Önsöz, s. 9-15
Bu deneme, yetmişli yılların sonlarından bu yana Fondation Nationale des Sciences Politiques (Ulusal Siyasetbilim Vakfı) içindeki Centre d'Etudes et de Recherches Internationales (Uluslararası İnceleme ve Araştırmalar Merkezi) çevresinde geliştirdiğim bir düşünceden doğdu. Kültürel temsiller ve siyasal pratikler, siyasal eylemin popüler tarzları, siyasal tahayyül, kısaca benim "aşağıdan siyaset" ve "siyasetin dillendirilmesi" diye adlandırılmasını önerdiğim olgular arasındaki karmaşık ilişkiler bu düşüncenin ana temasını oluşturuyor. Bunları incelemek için, genelde üzerlerinde doğrudan çalışmalar yapmış olduğum Aşağı Sahra Afrikası, Türkiye ve İran toplumlarına dayandım; ama birçok meslektaşımın da yardımıyla, özellikle Güney ve Doğu Asya, Kuzey Afrika ve Avrupa'daki farklı durumlar üzerinde de karşılaştırmalı irdelemelere girmekten kendimi alıkoymadım.
Çalışmamın yazımına, araştırmamın ilk bakışta hayli soyut olan kavramlarının ani ve trajik bir anlam kazandığı bir zamanda başlamamı tayin eden kader olsa gerek: eski Yugoslavya, Kafkaslar, Cezayir ve Afrika'nın Büyük Göller bölgesindeki savaşların onlara yüklediği bir anlamdı bu. Bu çatışmalar kimlik mefhumu etrafında düğümlendiler. Ölümcül güçlerini sözde bir "kültürel kimliğin" illa ki bir "siyasal kimliğe" denk düştüğü varsayımından alırlar bu çatışmalar; bu siyasal kimlik de aslında aynı ölçüde yanılsama taşır. Aslında bu "kimlik"lerin her biri, olsa olsa kültürel bir inşa, siyasal veya ideolojik bir inşa, yani eninde sonunda tarihsel bir inşadır. Kaçınılmaz olarak kendisini bize dayatan doğal bir kimlik yoktur. Eski bir Fransız deyimi olan ve bir ülkedeki yerlileri tanımlamakta kullanılan "doğal sakinler" (naturels) sözü yanıltıcıdır. Antropologlar ve siyasetbilimciler tarafından günümüzde kullanılmakta olan "asli kimlik" terimi de aynı şekilde başarısızdır. Gerçekte yalnızca tanımlanabilir failler –aşırı milliyetçiliğe kaymış Sırp komünist aparatçikler, Rvandalı aşırılık taraftarı Hutular ve bunların yandaşları– tarafından rasyonel bir biçimde uygulanan kimlik stratejileri ile bizi büyüledikleri veya dehşete düşürdükleri için bırakamadığımız kimlik düşleri ve kâbusları vardır. Ama, nihai acımasızlıkları açığa çıkmadan çok evvel yararsızlıkları belli olan böylesi kehanetlerin de esiri olmaya mahkûm değiliz: Birinci Dünya Savaşı'nın hemen ertesinde, uluslar ve "ulusal ekonomiler"den kurulu bir Avrupa'nın işlemeyeceği görülmüş ve Adolf Hitler'den "mantıklı bir Wilsoncu milliyetçi" diye söz edilebilmiştir.
Entelektüel sorgulamanın amacı da zaten "kendi kendisinden kopmak"tır: "Sadece bilgi edinmeyi sağlayıp, bir şekilde ve olabildiğince bilgi sahibinin yolunu kaybetmesini, şaşırmasını sağlayamayacaksa, bilgi peşinde koşmanın ne anlamı olabilir ki?" Yüzyılın sonuna yaklaştığımız şu anda, düşünen yurttaşı başka tatsız şaşkınlıklara düşmekten kurtaracak bir entelektüel "şaşırma"dan daha acil bir şey yoktur. Günümüzde, kimlik yanılsaması sorununu gündeme getirmeyen herhangi bir uğraş yok gibidir. Toplumların arasındaki engellerin kalkması gibi genel bir harekete –"evrenselleşme", "küreselleşme"– dinsel, ulusal veya etnik olabilen özgül kimliklerin keskinleşmesi eşlik etmektedir. Folklorik Schaben giysileriyle fotoğraf çektiren Heidegger'in paradoksu da zaten buydu.
