Önsöz, s. 7-16
Bu kitap Doğu'dan söz etmiyor. Bizden söz ediyor.
Doğu kavranamaz. O her yerde ve hiçbir yerde. Kitaplarda, tuvaller üzerinde, ekranlarda, sokakta, çok yakın ve hiç kuşkusuz çok uzak, başka yerlerde.
Bütün donmuş kalıpların buluşma noktası, bütün egzotizmlerin eşanlamlısı, bütün çelişkilerin ve bütün aşırılıkların kışkırtıcısı. Daha bilge ve daha çılgın, daha çileci ve daha şehvetli. Daha zalim ve daha incelikli… Çok eski, tarihin ilk şafağı ve karanlığı… Uçsuz bucaksız. Hayal gücümüzün uçsuz bucaksız kırk ambarı.
Doğu bizim kafamızda.
Bizim Batılı kafalarımızın dışında Doğu yok. Hatta Batı'nın kendisi de yok. Batı, karşıt terimiyle aynı nedenlerle içimizde var olan bir düşünce. Ama biz onu tanımlamaya hiç gerek duymayız: O bizim kendimizdir.
Biz kimiz? Doğu'nun ön yüzü mü? Ötekinin ötekisi mi? Pozitif kutup mu, doğrulanmışlık mı? Ama kimi zaman da madalyonun öteki yüzü: pozitifin negatifi. Böylece eski simgeler su yüzüne çıkıyor: bir an için Doğu ışıktır, evrensel ruhtur, iç dünyamızın sihirli mıknatısıdır, beceriksiz modernliğimize karşı takınılan bir mesafeliliktir. Ama en küçük bir olayda, sıçrayan ilk kanda, ışık titreşir, söner: Doğu bizim korkumuzun balçığı içine gömülür; unutulmuşluğa geri çekilir, sonra düş olarak geri döner. Yol dönemecindeki sahte parıltı. Süs. Serap.
Doğu kavranamaz ve bu kitap da onu kavramaya çalışmıyor. Bizim kim olduğumuzu söyleme iddiasında da değil. Ama gene de burada söz konusu olan biz ve öteki. Evet, söz konusu olan, ötekinin içinden kendimize bakmak: Ötekinin bizi gördüğü gibi değil de bizim ona bakışımızda kendimizi ele verdiğimiz gibi. İşte bu kitap, geniş ölçüde bilinçsiz olan bu kendi kendimizi ifade biçimimizi bilincimizin yüzeyine çıkartmayı öngörüyor. Bu iş için tarih ne güne mi duruyor? Üstüne tünemiş bulunduğumuz tarih bizi günlük yaşamımızın tabanı üstünde düşünmeye, onu oluşturan tortul katmanları kazmaya çağırır. Bu tortuların kısmen efsanelere dayanıyor olması onların katı gerçekliğini değiştirmez. Efsaneler de kayalar gibi zamanın ağırlığı altında üst üste yığılırlar; onları (zaman zaman söylendiği gibi) "yıkmak" istemek boşunadır. En doğrusu, daha iyi anlamak için onları yeni baştan okumaya çalışmaktır. Geçmişte ve hâlâ sahip oldukları işlevlerini anlamak için.
Jeolojik kazı ve politik eylem: ötekine bakışımız aracılığıyla kendimizi anlamak istemek, kendimiz ve ötekine karşı takındığımız politik tavır üzerinde düşünmek için düşünülmemişin kaynaklarına inmek demektir. Tavrımız mı? Daha doğrusu: Batılı kitle iletişim araçlarının pek çoğunun bize kendi tavrımız olarak kabul ettirmek istediği tavır. Bizi taşıyan ve tanıdığımızı sandığımız altkatmana dayandığı için daha kolay gerçekleşen bir kabullenme.
