceleri geniş ve verimli bir bölge olan, akılcı bir işletmecilikle hem insan yaşamının, hem de diğer canlıların yaşamının sürmesine yetecek olan toprakları şimdiki yoksulluk düzeyine getirmek için teknolojik bir devrimden yararlanmaları gerekmedi. Toprağa bu denli zarar veren şey ABD'ye ilk gelenlerin kullandıkları basit teknikler değil, girişimcileri rakiplerinin tehditleriyle başa çıkabilmek için sonu gelmez bir mücadeleye iten, diğerleri tarafından yutulma korkusu yüzünden olabildiğince fazla genişlemeye yönelten acımasız piyasa yasalarıydı. Doğduğumdan bu yana, ABD'de yaşayan milyonlarca küçük çiftçi sadece doğal afetler yüzünden değil, doğayı yiyecek üretiminde kullanılan geniş bir sanayi tesisine çeviren devasa tarım şirketleri tarafından topraklarından çıkarıldılar.
Ancak geniş toprakları, hatta bütün bir kıtayı basit bir teknoloji kullanan, bitimsiz ve savurgan bir büyüme anlayışı üzerine kurulmuş bir toplum tek başına tahrip etmedi. Bu toplumun ortaya çıkardığı ekolojik kriz sistemseldir, yani bilgi eksikliğinden, duyarlılık yoksunluğundan ya da ahlaki öngörüsüzlükten kaynaklanmaz. Bugünkü toplumun yaşadığı rahatsızlık yalnızca toplumun her alanında mevcut olan genel bir bakış açısına değil, hiçbir girişimcinin ya da şirketin görmezlikten gelemeyeceği asal bir yapıya, sistemin kendisinden kaynaklanan yaşam yasasına, toplumun gereklilik kuralına bağlıdır: büyüme, daha fazla büyüme, ister en sıradan malların üretiminde, ister silah endüstrisinde olsun, hep daha fazla büyüme. Ekolojik krizin nedeni olarak, bilerek ya da bilmeyerek, tek başına teknolojiyi suçlamak teknolojinin akılcı, ekolojik bir toplumun yaratılmasında üstlenebileceği yaratıcı işlevi görmemizi engeller. Böyle bir toplumda, gelişkin teknolojinin akılcı kullanımı, insan müdahalesi olmadan kendi kendini onaramayacak duruma gelmiş olan biyosfere verilen zararları ortadan kaldırmak için son derece gerekli olacaktır.
Teknolojinin yanı sıra nüfus artışı da ekolojik krizin bir "nedeni" olarak yeri geldikçe suçlanmaktadır. Ancak, bugünkü ekolojik hareket içinde yer alan kimi Malthusçular'ın söylediklerinin aksine, nüfus artışı o denli büyük bir tehdit değildir. İnsanların üremeleri, düşüncesiz bir üreme artışına örnek olarak gösterilen meyve sineklerinin üremelerinden farklıdır. İnsanların üremesi biyolojik doğalarının olduğu kadar, içinde yaşadıkları kültürün de bir sonucudur. Makul bir yaşama düzeyine kavuşan, iyi bir eğitim alan aileler yaşamlarının niteliğini artırmak için daha az çocuk yapma yoluna gideceklerdir. Eğitilen ve toplumsal cinsiyet baskısı konusunda bilgilendirilen kadınlar kendilerinin basit üreme makinalarına indirgenmelerine karşı çıkacaklar; kendi taleplerini insan olarak dile getirecekler, anlamlı ve yaratıcı bir yaşama sahip olma haklarını kullanacaklardır. Teknoloji, ironik bir biçimde, kadınları yüzyıllar boyunca yerlerinde saydıran ve onları erkeklerin, çocuk sahibi olma, genellikle de oğlan çocuk sahibi olma isteklerinin kölesi durumuna indirgeyen eviçi cehenneminden kurtarmada önemli bir işlev yüklendi. Nüfus artışı konusuna gelecek olursak, nüfus bilinmeyen bir nedenden ötürü azalsa bile, büyük şirketler ekonomik yayılmalarını olanaklı kılabilmek için insanları daha fazla tüketmeye yönelteceklerdir. Yayılacakları kadar geniş bir tüketici iç pazar bulamayan şirketler uluslararası pazarlara ya da mali açıdan hayli verimli olan silah üretimine gideceklerdir.