Gündelik tartışmalara, gazete yazılarına konu olan olguların çoğunun altında evrensellik eğilimi ile özgüllüklerin öne çıkarılması arasındaki diyalektik ilişki yatar: pazar ekonomisinin ve demokratik düşüncenin Batı dünyasının ötesine yayılması, ticari alışverişlerin yoğunlaşması ve küresel boyutta bilgi akışının duyulmadık ölçüde hızlanması, göç akımının gemi azıya alması, Avrupa'da ırkçılığın uyandığının kabullenilmesi, bir dizi çatışma sırasında ortaya çıkan "etnik arındırma" operasyonları, Meksika'daki Chiapas yerlilerinin talepleri, Rusya'da Vladimir Jirinovski çılgınlığı, ABD'deki "siyasal doğruculuk" ve çokkültürcülük modası, Hint milliyetçilerinin iktidarı ele geçirmeleri veya İslamcılar'ın kavgaları. Hem rasyonel hem düşsel olan, birbirinden ayrı duran bütün bu tezahürler, evrenselleşme ve onun karşıtı olan kimliksel geri çekilmenin çeşitli veçhelerini daha iyi anlamaya iter bizi.
Bu ise kültür kavramının, toplumlardaki ortak yorumlar tarafından yapılan alışılagelmiş tanımlarının siyasal bir eleştirisini gerektirir. Japonya'nın ve diğer yeni sanayileşmiş Uzakdoğu ülkelerinin başarısının itici gücü, Konfüçyüs düşüncesi midir? Batı'nın dünyanın geri kalanına dayattığı, kendi insan hakları ve demokrasi tanımı değil midir? Afrika kültürü, çok partili düzenle bağdaşabilir mi? İslam Kuzey Afrikalılar'ın ve Türkler'in Batı Avrupa'yla bütünleşmesinin önünde bir engel midir? Sürekli tosladığımız bir dizi belirsizlik, belki de bir dizi belirlilik duruyor karşımızda.
Siyaset alanındaki kimliksel geri çekilme, entelektüel, hatta ahlaki sorgulamaların cılızlaşmasıyla el ele gitmektedir. General de Gaulle'ün eski bir bakanı, mecliste "Onlar Siyah, biz ise Beyazız. İşte bu yüzden de (Rvanda'ya) müdahale etmememiz gerekir," demiştir. Cumhuriyetin bir askeri yargıcı, kaçak bir avcıyı yargı kararı olmadan öldüren lejyonerlerin davasında hafifletici nedenlere başvurmuştur, çünkü suç Orta Afrika'da, yani "başka bir gezegende" işlenmiştir. Bir kültür bakanı, Jurassic Park filminin "Fransız kimliğini tehdit ettiği" görüşündedir. Eski bir başbakan ve müstakbel devlet başkanı, Afrika'da kabilecilik nedeniyle demokrasinin kaçınılmaz bir şekilde başarısızlığa uğrayacağına karar vermiştir. Ve Amerikalı saygın bir siyasetbilimci olan Samuel Huntington ciddi ciddi, 21. yüzyılın "uygarlıkların çatışması" tarafından belirleneceğini söylemiştir.
Şaşırtıcı olan bu tür saçmalıkların çürük bir diş çekermişçesine güvenle ortaya atılması değil, kamuoyunda yapılan tartışmalarda sonunda bu tartışmalara egemen olacak kadar hızlı bir şekilde çoğalmasıdır: "Kültürel ve tarihsel değerlerin göreliliği düşüncesi toplumda beylik bir inanç haline gelmiştir; bu inancın yanı sıra kültürlerarası iletişimin ilkesel olarak imkânsız olduğu, hatta insanların farklı türlere ve alt-türlere ait olduğu düşüncesine de sık sık rastlanabilir." Eskiden beri süren, yakıcı bir tartışmadır bu. Tartışmanın gidişi araştırmacının yalnızca inançlarını değil, yirmi yıldır farklı toplumları gözleyerek vardığı kimi sonuçları da sarstığı vakit araştırmacıya düşen şey, bir polemikçi, bağlı bir entelektüel, bir filozof (hatta bir yeni-filozof) olarak değil, siyasal olguyu analiz eden bir kişi olarak bu tartışmaya katılmaktır.
