Önsöz, s. 7-11
Bu kitabın konusunun kapsamı dışında kalsa bile, Türkçe'nin bir felsefe dili olarak kullanımı üzerine sunacağım birkaç görüşün hoşgörüyle karşılanacağını umuyorum. Felsefe okuruna ulaşmışken felsefeyi ne ile yapıp ne ile ilettiğimizin tartışmasına girmeden edemezdim. Bunun bir nedeni de, Türkçe felsefe terimlerinin zenginleştirilmesi gereği üzerindeki görüş alışverişinin şu sıralar daha sıklaşmış olması. Çünkü şu sıralar, bir yandan durum değerlendirilerek zenginleştirmenin hangi ilkelere göre yapılması gerektiği üzerine düşünceler üretilirken, bir yandan da Türk Dil Kurumu Felsefe Terimleri Sözlüğü'ne ek olarak yeni terimler önermeyi amaçlayan somut girişimler var. Pek çoğumuz, bunu sevindirici bir gelişme olarak karşılıyor ve Türkçe'ye önemli katkıları olabileceğine inanıyoruz. Ancak, bu gelişmenin getireceği sonuçların önemi düşünülürse, felsefe terimleri üzerine tartışmalara katılanlar ve somut öneriler getirenlerin, aynı ölçüde önemli sorumluluklar yüklendikleri söylenebilir. Türkçe'nin felsefe terminolojisi ve ilgili soyut terimler dağarcığına katkıda bulunacaklar ulusal kültür ve bilim açısından tarihsel bir görev üstlenmektedirler. Temel olan, bu görevin başarıyla yürütülmesi olduğuna göre, tartışmaların yapıcı olmasına özen göstermekte yarar bulunduğu düşüncesindeyiz.
Sorunumuz, bazı teknik felsefe kavramlarının, veya felsefi düşünce içinde önemle yer almalarına karşın, teknik nitelik taşımayan kimi soyut kavramların Türkçe terimlerle dile getirilmesinde çıkan güçlük veya olanaksızlıklardan doğuyor. Bu durumun, Türkçe'de giderilmesi gereken bir kavramsal yoksulluk biçiminde ortaya atılmasına karşı tepki gösterilmiş ve bunun Türkçe'nin bir eksikliği olmayıp bir felsefe terimleri eksikliği olduğu ileri sürülmüştür. Hatta, daha da ileri gidilerek, bir felsefe dili olamayacağı ve yalnızca bir felsefe terminolojisinden söz edilebileceği, çünkü "felsefenin terimlerle yapıldığı" savunulmuştur.
Tartışmayı bu noktalar üzerinde yoğunlaştırmanın, özellikle, çözüm üzerinde zaten anlaşma bulunuyorsa, ne ölçüde yararlı olacağı kuşkuludur. Çünkü, felsefe terminolojisi bir dilin felsefe terminolojisidir ve bir dilde kullanılarak işlev bulur. Terimleri dilden soyutlamak, onları "yaşam buldukları" ortamdan ayırmak değil midir? Felsefe terimleri dağarcığını zenginleştirmekle sonuçta yapılan Türkçe'yi kavramsal yönden zenginleştirmek olmaz mı? Kaldı ki, terimlerin yetersiz olmasının o terimlerin içinde bulunduğu dili kullananlarda kavramsal alanda bir sınırlamaya neden olması da kaçınılmaz gibi duran bir vargıdır. Çünkü soyut kavramlar düzeyinde düşünce dile bağımlıdır. Eğer dil kimi ayrımları veremiyor ve kimi kavramları karşılayamıyorsa, o dilde düşünmek durumundaki birey de aynı ayrım ve kavramları düşünemiyordur. Bunun o dilde üretilecek felsefe düşününü ve o dili kullanma durumundaki felsefecileri kısıtlayış biçimi küçümsenemez. Giderilmesine çaba gösterilmesi gereken de bu kısıtlamadır. Yoksa, Türkçe'nin sözdizimi veya mantıksal yapısının felsefe düşüncesini engellemesi gibi çok daha ağır nitelikte bir sorun bulunduğunu bugün ciddiyetle savunan herhalde pek kimse yoktur. Tersine, Türkçe "mantıksal" yapı ve kuralları olan bir dildir. Ayrıca, yapı olarak "analitik" olmak, bir dilin daha mantıksal veya daha analitik bir düşünce üretimi sağlayacağını içermez. Dolayısıyla Türkçe, analitik bir yapıya sahip olmamakla bir şey yitirmek durumunda da değildir.
