Sonsöz, s. 183-87
Ortalıkta söylenene bakılırsa, düşünceleri ya da düşünce dizgelerini gevşekçe, mektuplarda, telefon konuşmalarında, yemekte söyleşirken ele almak olanaklıysa da biçimlerini, sonuçlarını, benimsenme nedenlerini açıklamanın upuygun biçimi bir yazı ya da kitaptır. Yazıda (kitapta) bir baş, orta, son vardır. Bir serim, gelişim, bir sonuç vardır. Bundan sonra düşünce (dizge) bir derleyicinin kutusundaki ölü kelebekler ölçüsünde açık, iyice tanımlanmış olur.
Oysa düşünceler, tıpkı kelebekler gibi, yalnızca varolmakla kalmaz; gelişir, başka düşüncelerle ilişkiye girer, etkide bulunurlar. Bütün fizik tarihi, ilkin Parmenides'in dile getirdiği, değişimin kimi nesneleri etkilemediği varsayımına bağlıdır. Sayıltı hemencecik dönüştürülmüştür: eşitliğin korunumu Varlığın korunumundan alabildiğine uzaktır. Bir yazının ya da kitabın sonu, sonmuş gibi dilegetirilse de gerçekten bir son değil, aşırı ağırlık kazanmış bir geçiş noktasıdır öyleyse. Klasik bir ağlatı gibi, engellerin olmadığı yere bir engel diker.
Çağcıl tarihçiler (gerek bilimi gerek başka alanları konu edinenleri) başka yanılgılar da saptamıştır. Bir bilim yazısındaki betimleme düzeninin bulgulama düzeniyle ilgisi pek azdır; tek tek öğelerin kimileriyse düpedüz uyduruktur. Bu yazarların yalan söylediği anlamına gelmez. Özel bir örüntüye zorlanınca, bellekleri değişip gerekli (ama uydurma) öğreniyi sağlar.
Artık denemenin, araştırma yazısının, özellikle de ders kitabının eski ağırlığını bayağı yitirdiği alanlar var. Bunun nedeni, araştırmacı sayısının yüksekliğiyle araştırma sonuçları selinin, değişim oranını çoğu kez bir yazının daha basılmadan eskimesine yol açacak ölçüde artırmasıdır. Araştırmanın öncülüğü toplantılarla, yayıncıya gönderilen mektuplarla (Physical Review Letters'a bakınız), fakslarla belirlenmektedir. Yazılarla ders kitapları, arkadan sallana sallana gelmeleri bir yana, arasıra basbayağı biçimsizleşen bu söylem biçimi olmaksızın anlaşılamaz bile.
Felsefeciler en aşırı karmaşaların ardında açık seçik ilkeler bulabilmekle övünürler. "Yunan sağduyusunun dünyası" (böyle tek bir dünya vardıysa) Parmenides yazdığı sıralarda oldukça karmaşıktı. Bu onu gerçekliğin başka, yalın, düşünceyle kavranabilir olduğu koyutunu ortaya koymaktan, üstelik kanıtlamaktan alıkoymadı. Çağcıl felsefe, bu bakımdan daha güvençsiz olmakla birlikte yine de karmaşık olayların ardında açık yapılar bulunduğu düşüncesini korur. Birtakım felsefeciler (ama toplumbilimciler, ozanlar bile) metinlere buna uygun biçimde yaklaşır; mantıkça onaylanabilir bir yapının parçası durumuna sokulabilecek bileşenler arayıp bu yapıyı geri kalanları yargılamakta kullanırlar.
Bu girişim başarısızlığa yazgılıdır. İlkin, bilgiye önemli katkılarda bulunan bilimlerde karşılığı bulunmamasından ötürü. İkincileyin, "yaşam"da karşılığı olmamasından ötürü. Yaşam, sıradanlığını sürdürdükçe, diyeceğim insanlar işine gücüne baktıkça, metinleri birörnek okudukça, köklü bir biçimde zorlanmadıkça oldukça açıktır. Sıradanlık bozulunca açıklık çözülür, tuhaf düşünceler, algılar, duygular baş gösterir. Tarihçiler, ozanlar, sinemacılar bu gibi olayları betimlemiştir. Bir örnek: Pirandello. Bu yapıtlarla karşılaştırıldıkta, mantık güdümlü denemeler bir Barbara Cartland romanının gerçekdışılığını paylaşır. Yapıntıdırlar ama açılımlar getirmeyen türden bir yapıntı.