Ama gerçekten tanıyor muyuz onu? Örneğin, Batılı gözlerimizde terörizmin "Arap", fanatizmin ise "İslam" olmasını neden doğal kabul ettiğimizi hiç sorduk mu kendi kendimize? Bu korkunç basite indirgemeleri kınamak yeterli değildir. Bunun köklerini de anlamak gerekir. Bunun açıklamasını Müslümanlar'da mı aramalıyız yoksa kendimizde mi? Onların tarihinde mi, bizimkinde mi? Bunun yanıtı basit değildir ve bu kitap da onu hazır lokma gibi verme iddiasında bulunmuyor. Özünde bir önkoşulla işe koyuluyor. Ama bu temel bir önkoşul: Yani önce ötekinin karşısındaki kendimizi gözlemlemeden, hele hele, bu ötekini bugüne kadar nasıl ve niçin incelediğimizi ve kafamızda canlandırdığımızı anlamaya çalışmadan ötekini incelemeye kalkışmanın boşuna olduğu.
Dolayısıyla bu kitap, ne özünde Doğu olabilecek bir şeyleri yakalama, ne de olgunun gerçekliği ya da gerçekdışılığına, kavramın doğru ya da yanlışlığına karar verme iddiasında bulunmadan, bizim hayali Doğu'muzu araştırmaktadır. Bu çekincenin tartışılmaz bir zorunluluk olduğu sanırım ilerki sayfalarda görülecektir.
Bu Doğu, hayali olmasına hayalidir ama bir o kadar da geniştir. Çiçek dürbününün içinde, benzerlikleri hiç durmadan biçimden biçime giren bir görüntüler yumağını barındırır: binbir türlü yerleştirilmiş aynı malzeme. Gerçekten de Doğu kavramı, gerek sınırları, gerek tükenmek bilmeyen olanaklarıyla bir çiçek dürbünü gibidir. Onu oluşturan unsurlar sınırlıdır, bizim çeşit çeşit fantazmalarımızı ifade etmek için bu unsurların yerleştirildiği düzenlemeler ise sonsuz.
Amacım, hiç kuşkusuz, bu düzenlemeleri tüm ayrıntılarıyla incelemek değil, destekleyici örneklerle onların temel unsurlarını ortaya çıkartmaktır. Temel ama içkin olmayan unsurlar: Bu unsurlar yüzyıllar içinde ortaya çıkmış ve üst üste yığılmıştır. Çiçek dürbününün ana parçaları ancak 19. yüzyılda tamamlanmıştır ve bu kitap da bu oluşumun en çarpıcı evrelerini çizmeye çalışmaktadır.
Ama, önce alan. Doğu'ya dair muhayyilemizin coğrafi sınırları nelerdir? Paradoks: Hayali Doğu bir kavram olarak Batı'nın tam karşıtıdır ve sınırları belirsizdir; dünyanın geri kalan her yerini, yani Batı'nın kendisi ya da kendisinin doğrudan uzantısı saymadığı her şeyi içine alabilir. Ama, eğer Doğu bizim için ötekiliğin en mükemmel ifadesi haline gelmişse, bu ötekilik (vahşi yaşam kavramı dışında) hemen her zaman Asya'ya ve büyük Asya uygarlıklarına mal edildiği içindir. Bununla birlikte, aslında Asya hâlâ çok geniş bir alan sunmaktadır bize. Orada pek çok Doğu vardır ve her birinin Avrupa için taşıdığı önem farklı farklı olmuştur. Bu yüzden kendimizi en yakındaki Doğu ile sınırlamamız gerekmiştir: yüzyıllardır hiç kopmayan çok yakın ilişkiler içinde bulunduğumuz ve Akdeniz tarihinin bir parçası olan Doğu'yla. Bu nedenle ben ona, Yakın ya da Orta Doğu yerine, daha az etnik-merkezci bir terim olan Akdenizli Doğu diyorum: yani Arap dünyası artı İran ve Türkiye, dolayısıyla Kuzey Afrika'yı da içine alan bölge (önce Arap sonra da Osmanlı İmparatorlukları tarihinin ayrılmaz parçası). Hiçbir sınırlamanın tam olarak sağlam ölçütlere tekabül ettiği söylenemez. Ama hiç olmazsa şundan eminiz (ya da düş kırıklığına uğradık, artık duruma göre): çok ender durumlar dışında Batı'nın hayalindeki Hindistan'a, Çin'e ya da Japonya'ya gitmeyeceğiz. Doğu cephesinde sınırlar belli.