Sorunu ister Türkçe'nin sözdağarcığında, ister felsefe terminolojisinde görelim, asıl önemli olan konu, eksikliği nasıl gidermemiz gerektiğidir. Tutulabilecek yollardan biri, yabancı terimleri Türkçe'nin ses yapısına uydurarak kullanmak ve öylece benimsemektir. Bu yolla Batı felsefe terminolojisinin önemli bir bölümü Türkçe'ye aktarılmıştır ve bu aktarılan yabancı sözcüklerin kimi o denli uluslararası ve "dillerarası"dır ki (örneğin: a priori, idea), belki de Türkçe'de de oldukları gibi saklanmaları yeğlenmelidir. Ya geri kalanlar? İçinde bulunduğumuz evrede Türkçe'ye yeni terimler kazandırmak için çalışmalar yaparken yaygın olarak benimsediğimiz amaçlara uygun olarak bu "devşirmeci" yolu artık tutmuyor, hatta bu yolla Türkçe'ye girmiş yabancı terimlerin büyük bir bölümünü de Türkçe kökenli olanlarla değiştirmeye çaba gösteriyoruz. Dolayısıyla, çabalar bu aşamada bir öz Türkçe felsefe ve soyut terimler dağarcığı yönünde yoğunlaşmaktadır. Bu ise, üç değişik yoldan yapılabilir ve bu üç yol da aynı tutarlı sonuca götürmediğinden bunlardan yalnız birinin seçilerek terim üretme çabalarının o yol üzerinde yoğunlaştırılması, tutarlı bir terminolojinin gereği olacaktır.
a) Günlük dildeki sözcüklerin, bu doğal anlamların yanı sıra teknik anlamlar da kazanmalarını bekleyebilir ve felsefe yazılarında kullandığımız terimleri bu gelişim doğrultusuna uygun olarak seçer, onu özendirebiliriz. Bu, felsefede öncülük yapmış dillerin felsefi terimleri kazandıkları (devşirmeci yol yanı sıra) başlıca yoldur ve dilin doğal gelişimi açısından belki de en sağlıklısıdır. (Felsefede öncü olmamak felsefede önemli varlık göstermemeyi içermez. Örneğin Almanca Leibniz'in çağında bile felsefi açıdan –bugünkü Türkçe'miz gibi– yetersizdi. Bu nedenle Leibniz yapıtlarını Latince ve Fransızca yazmıştır. Bu konuda, Profesör Nusret Hızır'ın Felsefe Yazıları adlı kitabının 194. ve 195. sayfalarında da bilgi bulabiliriz.)
Bu yolun, bugünkü evrede, Türkçe'nin felsefe terimleri ve soyut sözcüklerinin zenginleşmesi yönünde pek de yeterli olamayacağı söylenebilir. Çünkü bu, her şeyden önce, daha yavaş bir gelişimi içerir. İkinci olarak ise, bu yol yalnızca bir "kavrama karşılık bulma" yolu değil, aynı zamanda bir "kavram oluşturma" yoludur. Çünkü böyle bir gelişmede, doğal bir sözcük, anlamını bir yönde geliştirerek bir kavram doğurur. Böylece doğan bir kavram başka dillerdekilerle çakışmayabilecektir. Türkçe'de bir yandan böyle bir gelişmenin meydana gelmesi olumludur; ancak şu sıradaki koşullar bağlamında bu gelişme sorunumuzu tek başına çözemez. Türkiye'deki felsefecilerin sorunu, özgün felsefe ürünü veren başka dillerin zengin felsefe ve soyut kavram dağarcıklarından yararlanarak oluşturdukları düşün boyutlarını Türkçe'de anlatıma dökmekle ilgilidir. Yani, bu aşamayı, Türkiye'deki felsefeciler için kavramların terimlerden daha çok olduğu bir durum olarak belirleyebiliriz. Bir başka deyişle, koşullarımızın bizi zaten doğal gelişmenin dışına kaydırmış olmasından ötürü, aradığımız çözümün de doğal gelişmeyi aşması, ancak yine doğal olacaktır. Yani bu aşamada dilin ilgili yönünün kendi devimseli aşılarak yapay yöntemlerle geliştirilmesi "meşru"dur. Türkçe'nin felsefi düşünceyi daha iyi bir anlatımla verebilmesi için bu dilin kurallarına uygun yeni terimler önermek, ele aldığımız sorunun başlıca çözüm yoludur. Sevindirici olan, felsefecilerin önemli bir çoğunluğu arasında bu çözüm üzerinde görüş birliği bulunmasıdır.