Son olarak, Yeni Çağ ahlakçılığının, psikoterapi temelli yaklaşımların ya da kişilerin yaşam biçimlerinde yapılacak değişikliklerin bugünkü ekolojik krizin çözümü için anahtar niteliğinde olduklarını bütün iyiniyetleriyle savunan kimselerin kötü bir hayal kırıklığına uğrayacaklarını söylemeliyiz. Bu toplum ne kadar "yeşile" bürünürse bürünsün, "ekolojik bir bakış açısı"nın gerekliliği üzerine ne kadar çene yorarsa yorsun, toplumun yaşama biçimi derinlikli yapısal dönüşümler olmaksızın değiştirilemez. Bu yapısal dönüşümlerden anladığımız, rekabetin yerine yardımlaşmanın, kâr gütmenin yerine paylaşımcı ve karşılıklı mutabakata dayalı ilişkilerin geçirilmesidir. Bugünkü piyasa ekonomisini düşünürsek, ekolojik bir bakış açısını biraz olsun gözönünde bulundurarak üretim yapmaya çalışan bir girişimci ya da bir şirket, rekabete arka çıkan ve iyi niyetli girişimcinin aleyhine olarak kötü niyetli girişimciyi koruyan bir piyasa düzeninin eleme süreci tarafından yutulacaktır. Şunu unutmayalım ki, "iş iştir." Demek istediğimiz, "iş dünyasındaki" son skandallarda da gördüğümüz gibi, işin hiçbir ahlaka, vicdan azabı çeken hiçbir insana izin vermediğidir. "İş dünyası"na ekolojik bir duyarlılık kazandırmak, onu hiç olmazsa ekolojik açıdan olumlu kimi etkinliklere özendirmek, yırtıcı köpekbalıklarından otla beslenmelerini "rica etmek"ten ya da aslanları kuzularla barış içinde yaşamaya "ikna etmeye" çalışmaktan farksızdır.
*
Ahlaki argümanlarla, psikoterapiyle, hatta üretilen uyduruk ürünlere ve gösterilen ahlakdışı davranışlara karşı çıkan bir kamuoyunun baskısı yoluyla ekolojik düşüncenin içine çekilebilecek olan yağmacı bireylerle değil, tümüyle akıldışı bir toplumsal sistemle karşı karşıyayız. Günümüzün vahşi rekabete ve bitimsiz büyümeye dayalı olan sistemini girişimciler değil, vahşi rekabet ve büyümeye dayalı sistemin kendisi girişimcileri yönetir. Yeni Çağ düşüncesinin bugün ABD'de ve Avrupa'da yaşamakta olduğu durgunluk bu düşüncenin, ekolojik krizi çözmek için radikal bir biçimde değiştirmemiz gereken bir toplumu "iyileştirmek" konusundaki trajik başarısızlığının işaretidir. Kendi tüketim alışkanlıkları, dönüşümlü malzeme kullanmaları, duyarlı olma çağrılarını algılayabilmeleri gibi nedenlerle ekolojik çözülmeye karşı düzenlenen toplumsal etkinliklere katılan insanları yalnızca takdir edebiliriz. Muhakkak ki ellerinden geleni yapmaktadırlar. Ancak, içinde yaşadığımız saldırgan ekoloji karşıtı toplumun ortaya çıkardığı sorunları karşımıza alabilmek için çok daha büyük bir çaba, örgütlü, ne yaptığını bilen, ileriye dönük bir politik hareket gerekir.