Aslında Batı cephesinin sınırları da belirsiz sayılmaz: Akdeniz, her girintisi çıkıntısı çizilmiş, başlı başına bir sınır değil mi? Biz bunu, sanki tarihte bununla ilgili değişmez bir veri varmışçasına, hiç irdelemeden kabullenmeye çok fazla gönüllüyüz; sanki Avrupa'nın kendisi de oybirliğiyle baştan beri "Batılı" olmuşçasına. Ne var ki sorun bu kadar basit değil. Londra'dan ya da Paris'ten bakıldığında, Balkanlar Batı mı sayılır yoksa Doğu mu? Her şey içinde bulunulan zamana, can alıcı meselelere, hatta kişilere bağlıdır. Hangi ölçüt temel alınırsa alınsın, jeopolitik sınırlar (şu haritalar üzerinde uslu uslu yan yana duran renkler), gerçekte hayali bir hat söz konusu olduğuna göre, asla belirgin olamayacaktır. Hayalimizde bu hattı tam olarak nereye yerleştirmekteyiz? Ege Denizi'ne mi, Adriyatik'e mi? Yoksa bu hat çağlara göre birinden ötekine mi kaymaktadır? İşte bizi bir çırpıda konumuzun can evine götürecek bir soru. Sadece sınırlar bile sorunumuzun en öncelikli öğesini oluşturmaktadır. Bu yalnızca bir yer sorunu değil, bir an sorunudur da: kolektif muhayyilemiz bu hayali Doğu/Batı hattını acaba ne zaman çizmiştir? Kendi kendimize soracağımız ilk soru bu işte.
Doğal olarak, kitabın I. Bölüm'ünün konusunu bu soru oluşturacak. Bu sorunun Batı'nın kendi bilincine varışından ayrı düşünülemeyeceğini ve bu bilinçlenmeyi, sık sık tekrarlandığı gibi Marathon'a konumlandırmanın tamamen tarihe aykırı olduğunu göreceğiz. O halde Avrupalılık (Batılılık) bilincinin ilk ifadesini Ortaçağ'daki Latin-Germen Hıristiyanlığı'nda mı aramak gerekmektedir? Bunu İslam'la olan ilişkiler mi açığa çıkartmıştır? Hz. Muhammed'in dini üzerindeki Katolik aforozunun anlamı ve kapsamı ne olmuştur? Başka bir deyişle, Akdeniz Ortaçağ'da ne ölçüde bir çatışma ya da birlikte yaşama alanı olmuştur? İşte II. Bölüm'de ele alınan sorular bunlar ve bu soruların incelenmesi, en önemli farklılıkların, belki de topluca hep öyle olduğuna inanılanlar olmadığını gösteriyor. Bu düşünceler bizi, Akdeniz'in hem önemli askeri çatışmaların (özellikle Türkler'le İspanyollar arasında) sahnesi, hem de büyük fetihlerin başlangıcına damgasını vuran geniş bir çerçeveleme girişimine konu olduğu geçit dönemini, o "uzun 16. yüzyıl"ı (15. yüzyılın sonundan 17. yüzyılın başına) dikkatle incelemeye götürüyor. III. Bölüm'de, tarihin bu dönüm noktasının Avrupa'nın Osmanlı İmparatorluğu'na bakış açısını ne ölçüde etkilediğini göreceğiz. Bu durumda, kimliğin ve ötekiliğin politik ifadesi diyebileceğimiz bir değerlendirmede, Doğu kavramının biçimlenmeye başladığını görebilir miyiz? Bunun yanıtı sanıldığından da güçtür. Buna karşılık, 17. yüzyılın ortalarından itibaren ve IV. Bölüm'de görüleceği gibi, daha açık olarak da Aydınlanma çağıyla birlikte Doğu, topyekûn bir ötekiliğin ortaya çıkışı olarak kendini tartışmasız biçimde kabul ettirirken, bir yandan da Doğu'yu politik açıdan nitelemek için birtakım anahtar kavramlar (despotizm gibi) belirmeye başlar.