Platon düşüncelerle yaşam arasındaki uçurumun söyleşiyle aşılabileceğini düşünmüştü – kendisince, geçmiş olayların yüzeysel bir anlatımı olan yazılı söyleşiyle değil değişik ortamlardan gelen kişiler arasında gerçek, sözlü bir alışverişle. Söyleşinin denemeden daha esinleyici olduğuna ben de katılıyorum. Savlar, uslamlamalar üretebilir. Savların, uslamlamaların işin içinde olmayanlar ya da başka bir okuldan uzmanlar üzerindeki etkilerini gösterebilir, bir denemenin ya da kitabın gizlemeye çalıştığı açık uçları ortaya serer, en önemlisi yaşamımızın en sağlam olduğuna inandığımız parçalarının kuruntuluğunu tanıtlayabilir. Sakıncalı yanı, bütün bunların yaşayan kişilerin, gözlerimizin önündeki eylemlerinde değil, kâğıt üzerinde yapılması. Yine bir tür arıtkan etkinliğe katılmaya çağrılıyoruz, başka sözler kullanırsak, yine yalnızca düşünmeye çağrılıyoruz. Yine, "salt" bilgi de içinde olmak üzere, yaşamlarımızı gerçekten biçimleyen düşünce, algı, duygu arasındaki savaşlardan çok uzağız. Yunanlıların elinde gerekli yüzleşmeleri üreten bir kurum vardı – oyun. Platon oyunu yadsıdı, böylece kültürümüzün bunca bölümünü etkileyen us düşkünlüğüne elinden gelen katkıyı yaptı.
Bu kitaptaki söyleşiler pek çok bakımdan eksiktir. Bu özellikle ikinci söyleşi için geçerlidir. Gerçekten söyleşi değil, umarsız bir kurbana yönelik bir yergidir. Konular (alaya aldığım) özgünlük, (karşı çıktığım) bağlanma, her türlü bağlanımın kuyusunu kazan, terimlerin bulanıklığı ile uzmanların bilgisizliği. Yıldız falcılığından örnekler kullanmam yanlış anlaşılmamalı. Yıldız falı beni illet ediyor. Gelgelelim aralarında Nobel Ödülü kazananlar da bulunan bilginlerin, uslamlamasız, yalınkat bir yetki gösterisiyle saldırısına uğramıştır, bu bakımdan da savunulmayı haketmiştir. Hekimlik, söyleşiyi yazdığımdan beri biraz ilerlemiştir ama başka hekimlik dizgeleriyle karşılaştırıldıkta Batı hekimliğinin (ben kuşkuluyum ya, böyle tek bir dizge varsa) etkileri bugün de bilinmiyor. Sınırlı alanlarda bölük pörçük belgeler var elimizde, genel bir görünüş yok. Dolayısıyla Batı hekimliğinin ne yaptığını söyleyebiliriz; bütün öteki hekimlik dizgelerinden üstün olduğunu söyleyemeyiz. İlk söyleşi sanırım en iyisidir. Berkeley'deki topluçalışmalarımdaki durumu yansıtır; Dr. Cole'un benimle pek az ilgisi var ama kişilerin kimilerini (adı sanıyla şudur denemese de) kimi olağanüstü öğrencilerime borçluyum.