Elbette ki bireyler olarak yaşam biçimlerimizi elimizden geldiğince değiştirmeliyiz, ancak yapılacak tek şeyin bu olduğuna, yapmamız gereken ilk şeyin bu olduğuna inanmak en büyük dargörüşlülük olur. Yaşam biçimlerimizi değiştirirken ya da kirliliğe, nükleeer santrallerin açılmasına, katı yakıtların aşırı kullanımına, toprakların mahvına, vb. karşı verilen mücadelelerde bile bütün toplumu yeniden yapılandırmak durumundayız. İnsanları olduğu gibi çevreyi de yozlaşmaya götüren derin hiyerarşik ilişkilerin, tahakküm sistemleri kadar sınıf ilişkilerinin ve ekonomik sömürünün de tutarlı bir çözümlemesini yapmalıyız. Bu noktada, çeşitli toplumsal çatışmaları ve sorunları sınıfsal çözümlemeye indirgeyen Marksistler'in, sendikalistlerin, hatta bazı liberal ekonomistlerin söylediklerinin ötesini görmeliyiz. Sınıf mücadelesi ve ekonomik sömürü hâlâ var, klasik –üstelik hâlâ açıklayıcı– sınıfsal çözümlemeler de şimdiki toplumun düzeninin tahammül edilemez adaletsizlikleri üzerine hayli önemli şeyler söylüyorlar.
Ancak kapitalizmin geleneksel yapıları ortadan kaldırmakta ve özgürlüğün bir koşulu olarak doğaya "tahakküm etme" amacını güden teknolojik ilerlemeler yaratmakta "devrimci bir rol" üstlendiğini savunan Marksist ve liberal görüşün söyledikleri, bu gelişmelerin çoğunun tarihin gördüğü en korkunç silahları ve gözetim araçlarını yaratmakta kullanıldığı günümüzde kulağa son derece boş geliyor. Bundan altmış yıl önce, benim dönemimin Marksist sosyalistlerinin, kapitalizmin kendi teknolojik yetkinliğini işçi sınıfını düzene dahil etmek, toplumun diğer kesimlerine oranla işçi sınıfını sayısal olarak azaltmak yolunda başarılı bir biçimde kullanabileceğini önceden kestirmeleri olanaksızdı.
Evet, hâlâ sınıf çatışmaları var, ancak bu çatışmalar sınıflararası bir savaşa dönüşmüyor hiçbir zaman. Gerçekte, General Motors'da otomobil işçisi ve dökümcü olarak çalıştığım yıllardaki deneyimlerimden hareketle, işçilerin kendi hayatlarını yalnızca fabrikadan ibaret görmediklerini ya da Marksistler'in ifade ettiği gibi kendilerini "tarihin araçları" olarak hissetmediklerini söyleyebilirim. İşçiler kendilerini kanlı canlı insanlar olarak, ana, baba olarak, oğul, kız olarak, beklentileri ve hayalleriyle; yalnızca sendika üyesi değil, çeşitli farklı toplulukların da üyeleri olarak algılarlar. Kasabalarda ve kentlerde yaşadıkları için, insani özlemleri "tarihte oynadıkları rol"ün, sınıf bağlamında "tarih" yapanlar olmanın ötesindedir. İşyerlerindeki kirlilikten şikâyetçi oldukları gibi yaşadıkları topluluklardaki kirlilikten de rahatsızdırlar, işleriyle ve aldıkları ücretlerle olduğu kadar çocuklarının, arkadaşlarının, komşularının ve içinde yaşadıkları toplulukların refah düzeyiyle de ilgilidirler.
Geleneksel sosyalizm ve sendikalizm ekonomiye yaptıkları açık vurgu nedeniyle ekolojik konuların ve bu konularla ilgili görüşlerin gerisinde kaldılar. Bu hareketlerin, sınıfsal bağları keserek orta sınıfı, entelektüelleri, küçük mülk sahiplerini, hatta bazı burjuvaları içine alan feminizmin, kültürel sorunların, kent sorunlarının da berisinde kaldıklarını eklemeliyim. Sadece sınıf, tahakküm ve ekonomik sömürüye karşı değil, hiyerarşiye karşı çıkmakta da başarısız oldular; bu yüzden, çağlar boyu sürüp giden bir gerçeğin, sınıfsal konumlarına rağmen sömürüldüklerinin farkına varan kadınlar çoğu zaman sosyalizme ve sendikalizme yabancılaştı. Kirlilik gibi toplumsal sorunlar da, hangi sınıftan olduklarına bakmaksızın tüm insanları etkiler. Çernobil'deki nükleer santral kazası yalnızca işçileri ve köylüleri değil, radyoaktif sızıntıya maruz kalan herkesi etkiledi.