İlerideki sayfaların, Nietzscheci bakarsak, mütevazı bir gayesi vardır: kültürler ve siyasetler arasındaki ilişkileri kültürelcilik karşıtı bir biçimde sorunsallaştırmaya çalışarak kimlikçi saçmalığı zayıflatmak. Siyasal eylem, açıktır ki, aynı zamanda kültürel bir eylemdir. Sorun burada değil. Ne var ki kültürelcilik bu eşanlamlılıkla başa çıkma yeteneğinden yoksundur, çünkü kültürleri tözcü bir biçimde tanımlar ve bunlarla siyasal eylem arasında dışsal bir ilişki, tek yönlü bir nedensellik biçimi olduğunu varsayar. Tüm bir entelektüel geleneğin kültürde bir açıklık ve evrensellik ilkesi gördüğünü bilmiyor değilim. İlk aydınlanma filozoflarının eleştirileri Kantçı mirası tamamen reddetmez ve "halk ruhu"ndan (Volksgeit) henüz açıkça söz etmeyen Herder gibi milliyetçilik-öncesi ve kültürelcilik-öncesi bir konumda kalır. Gerçekten de, kültürün bir tekillik ve aidiyet ilkesi olması yüzünden bir dışlama ilkesine dönüşmesi, milliyetçiliği ve daha kötü şeyleri beslemesi daha sonra, Alman romantizmiyle gerçekleşmiştir. Kültür fikrinin değişmesinin yardımcı olduğu (veya mümkün kıldığı) siyasal sonuçları dışarıda bıraksak bile, kültürün iktidar ve birikim pratikleriyle olan ilişkilerini anlamakta büyük güçlükler çekiyoruz bugün.
Böyle bir çaba ne kadar yararlı görünse de, bu denemenin yegâne amacı ideolojik, siyasal ve akademik kültürelciliğin eleştirisi değil. Siyasal eylemle kültürel eylem arasındaki ilişkilerin yeni bir sorunsallaştırmasını sunan bu çalışma, aynı zamanda devletin doğuşunun daha iyi anlaşılmasına da katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. Bruce Berman ve John Lonsdale önemli bir eserlerinde, bilinçli biçimde bir siyasal denetim aracının yaratılması olarak devletin "inşa"sı ile, isimsiz kitlelerin karşılaşmaları ve uzlaşmalarının kargaşası içinde yürütülen çatışmalı, irade dışı ve hayli bilinçsiz tarihsel bir süreç olarak devletin "oluşması" arasında bir ayrım yapılmasını önerirler. Önceki çalışmalarımı bilen okurlar, benim özellikle olayın bu ikinci yönüyle ilgilendiğimi anlamışlardır. İşte ilerideki sayfalarda da bu yaklaşım geçerlidir. Siyasal eylemin içindeki kültürel boyutun sorunsallaştırılması, devletin "oluşması" hakkındaki analizimizi geliştirmemize ve bazen çelişkili de olsa, genelde modernlik diye adlandırdığımız şeyin ortaya çıkması üzerine düşünmemize yardımcı olabilir.
Bunu yapabilmek için Tocqueville ve Weber'den ilham almış olan tarihsel sosyolojinin ara sıra kenara atılan kimi kazanımlarını yeniden ele almak ve bu yaklaşımın, özellikle tarihçi ve antropologların elinde ne kadar zenginleşebildiğini görmek yararlı olacaktır. Aynı zamanda, kimlik saçmalığına dair bu kritik çalışmayı yorumlamanın üçüncü bir yolu da, burada, bulgusal gücü zaman içinde hiç de körelmemiş olan ilk siyasetbilim eserlerinden bazılarına geri dönmeye davet çıkarıldığını görmektir. Bu, kendini beğenmiş bir akademizme kapanmak değil, yeniden yapılan bu tür incelemeler sayesinde yorumlayıcı tahayyülde bir artış sağlama meselesidir. Çünkü Tocqueville'in Démocratie en Améri-que (Amerika'da Demokrasi) yapıtının önsözünde yazdığı gibi, "yepyeni bir dünyaya yeni bir siyasetbilim gereklidir." Üstelik, bu temel yazılara dikkatle bakıldığında, yazarların sordukları soruların birbirine çok benzediği hayretle görülecektir. Entelektüeller ise, karşıt olmaktan çok tamamlayıcı olan bu yaklaşımlar arasına duvar çekmek ve canlı düşünceleri okullarda dondurmak için bıkıp usanmadan uğraşmışlardır. Foucault'yu Spinoza'ya, Weber'e, Troeltsch'e ve Elias'a bağlayan çizgileri izlemek, bu kitabı okumakta kullanılabilecek yollardan biridir.