Ama kolektif muhayyilemizdeki Doğu, V. Bölüm'de anlatıldığı gibi, ancak 19. yüzyılın düşünce biçimi sayesinde, bize ters gelen ne varsa içinde toplar, modernliğin her bakımdan tam karşıtı haline gelirken, Avrupa felsefesi de bugün Batı düşüncesine egemen olan dünyaya ve geleceğine ilişkin etnik-merkezci bir bakış açısıyla Batı Asya'nın büyük antik uygarlıklarını kendi evrensel tarihine katmıştır. Gerçekten de biz, Avrupa'nın çöküşünün ve bir bakıma da bütün Batı'nın çöküşünün belirsiz sınırlarını kemirdiği, bize sömürge döneminden ve sonrasından kalan azınlıktaki ve tavsamış vicdan azabının tedirgin bir görünüm kazandırdığı bu egemen görüşün mirasçılarıyız. Bunun sonucu olarak bugün açık düşünceli insanlarda, ötekiyle tedirgin bir barışma eğilimi ve bir onarma isteği ortaya çıkıyor. VI. Bölüm'de bu isteğin sınırları ve tuzakları belirlenmeye çalışılıyor: ötekine yönelttiğimiz bakışı nasıl kullanabilir ve onunla hangi koşullarda bir diyaloğu göze alabiliriz?
Tuttuğum yol ve birbirini izleyen aşamalarıyla ilgili bu kısacık taslak bu kitaba ruh veren ve onu ilginç ve özgün kıldığına inandığım yaklaşım konusunda bir ön fikir verecektir. Şimdiye kadar bir hayli el atılmış bir alanda aslında bu ilginçlik ve özgünlük savı o kadar da kesin değildir. Batı'nın Doğu'ya bakışı ile ilgili çalışmaların sayısı oldukça kabarıktır ve ben de bunlardan yararlanmaktan geri kalmadım. Özellikle de Maxime Rodinson'un La fascination de l'Islam (İslam'ın Büyüsü) ve Hichem Djaït'in L'Europe et l'Islam (Avrupa ve İslam)(1) adlı kitaplarına çok şey borçluyum; bana göre Ortaçağ'dan günümüze sorunun özlü bir biçimde tarihsel panoramasını sunan yalnızca bu iki kitaptır. Bu kitaplar olmasaydı sorunu çözmek çok daha zahmetli olurdu: özellikle bibliyografya ile ilgili verdikleri bilgiler kendi dayanak noktalarımı seçmemde çok yardımcı oldu. Bunun hakkını verdikten sonra, her iki kitabın da Batılı gözüyle İslam'a bakışla ilgili çözümlemeci olmaktan çok betimlemeci bir yüzeysel inceleme sunduğunu söylemeliyim: Bu bakışın aşamaları belirtilmiş ama bu aşamalar anlamlarını ortaya çıkartacak toplu bir sorunsal çerçevesine oturtulmamışlardır. İştahımı kabartmışlar ama yediklerim dişimin kovuğunda kalmıştır. İşte beni kaynaklara inmeye iten de bu açlık olmuştur.
Ötekine bakışın belli bir anı ya da veçhesiyle sınırlı, bu nedenle daha ayrıntılı bazı çalışmalar benim için çok yararlı olmuştur. Örneğin Ortaçağ ve sorunun dinsel veçhesi konusunda, artık bir klasik olan, Norman Daniel'ın Islam and the West'i (İslam ve Batı).(2)
Daha yakınımızda olan, Edward Said'in dönüp dönüp başvuracağımız Orientalism(3) (Oryantalizm) konusundaki acımasız incelemesi üzerinde duracağız. Said'in çalışması oryantalizmle ilgili bütün düşüncelerin uğramadan edemeyeceği bir geçit olmuştur. Dayandığı belgeler o kadar zengin, çözümlemeleri çoğu zaman o kadar isabetlidir, bilgili ya da daha az bilgili oryantalistlerin o tepeden bakan etnik-merkezci bakışlarını o kadar sık gözler önüne serer ki, yazdıklarını okuyup bitirdiğinizde artık bu konu üstüne söylenecek hiçbir şeyin kalmadığına inanabilirsiniz. Dahası: Oryantalizm buradan öyle berbat bir halde çıkar ki bütün bunlar adeta insanın midesini bulandırır. Kuşkusuz bıkıp usanmadan aynı mesajı tekrarlamak ya da daha doğrusu basmakalıp ve beylik oryantalist görüşlerin hiç durmadan ve bıktırırcasına nasıl tekrarlandığını göstermek zorunluydu. Bu artık yapılmıştır. Bunu yeniden ele almak gereksizdir. Üstelik Said'in çalışması bizim sorunsalımızın çok sınırlı bir veçhesini kapsamaktadır. Eleştiri süzgecinden geçirdiği oryantalizm, Said'in, bir parça yanlışlıkla, tayfını 19. yüzyıl başlarına kadar yansıtma eğiliminde olduğu sömürge dönemiyle sınırlıdır esas olarak: Ona göre, Avrupa'nın, Akdenizli Doğu'ya daha önceki bakışı, emperyalist bir el koymanın hazırlığından, daha o zamandan Batı'nın açgözlülüğünün ve horgörüsünün ifadesinden başka bir şey değildir.