Peki, sömürüden bağımsız, sınıfsız bir toplum kurmamız durumunda, bu toplum zorunlu olarak akılcı bir toplum mu olacaktır? Kadınlar, gençler, özürlüler, yaşlılar, değişik cilt renklerine sahip olanlar, baskı altındaki etnik topluluklar –bu liste uzar gider– üzerindeki tahakküm ortadan kalkacak mıdır? Bu soruya verilecek yanıt kategorik bir hayır'dır. Sosyalist ve sendikalist hareket içindeki kadınlar bu yanıtımı doğrulayacaklardır. Önceden beri süregelen hiyerarşik ve tahakkümcü yapıları –ki sınıflar ve devlet bu yapılardan türemişlerdir– ortadan kaldırmadıkça, akılcı bir toplum yaratmak için yapılması gereken değişikliklerin yalnızca bir bölümünü gerçekleştirmiş oluruz. Sosyalist ya da sendikalist bir toplumda bu toplumun yüksek ülkülerini, gerçekten özgür ve ekolojik bir toplum yaratılması düşüncesini zehirleyen tarihsel bir etken, hiyerarşi, varlığını sürdürecektir.
*
Günümüzde birçok radikal topluluğun, özellikle de sosyalistlerin paylaştıkları rahatsız edici bir özellik, sınıfsız ve eşitlikçi –üstelik hiyerarşik olmayan– bir toplumda eşgüdümü ve idareyi sağlayacak asgari bir devlet kavramını savunmalarıdır. Bu görüşü, büyük olasılıkla modern toplumun "karmaşıklığı" nedeniyle, ekonomik sorunların idaresini "insani" olduğu iddiasındaki bir baskı mekanizması olmaksızın düşünemeyen André Gorz'da ve başka kuramcılarda görebiliriz.
İnsanlık durumunu lojistik, kimi zaman açıkça otoriter bir bakış açısından ele alan bu düşünce biçimi (en doğrudan biçimde "derin ekolojinin" babası Arne Naess'in yazılarında belirgindir) kuyruğunu yakalamaya çalışan bir köpekten farksızdır. Ekonominin "karmaşıklığı"nın ya da piyasanın dağıtım mekanizmalarının bir eğretilemesi olan "kuyruğun" orada olması, "köpeğin" kuyruğu yakalamak için durmadan hiçbir hedefe varmayan çemberler çizmesini gerektirmez. Başlıca uğraşımız olan "kuyruğu" yakalama çabası, ticari bürokrasileri, geri kazanım yoluyla yerinde üretilebilecek malları dışarıdan alma ihtiyacını ortadan kaldırmakla, "rekabete uygun" olmadıkları için görmezden gelinen yerel kaynakların kullanıma açılması yoluyla; yani kâr elde etmek ve rekabet için gerekli olan bir dizi malı işbirliğine dayalı bir toplum içinde malların akılcı yollardan dağıtılması yoluyla gereksiz kılarak, akılcı bir biçimde gerçekleştirilebilir. Asıl can sıkıcı olan şey şu ki, radikal kuramın "asgari bir devleti" yerinde bırakmak için öne sürdüğü nedenler, André Gorz gibi eko-sosyalistlerin üretim ve değişim sistemini ahlaki bir ekonomide olması gerektiği gibi değil, bir ölçüde bugün var olduğu biçimde kabul eden kısıtlı bakış açılarından kaynaklanmaktadır. Bu biçimde ele alındıklarında, üretim ve değişim sorunları ve bütün bir bürokratik mekanizma, akıldışı işbölümü ve "küresel" doğalarıyla birlikte, olduklarından daha da önemli görünürler. Azıcık hayal gücüyle bugünkü "küresel" üretim ve dağıtım sisteminin basit bir yapıya kavuşturulduktan sonra bile herkese hayli yeterli bir yaşama standardı sağlayacağını görebiliriz. Aslına bakacak olursak, İkinci Dünya Savaşı'nda tümüyle yıkılmış bir Almanya'yı yeniden kurmak aşağı yukarı beş yıl aldı; malların ve kaynakların küresel dağıtımını idare eden devletçi ve bürokratik aygıtın ortadan kaldırılması belki bu kadar bile sürmeyecektir.