Söyleşiler çok genel, uzmanca olmayan anlamda felsefidir. Dahası yapıbozucu bile denebilir, ama kılavuzum Derrida değil, (Karl Kraus'un okuduğu biçimiyle) Nestroy olmuştur. İtalyanların Repubblica gazetesi için yapılan bir görüşmede sormuşlardı: "Doğu Avrupa'daki yeni gelişmeler konusunda ne düşünüyorsunuz, felsefe bu konularda ne söyleyebilir?" Orada verdiğim karşılık tutumumu biraz daha iyi açıklayacaktır sanırım. "Bu ikisi bambaşka sorular," demiştim. "İlk soru duyguları, önyargıları, alıklıkları olan, yaşayan, az çok uygun biçimde düşünen bir insana, diyeceğim bana yöneliktir. İkinci soruysa varolmayan birşeye, soyut bir yaratığa, 'felsefeye' yöneliktir. Felsefe bilim ölçüsünde bile bir bütün değildir. Ya birbirini pek az bilen ya da birbiriyle dövüşen, birbirini küçümseyen felsefe okulları vardır. Bu okullardan kimileri, örneğin mantıkçı deneycilik, günümüzde ortaya çıkan sorunlarla pek de ilgilenmemiştir; üstelik gelişmelere eşlik eden dinsel duygulardaki artıştan pek de hoşnutluk duymayacaklardır (kimi Güney Amerika ülkelerinde din, özgürlük savaşının ön sıralarındadır). Başkalarının, örneğin Hegelcilerin, acıklı olayları betimlemek için uzun aryaları vardır, kuşkusuz şimdi de bu aryaları söylemeye başlayacaklardır – ne işe yarar, kimse bilmez. Ayrıca bir kişinin felsefesiyle siyasal davranışı arasında sıkı bir bağ olduğu seyrek görülür. Frege mantık ile matematiğin temelleri konusunda keskin bir düşünürdü – ama günlüklerinde boy gösteren siyasa en ilkel türdendir. Sorun da burada; bugün Doğu Avrupa'da, daha az görünür olmakla birlikte yeryüzünün başka bölümlerinde olup biten olaylar, daha genel olarak, insanların karıştığı bütün olaylar düşünsel kalıplara sığmaz – tek tek hepimiz, birey olarak, tepki vermeye, belki de tutum takınmaya zorlanıyoruz. Tepkiyi veren kişi insancıl, sevecen, bencillikten uzak biriyse, tarih, felsefe, siyasa, dahası temel fizik (Sakharov!) bilgisi yararlı olabilir, çünkü o kişi o bilgiyi insancıllıkla uygulayabilir. 'Olabilir' diyorum – çünkü iyi kişiler çürük felsefelere kapılmış, eylemlerini yanıltıcı, sakıncalı bir biçimde açıklamışlardır. Bir örneği Czeslaw Milosz'tur, onu Akla Veda'da tartıştım. Çinli gök fizikçisi, yönetim karşıtı Fang Lizhi bir başkası. Özgürlük savaşını 'ırkı, dili, dini, öteki inançları gözönüne almayan' evrensel haklara dayanarak temellendirmeye çalışıyor. Fiziksel evren, diyor, bir 'evrenbilim ilkesi'ne uyar – içindeki tek tek yerlerin, tek tek yönlerin hepsi bütün öteki yerlere, yönlere eşdeğerdir; tıpkısı, diyor, aktöre evreninde de geçerli olmalıdır. Bu yine eski evrenselleştirme ilkesi, nereye götürdüğünü burada çok açık biçimde görüyoruz. Çünkü bir yüzün ırksal özelliklerini 'gözönüne almazsak', ağzından çıkan seslerin tartımına ilgi göstermezsek, konuşmaya eşlik eden özel, kültürce belirlenmiş devinimleri çıkarırsak, artık elimizdeki yaşayan bir insan değil bir tuhaf yaratık olur, böyle bir yaratıksa ölüdür, özgür değildir. Ayrıca fiziksel evrenin aktöreyle ne ilgisi var? Bilinircilere uyarak evreni bir zindan sayalım, bu durumda aktöremizi onun zindansı özelliklerine mi uyarlamamız gerekecek? Doğru, Bilinircilik bugün gözde değil – ama en son buluşlar 'evrenbilim ilkesi'nin de pek yakında geçmişlere karışacağını gösteriyor. Öyle olunca aktöremizi değiştirmemiz mi gerekecek? Sağduyulu bir felsefe, onu insancıl bir biçimde kullanacak sağduyulu bir kişiyi binde bir bulur. Vaclav Havel bunun bir örneği, gelişme karşısında zorlananın 'felsefe' değil, tek tek bütün kişiler olduğunu açıkça gösteriyor. Çünkü, yinelersek, iyice tanımlanmış, bağdaşık bir etkinlik alanı olarak 'felsefe'nin varlığı, 'bilim'in varlığından ne daha az ne daha çok. Sözcükler var, kavramlar da var, ama insan varoluşunda kavramların gerektirdiği sınırların izi yok."