Oysa oryantalizm (18. yüzyıl sonundan önce başladığı kabul edilirse) bir avlanma içgüdüsünün bilimsel ifadesine indirgenemez. Üstelik belli ölçüde derin bilgi gerektiren bir çalışmayı kastettiğinde, oryantalizm Batı'nın Doğu'ya bakışının sadece bir yönünü yansıtmaktadır (Said de buna işaret etmektedir) ve etki alanını abartmamaya dikkat etmek gerekir. Rodinson, "Bilimsel incelemeler, kendilerinin beylik düşüncelerden etkilendikleri kadar etkili değildirler,"(4) diyerek uyarıda bulunur; "genel […] sonuçlara varmaya pek meraklı uzmanların"(5) zaman zaman ortaya koydukları gözlemlerin, çoğu zaman kendi araştırmalarında bile hiçbir dayanağı yoktur ve sadece günün anlayışına uymuşlardır.
Bu nedenle, sunduğum bu kitap, sadece oryantalizmi ve onun yapısındaki etnik-merkezciliği suçlamaktan ibaret değildir – olmak da istemiyor. Eleştirel bakışımız kuşkusuz hâlâ gereklidir, hatta ötekiyle ilgili az çok akılcı her türden çalışma için vazgeçilmez bir koşuldur. Ne var ki bu eleştiri, etnik-merkezciliğin en göze batıcı belirtilerine saldırmakla yetinir ve ötesine hiç karışmazsa, hızla o kınadığı etnik-merkezciliğin duvarlarına toslayacaktır. Batılı yazarların Doğu ile ilgili eserlerinden çekip çıkarılmış hakaret dolu, kaba ve gülünç vb. alıntıları ortaya yığmak çok kolaydır. Ama bu neye yarayacaktır? Olgunun anlaşılmasında bir arpa boyu bile ilerlemeden bilinen şeylerin tekrarından başka bir şey elde edilmeyecektir. Hatalarımızı yenmek için sanki onları tanımamız yeterliymiş gibi. Etnik-merkezcilik ne sırtından atarak kurtulunabilecek bir kusur ne de pişman olunarak arınılması gereken bir günahtır. Ötekine bakışımızın temel koşuludur. Bu koşul, bizi aklamak bir yana, hiç durmadan gözlem noktamıza dönmeye çalışmaya, dolayısıyla, ötekine karşı duyduğumuz merakın hangi iç ve dış zorunluluklara cevap verdiğini anlamak için bile olsa, bakışımızın köklerine inmeye itiyor.
İşte bu kitabın derinlerdeki gerekçesi bu: kendini anlamak. Ve işte Doğu'nun burada olsa olsa bir dönemeç olarak yer almasının nedeni de bu. Belki de ötekini son bir kez daha bu biçimde kullanmakla suçlanacağım; bunda gizli etnik-merkezciliğimin izleri keşfedilecek. Ve bu hiç de haksız değil. Yalnız şu var: Tuttuğum yol, bir bakıma kendisini zorunlu kılan şeyle ilgilenmeye başladığı andan itibaren, etnik-merkezci olduğunun bilincinde ve bu bakımdan en başta biz Batılılar'ı –başkalarında da ilgi uyandırmasını doğal olarak şiddetle istememe karşın– ilgilendiriyor. Yani burada ne kendi içine kapanmak ne de kim olursa olsun dışlamak söz konusu, tersine ötekinin ve deneyiminin zihinsel olarak kullanılacağı koşulları düşünmek önemlidir. Eğer bu kullanımı Batı'nın açısından düşünüyorsam, bu sadece kendi durumum konusunda yalan söylemeden kendimi olduğumdan başka bir yere koymam olanaksız olduğu içindir. Şu anda bunu kabul edemeyen okurun, kitabın sonunda bunu anlayacağını umuyorum.