Daha da ürkütücü olan bir başka görüş ise "asgari bir devlet"in "asgari düzeyde" kalmayı sürdüreceğine duyulan safdil inançtır. Tarih –özellikle de son birkaç yılın olayları– bize hiç değilse, devletin yönetici bir seçkinler topluluğunun aracı olmanın ötesinde, kendi başına tıpkı bir kanser gibi acımasızca büyüyen bir asalak olduğunu göstermiş olmalıdır. Anarşizm bu konuda geleneksel sosyalist görüşün proleter, sosyal demokrat ya da "asgari" bir devlet düşüncesinin zayıflığını ortaya koyan bir uzakgörüşlülük gösterdi. Bir devlet yaratmak, iktidarı halktan ayrı duran bir mekanizma içinde kurumsallaştırmaktır. Bu da idareyi ve politika üretmeyi profesyonelleştirmek, başta ne denli iyi niyetli ya da zayıf olursa olsun süreç içinde yozlaşmış bir iktidara dönüşen ayrı bir çıkar (bürokratların, milletvekillerinin, komiserlerin, yasakoyucuların, askerlerin, polisin, vs. çıkarı) yaratmak demektir. Tarih boyunca –ne kadar "asgari" olursa olsun– bir devletin kendi kendisini ortadan kaldırdığı hiç görülmüş müdür? Hangi devlet zaman içinde devasa bir kötülük şebekesine dönüşmemiştir? Herhangi bir devlet ne zaman "asgari" kalmakla yetinmiştir?
Alman Yeşilleri'nin –Bundestag'a (Alman Parlamentosu) girdikten sonra içi boşaltılmış bir politik mekanizmaya dönüşen "parti olmayan parti"nin– bozulması da gösteriyor ki iktidar yozlaştırır, üstelik öç alarak yapar bunu. Yeşiller örgütünün kurulmasında çalışan ve Bundestag' ı, Alman parlamentosunu radikal mesajları için bir "platform" olarak gören idealistlerin bir kısmı hayal kırıklığına uğrayarak hareketten ayrıldılar, bir kısmı da alışılagelmiş politik kariyerizmin tatsız örnekleri haline geldiler. "Asgari" olsun ya da olmasın, devletin, en iyi niyetli eleştiricilerini bile bir kez içine aldıktan sonra yuttuğunu ve sindirdiğini gözardı etmek için tarihin verdiği dersleri ya göremeyecek kadar kör ya da anlayamayacak kadar safdil olmak gerekir. Söylemek istediğimiz şey devletçilerin devleti kullanarak onu ortadan kaldırmaya ya da etkilerini asgariye indirmeye çalışıp çalışmadıkları değildir; asıl önemli olan, devletin kendisine biraz olsun yakın duranları, en idealist devlet karşıtlarını bile yozlaştırdığıdır.
Son olarak, devletçiliğin –hatta "asgari devletçiliğin"– en rahatsız edici yanlarından birisi de bu görüşün konfederasyona dayalı bir politikayı tümüyle devre dışı bırakmasıdır. Marksist olsun olmasın, geleneksel sosyalist hareketin en büyük şanssızlıklarından birisi ulus-devletler çağında doğmuş olmasıdır. 19. yüzyılda yaşayan sosyalistler Fransız Devrimi'nin Jakoben merkezi devrimci devlet modelini neredeyse eleştirmeksizin kabul ettiler ve bu kavramı kendi devrimci geleneklerinin bütünleyici bir parçası yaptılar. Marx'ın Fransız Devrimi'nin devrimci bir stratejinin nasıl oluşturulacağına ilişkin bir model olduğu görüşü –Marx hatalı olarak Jakoben çizginin "burjuva" devrimlerinin en "klasik" örneği olduğunu söylemişti– devrimci gelenek üzerinde feci bir etkiye yol açtı. Lenin bu görüşü Rusya'ya öylesine sadakatle uyarladı ki, kendisinin ve Bolşevikler'in 20. yüzyılın "Jakobenleri" olduğunu gururla söylüyordu. Stalin bu görüşü devraldı ve tasfiyelerin, Moskova duruşmalarının, görülmedik ölçüde bir kaba güç kullanımının da tanıklık ettiği gibi, sosyalist projenin bütününe onulmaz zararlar vererek, devleti olabilecek en ürkütücü biçimiyle kullandı.