Bu noktada başka bir seçimle karşılaşıyoruz. Batı dillerinin felsefe terimlerini Türkçe'de karşılamak için yeni terimler üretirken tutulabilecek (en az) iki değişik yol söz konusu edilebilir:
b) Karşılanan yabancı terimin kökbilimi (etimolojisi) temel alınarak, terimin geçirdiği evreler ve yüklendiği çağrışımlar da göz önünde tutulmak koşuluyla, kökünün anlamını Türkçe'de karşılayan bir sözcük veya kökten, amaçlanan Türkçe terimi türetmek.
c) Karşılanan terimin kökü ne olursa olsun, şu anda taşıdığı felsefi anlamın bir çözümlemesi yapılarak, amaçlanan terimi, bu anlamı Türkçe'de veren bir kök veya sözcükten türetmek.
Bu iki yolun, karşılanacak aynı terim için değişik öneriler getirmeleri olağandır. Nedeni de, bir sözcüğün, özellikle Batı (Hint-Avrupa) dillerinde, ilerki aşamalarda kazandığı anlamın kökününkinden önemli ayrılıklar gösterebilmesidir. Dolayısıyla, bir Batı dilindeki herhangi bir terimin bu aşamada kazandığı anlam, bu terimin kökünün tarihsel olarak taşıdığı anlamın gölgesinde kalmayacaktır. Oysa, Türkçe'de kökler anlamlarını çok daha canlı bir biçimde korurlar. Bu nedenle, (b) yoluyla türetilen bir terimi, kazandığı son anlamıyla "tutturmakta" güçlük çekilebilecektir. Eğer (b) ve (c) yolları aynı sözcük için ayrı karşılıklar üreteceklerse, bunlardan hangisi yeğlenmelidir?
(b) yoluyla türetilen Türkçe karşılık çok daha "renkli" olma şansını taşır. Karşıladığı terimin semantik boyutlarını, mecaz ve çağrışım olanaklarını da koruyabilecek, ona yakın çok anlamlılık ve kaypaklık özelliklerine sahip olacaktır. Başka bir deyişle, bu yol izlenerek türetilen sözcüğün sağlayabileceği edebi boyutlar daha geniş olacaktır. Öte yandan, (c) yolu temel alınarak türetilecek bir karşılık daha kuru ve çağrışımları daha az olan bir terim olacaktır. Anlamının tek ve daha keskin olmasının yanı sıra kendine özgü bir semantik nitelik taşıyacaktır. Kısacası, bu ilkeye göre türetilen terimler mantıksal yönden daha saydam olacaklardır. Felsefede düşüncenin mantıksal sağlamlık ve keskinliğini öne alan yaklaşım açısından (c) ilkesi tutulması gereken yolu belirlemektedir.
Yine de, bir terimin kazanılıp kazanılmadığını sonuçta belirleyen, önerilen sözcüğün karşıladığı kavramı saydam ve keskin olarak verebilmesi değil, terimi kullanacak olanların onu benimsemeleri, yani terimin "tutması"dır. Buna bağlı olarak, felsefe terimlerine katkıda bulunanların sorumlulukları önerdikleri terimlerin kullanımında onay bulmamasıyla kalkacak, tutması durumunda ise sürecektir.
Bu kitapta kullandığım terimler için TDK Felsefe Terimleri Sözlüğü'nü ve TDK Türkçe Sözlük'ü temel aldım. Bu kaynaklarla tutarlılık sağlayamadığım bir kullanım "anlık" ve "anlak" sözcükleriyle ilgili. TDK, zihin (mind) için "an" sözcüğünü, zekâ (intelligence) için "anlak", müdrike (understanding) ya da anlayış gücü için "anlık" sözcüklerini öneriyor. Zihin için "anlık" sözcüğü genel kullanımda "an"a göre daha çok yerleşiklik kazandığından bu uygulamayı izledim. "Anlak" sözcüğünü ise anlayış gücü (understanding) anlamında kullanıyorum. Kitabın sonundaki sözlük kimi terimlerin buradaki kullanımlarını genel kullanım çerçevesinde belirlemeyi ve okura böylece yardımcı olmayı amaçlıyor...