Bu önlemleri aldıktan sonra, artık tuttuğum yolu daha somut olarak özetleyebilirim: Bu kitap, Avrupa politik düşüncesinin, Akdenizli Doğu ile ilgili kolektif muhayyilemizi yavaş yavaş oluşturmuş belli başlı aşamalarını çiziyor ve bu anlardan her birini bu muhayyileyi ortaya çıkartan genel bağlam içine oturtmaya çalışıyor. Aslında bu kolektif muhayyile çağa bağlıdır ve nesnesinden (bakılan) çok, öznesi (bakan) üstüne pek çok gerçeği dile getirse de, asla bir hayal ve kurmaca bütününe indirgenemez. O bizim tarihimizin Araplar, Türkler ya da İslamiyet hakkında düşündükleridir. Ve bu halklar, onların kültürleri ve kurumları, kısaca söylemek gerekirse onların "zihniyeti" olduğuna inandığımız şey hakkında düşündüklerimiz ve hâlâ düşünmekte olduklarımız, buradan çıkacak politik sonuçlarla birlikte, bizim "zihniyetimizi" şiddetle etkilemekte. Batılı güçlerin, dünyada belki de en çok Yakın Doğu'da izledikleri politikada sergiledikleri tutarsızlık, bu politikanın sadece maddi ya da stratejik çıkarlara değil, çoğu zaman Batılı yöneticilerle halkların bilincinde bile olmadıkları hırs dolu güdülere de tabi olduğunu çok iyi göstermektedir. Yanı başında Batı Avrupa'nın oluştuğu dünyanın bu bölgesiyle olan karmaşık ve çatışmalı ilişkilerimiz içinde kendi kendimizi tanıyıp anlamak istiyorsak, gidip bulmamız gereken kökler bunlardır. Daha genel bir anlamda, ister istemez başka kültürlerle ilgili araştırmaların ve onlarla kurulması istenen diyaloğun koşulları konusunda düşünmeyi zorunlu kılan bir arayıştır bu.
Gelelim kaynaklar sorununa. Akdenizli Doğu ile ilgili kolektif muhayyilemizdeki bu anlardan her birini en iyi temsil edecek ifadeleri nerede aramalı, nasıl seçmeliyiz? Doğu alanının bu kısıtlı bölümüyle sınırlanmış bile olsa malzeme tüketilecek gibi değildir. Hacmiyle tüketilecek gibi değildir ama öz açısından korkunç tekrarlar söz konusudur. 17. yüzyılda yazılmış bir iki gezi kitabı okuyan, onlarcasını okumuş sayılır: betimlemeler modeller halinde billurlaşmıştır. "Doğu despotizmi"nin ilk örneğini arayan, onu Montesquieu'de bulacaktır. Tarihe bakışımızda Doğu'nun yerini anlamak isteyen, Hegel'i okuyacaktır. Kopukluğu hissetmek isteyen, Massignon'a başvuracaktır. Her döneme, her "kuruluş anına" birkaç kilit yazar etrafında eklemlenen özel bir sorunsal denk düşmektedir. Gene de içine dalınacak havuz hâlâ çok geniştir. Bana hemen neden Tasso'yu, Cervantes'i, Goethe'yi, Lane'i, Weber'i ve daha birçoklarını dışarıda bıraktığım sorulacaktır. Belki de seçimlerimin Fransız-merkezci olmasından dolayı da eleştirileceğim. Bunu baştan kabul ediyorum: Her şeyi okuyamadım ve tercihan kendi dilimdeki eserleri okudum. Seçimlerim yeterince anlamlı mı, çözümlemelerimi doğrulayacak dayanak noktalarını ortaya koymayı başarmış mıyım? İşte önemli olan bu. Seçimlerim özellikle benim burada benimsediğim sosyo-politik bakış açısından anlamlı olmalı; çünkü ben Doğu ile ilgili kafamızdaki kolektif tasvirin her bir köşesini eşit derecede aydınlatmak iddiasında da değilim. Bu nedenle, Batı şiirinde, romanlarında, masallarında ve plastik sanatlarındaki yeriyle kıyaslandığında edebi ve sanatsal egzotizmin burada bir hayli az yer tutması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Nitelemek dışlamak demek değildir. Tarihteki her anın ağırlığı kendisini sonsuz biçimde aşar, kendisinden öncekini de birlikte sürükler, gelecek olanı haber verir. Yeri gelince bunun altını çizmeden geçmeyeceğim ama şunu da şöyle bilelim: "çağlar" iç içedir, değişimler hemen hemen hiçbir zaman bir anda gerçekleşmez (özellikle de kolektif zihniyetler alanında); kopuşlar ve süreklilikler yan yana gider. Rönesans düşüncesi daha Ortaçağ'da belirmiştir, Ortaçağ düşüncesi ise Rönesans'ta yaşamayı sürdürmüştür. 19. yüzyıl Aydınlanma'yı tümden karartmamıştır, içinde bulunduğumuz 20. yüzyıl da bazı bakımlardan "19. yüzyıla" hâlâ pek yakındır.