*
İnsan özgürlüğünün herhangi bir devlet aracılığıyla gerçekleşeceği, belki de sürdürüleceği düşüncesi çelişkiler içeren bir görüştür. Devlet denilen kanseri, devletçi uygulamaları ya da (yanlış olarak, Eski Yunanlılar'ın polis'in kendi kendisini idare etmesi anlamını verdikleri "politika"yla eşanlamlı kullanılan) "devletçiliği" savunmak, bu görüşten radikal bir biçimde ayrılan bir toplumsal idare biçiminin, konfederalizmin tam anlamıyla karşıtıdır. Yüzyıllar boyunca, azledilebilme koşuluyla seçilmiş temsilcilerin kamuoyunun gözetimi altında yerel yönetimler arasında eşgüdümü sağladıkları demokratik konfederalizmler devletçi idare biçimleriyle çatıştılar ve merkezileşmeye, bürokrasiye, iktidarın bir grup devletçi seçkinin elinde toplanarak profesyonelleşmesine karşı önemli bir alternatif oluşturdular. Bu arada, konfederalizmin, politika üretmenin bütün gerekliliklerini yurttaşların hemen hiç katılımı olmaksızın "federal" bir devlet üzerinden gerçekleştiren, uygulamada bir araya toplanmış ulus-devletlerin eşgüdümü anlamına gelen "federalizm"le karıştırılmaması gerektiğini söylemeliyim. Federalizm açıkça devletin ta kendisi demektir. Üstelik federalizm, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Topluluğu, Bağımsız Devletler Topluluğu gibi örneklerde görüleceği gibi, merkezi devletlerin daha da merkezileştirilmeleri anlamına da gelebilir. Kıtalar üzerine yayılan bu devasa süper-devletler halkın ulus-devlet mekanizması üzerindeki denetim haklarını da elinden alır.
Konfederalist bir alternatif ise yerel ve bölgesel konfedere kurullarca görevden alınabilen temsilciler yollayan, politika üreten, yerel yönetime dayalı halk meclisleri üzerine kuruludur. Konfedere konseylerin tek görevinin yerel yönetime dayalı halk meclisleri arasındaki farklılıkları görüşmek ve basit idari görevler almak olduğunun altını çizmeliyim. Böyle bir konfedere yapı eğer tam anlamıyla gelişmişse, gücü ne denli "asgari" olsa da, her türden devlet gücünü ortadan kaldıracaktır. Devletçi ve konfederalist bakış açılarını, "asgari-azami" ayrımı yaparak basit bir söz oyununa indirgemek gerçek bir katılımcı demokrasi çevresinde örgütlenmiş yeni bir politikanın ana ilkesini bulanıklaştırmak olur. ABD ve Avrupa'daki çok sayıda yeşilci, bir yandan "merkeze bağlı olmadan idare edilen bir toplum" ve "taban demokrasisi" çağrıları yaparken, bir yandan da eyaletlerde ve ülke genelinde yapılan seçimlere aday göstererek katıldılar. Devletin asal görevlerinden birisinin yerel demokratik kurumları ve girişimleri yalıtmak, kısıtlamak ve ortadan kaldırmak olduğunu görmezden gelen bu tutum, Yeşil hareket içinde kuramsal olarak karşı çıkılan şeyleri gerçekte Yeşiller'in kendilerinin de yapmakta olduğunu gösteriyor. Urbanization Without Cities(*) (Kentler Olmadan Kentleşme) adlı kitabımda da yazdığım gibi, her görüşten liberterler, özellikle de anarşistler ve eko-sosyalistler yerel yönetim seçimlerine katılırlarken kentleri, kasabaları ve köyleri demokratik konfedere yapılar temelinde yeniden kurmayı hedeflemiyorlar yalnızca; aynı zamanda devlete ve parlamentoya karşı da yarışıyorlar. Dolayısıyla, André Gorz'un ve başka kuramcıların yaptıkları gibi "asgari devleti" savunmak, bu devlet yalnızca bir eşgüdüm aygıtından ibaret olsa bile, ulus-devletin yerine bir yerel yönetimler konfederasyonu geçirme çabalarını muğlaklaştırmak ve bu çabaların karşısında durmak demektir.