Ne olursa olsun, izlenecek yöntem çeşitli görünümleriyle önceden belirtilemez. Yöntem söylemle birlikte gelişir. Bu kitabın ötekini tanımanın koşulları üzerine, özdeşlik/kimlik ve ötekilik üzerine bir düşünceyi beslemesi oranında, şurda burda gizliden gizliye yöntemle ilgili bir sorgulama da mevcuttur. Ama bu iflah olmaz ciddiyet iddiası karşısında irkilinmesin. Çünkü, sonuç olarak benim sadece iki dileğim var: Bu serüveni okumak, benim onu yazarken kapıldığım kadar ilgi uyandırabilsin; ve özellikle bu ilgi uzmanlarınkiyle sınırlı kalmasın. Bu kitap, inanma cüretinde bulunduğum gibi, onların da yararlanabileceği bir çalışma olmakla birlikte, salt onlar için yazılmamıştır.
Bana gelince, ben kendimi bir Doğu uzmanı olarak görmüyorum. Benim alanım uluslararası ilişkiler ve bu sıfatla, dünya sistemi içindeki Yakın Doğu'nun durumu ve İsrail-Arap çatışması konusunda dersler verdim ve yazılar yazdım. İranlı bir dostumla, Modj-ta-ba Sadria ile yaptığımız bir tartışmanın ardından hayali Doğu'muzu didikleme fikri yavaş yavaş kafamda olgunlaştı. Bu tartışma hâlâ sürmekte. Yani bu kitap bir dostluğun da ürünü.
Notlar
(1) Maxime Rodinson, La fascination de l'Islam, Paris, Maspero, 1980, ve Hichem Djaït, L'Europe et l'Islam, Paris, Seuil, 1978. Yukarı
(2) Norman Daniel, Islam and the West, The Making of an Image, Edinburgh, University Press, 1966 (Birinci basım 1960). Ayrıca bkz. aynı yazarın The Arabs and Medieval Europe, Londra, Longman, 1975. Yukarı
(3) E. Said, Orientalism, Londra, Routledge & Kegan, 1978; kitapta Fransızca çevirisi verilmiştir, L'orientalisme, L'Orient créé par l'Occident, Paris, Seuil, 1980; Türkçe'de Şarkiyatçılık: Batı'nın Şark Anlayışları, çev. Berna Ülner, Metis, 1999. Bu çalışma üzerine Michel Seurat'nın "A propos du livre d'Edward Saïd" ("Edward Said'in Kitabı Üstüne") başlıklı yazısına bkz., Revue d'études palestiniennes içinde, no. 1, Sonbahar 1981, s. 140-5. Ayrıca bkz. E. Said, Covering Islam, New York, Pantheon Books, 1982 (Haberlerin Ağında İslam, Pınar Yay., 1984, çev. A. Alatlı.) Fransa'da oryantalizmi ilk sorgulayan muhtemelen Anouar Abdel-Malek'tir; "L'orientalisme en crise" ("Krizdeki Oryantalizm") makalesi, Diogène, no. 44, Ekim-Aralık 1963, s. 109-42. Yukarı
(4) Maxime Rodinson, a.g.e., s. 153. Yukarı
(5) A.g.e., s. 115. Yukarı