Erken dönemdeki anarşizmin ve günümüzde toplumsal ekolojinin merkezinde bulunan eko-anarşizmin devlet gücünü ele geçirmeye yönelik geleneksel sosyalist görüşü reddetmeleri ve parlamento seçimlerine katılmanın yozlaştırıcı işlevini görmüş olmaları bu iki hareket için olumlu bir durumdur. Ne yazık ki devletçi sosyalistlerin, Alman Yeşilleri'nin ve başka radikal grupların yozlaşmalarının haklı çıkardığı bu karşı duruş, (Mihail Bakunin'in de olumlu baktığı) yerel yönetim düzeyindeki etkinliği, Eski Yunan'daki gibi politikanın temeli olarak görmedi. Yani bu bakış açısını savunan insanlar, yerel düzeydeki seçim çalışmalarıyla devlet idaresini oluşturan eyalet ve ülke seçimlerini birbirinden ayıramadılar. Politika ve devlet idaresi arasındaki bu ayrım Kentler Olmadan Kentleşme'nin son bölümünde ve bu kitapta anlatılıyor. Bu giriş bölümü, ardından gelecek olan kitabın yerini elbette ki tutamaz; bu yüzden kitabın ilgili yerlerinde daha geniş olarak ortaya konulan tartışmalara girmeyi burada kesiyorum.
Toplumsal ekolojinin, bütün değerleri ve başarısızlıkları bir yana, bugün karşı karşıya bulunduğumuz devasa ekolojik ve toplumsal sorunların tutarlı bir sunumunu yaptığını söylemek abartılı olmaz. Toplumsal ekoloji, felsefesiyle, toplum kuramıyla, politik pratiğiyle, bugünkü sosyalist, sendikalist hareketlerin, 1960'larda bile hâlâ son derece revaçta olan çeşitli radikal projelerin içinde bulundukları ideolojik durgunluğun ve trajik başarısızlığın karşısında canlı bir alternatiftir. ABD'de ve Avrupa'da moda olan Yeni Çağ hareketine ya da önerilen mistik ekolojik çözümlerin oluşturdukları "alternatiflere" gelirsek, metabolizması esas olarak büyüme, üretim için üretim, hiyerarşi, sınıflar, tahakküm ve sömürü üzerine kurulu olan bir toplumun ahlaki saiklerle, kişisel eylemlilikle, teknolojiyi bir lanet olarak gören ve önüne ilk sorun olarak nüfus artışını ve kişisel tüketim biçimlerini koyan çocuksu bir ilkellikle değiştirilebileceğini düşünmek kadar büyük bir safdillik olabilir mi? Karşı karşıya olduğumuz krizin özüne inmeli ve devletçilikten de, Yeni Çağ kişiselciliğinden de uzak duran popüler bir politika geliştirmeliyiz. Toplumsal ekolojinin yaklaşımını ve hedeflerini "yalnızca" ütopyacı olarak sınıflandırarak bir kenara bırakanlara, bugünün birçok radikalinin "gerçekçilik"ten ne anladıklarını sormak isterim.
Ya modern toplumsal ve ekolojik krizlerin kaynaklandıkları kökleri ortadan kaldıracak bir hareket oluşturmaya çalışacağız, ya da ancak en acil ekolojik sorunları ortadan kaldırma çabaları kadar değerli olan gönülsüz "çözümler"le uğraşarak, bir tür sözde-gerçekçilik ve reel politika adına, karşı çıktığımızı söylediğimiz toplum düzeni ve devlet idaresiyle işbirliğine girmiş olacağız. Dünyanın çeşitli bölgelerinde sosyal demokratların ve parlamento-içi Yeşil hareketlerin adım adım gerilemelerinin de gösterdiği gibi, "kötünün iyisini" seçmek ve statükoyla uzlaşma içine girmek, akıldışı bir toplumu yeniden yapılandırmayı hedefleyen ciddi bir hareketi aynı akıldışılığın sürdürülmesine götürecektir.
(*) Montreal: Black Rose Books, 1992. Yukarı