13x19 cm, 144 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Akdeniz İnsanlar ve Miras, 1991
Akdeniz, 2007
Bellek ve Akdeniz, 2007
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Fernand Braudel, "Deniz"den, s. 31-41

Deniz. Onu bir eski çağ adamının gözü ile canlandırmaya, görmeye çalışmalıyız: Bir sınır, ufka kadar uzanan bir engel, insanın her anını tutsak eden, gözünün önünden gitmeyen, olağanüstü, gizemli bir sonsuzluk. Daha düne kadar, yani bugün artık anlamsız görünen ilk hız rekorlarının kırılmaya başladığı buhar çağına kadar –Şubat 1852'de Marsilya-Pire limanları arası 9 gündü– deniz, eski yelkenlilerle rüzgârların keyfine kalmış gemilerin ölçülerine göre hep uçsuz bucaksız görünmüştür; bu gemiler Cebelitarık'tan İstanbul'a iki ayda, Marsilya'dan Cezayir'e ise en az bir, çoğu zaman iki haftada varırlardı.

O zamandan bu yana Akdeniz her geçen gün, tuhaf bir biçimde biraz daha ufaldı: Günümüzde Akdeniz'i kuzeyden güneye uçakla geçmek bir saat bile sürmez. Tunus-Palermo arası otuz dakikadır: Yola çıktıktan az sonra, Trapani Sicilya tuzlalarının ak renkli şeridini aşar aşmaz oradasınız. Kıbrıs'tan havalanıyorsunuz, morla karışık kara kütlesiyle Rodos'u görüyorsunuz ve göz açıp kapayıncaya kadar Ege Denizi, gün ortasına doğru renkleri turuncuya çalan Siklat adaları; bunları seçmeye vakit kalmadan bir de bakıyorsunuz ki Atina'ya gelmişsiniz.

Bugünkü Akdeniz'i bir göl durumuna getiren bu görünümden tarihçi her ne pahasına olursa olsun uzak kalmalıdır. Yüzeylerden söz ettiğimize göre, unutmayalım ki Augustus ve Antonius'un Akdeniz'i ya da Haçlılarınki, hatta II. Felipe'nin donanmasının gezdiği Akdeniz'in boyutları, bugünün hava ya da deniz yolculuklarının bizim kafamızda uyandırdığı boyutların yüz katı, bin katıdır. Tarihteki Akdeniz'den söz etmek, ona gerçek boyutlarını vermek, onu sınırsız düşünmek demektir; üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır bu. Eskiden Akdeniz tek başına bir evren, bir gezegendi.

Sınırlı Bir Besin Kaynağı

Akdeniz ülkesinin zenginliklerine denizin katkısı büyüktür ama ona günlük yaşamında bolluk sağlamaz. Kıyılarında insanlar görülmeye başladığından, daha doğrusu Eski Dünya'nın tarih öncesi çağlarından beri, balıkçılık ona "deniz ürünlerini" (frutti di mare) sağlamaktan geri durmamıştır; çünkü balıkçılık, dünyanın kuruluşu ile yaşıt bir uğraştır. Ama Akdeniz'de bu ürünler çok bol değildir. Akdeniz'de ne Kuzey Denizi'ndeki Dogger Bank'ın zenginlikleri ne de Newfoundland'in, Kuzey Japonya'nın Yeso'sunun ya da Moritanya'nın Atlantik kıyılarının zengin balık yatakları vardır.

Gerçekte Akdeniz bir biyolojik yetersizliğin tutsağıdır. Kıyı suları çok derindir; deniz canlılarının gelişip hızla çoğalmaları için gerekli sığ alanlardan yoksundur. Sonra çok eski bir deniz olduğu için, uzun ömrü boyunca içindeki yaşamsal ana maddeler açısından fakirleşmiştir; plankton denen mikroskobik hayvancık ve bitkiler Akdeniz'in sularında azalmış olduğundan türler bu temel besini bulmakta güçlük çekerler. Ayrıca bu içdenizin bundan binlerce yıl önce, ikinci zamanda Antil Adaları'ndan başlayarak enlemler boyunca dünyanın hemen hemen tümünü saran çok büyük deniz kuşağının –jeologların Thetis'inin– bir kalıntısı olduğu da bilinmektedir. Bugünkü Akdeniz ise bu kuşağın ufak bir parçasıdır. Bu denizin biyolojik bakımdan zengin olmamasını, onun bu efsaneleşmiş yaşamına bağlamak yerinde olur; üstelik Cebelitarık Boğazı Akdeniz'in Okyanus'la karışıp sularını tazelemesi için yeterli değildir.

Kısacası Akdeniz sularının fauna bakımından yoksul olduğu açıktır. Atlantik balıkçılarının sürtme dedikleri dip ağlarından boşaltıp güverteye yığdıkları iri balıklar, Akdeniz'de, tek tük istisnalar dışında hiç görülmeyen bir manzaradır. Bu yüzden Akdeniz balıkçı tekneleri, Cebelitarık'ın dışına çıkmayı yeğlerler ve Okyanus onları hiçbir zaman düş kırıklığına uğratmaz.

Oysa normal olarak Akdeniz'de balık çeşidi boldur ama balık bol değildir. Tutulan balık az da olsa, deniz tükenme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bir uzman olan Nino Caffiero'nun dediğine göre: "Bir gün gelecek Akdeniz'de balık avı yasaklanacak ve bu deniz, içindeki türlerin korunması ve kurtarılması için bir zooloji parkına dönüştürülecektir". Bu sözler boş değildir, tutkulu bir ekoloji uzmanının düşü de değildir. Örneğin, beş metre boyunda, sırt yüzgeci yelkene benzeyen, upuzun burnu bir kılıçla son bulan nefis bir balık, kılıç balığı (Xiphias Gladius) eskiden Mesina boğazında çok ilginç bir şekilde zıpkınla avlanırdı. Bu av, eski çağlardan beri tuhaf teknelerle yapılagelmiştir. Teknenin burnunda denize uzanan bir iskelesi olur, bu iskele üzerinde de bir gözcü bulunur. Kılıç balığı, yumurtlama dönemi dışında, o da yılda bir kez, derin sulardan pek ayrılmaz, o yüzden de güç bulunur. Oysa son yıllarda Japon balıkçıları kılıç balığını derin sularda avlamaya başladılar, hem de yıl boyunca. Artık kılıç her mevsim bulunur oldu ama bu eşsiz balığı bir süre sonra hiç bulamayacağız.

Şimdi Akdeniz ülkeleri bu içdenizi ciddi bir şekilde tehdit eden her çeşit kirlenme ve bozulmaya karşı korumayı düşündüklerine göre bir "deniz parkı" tasarısı düş olmaktan çıkıyor. Bilinen şu ki bu parkta ne tuzlalar yasaklanacak, ne Tunus kıyılarındaki sünger avı, ne de Sardinya ve Kuzey Afrika kıyılarındaki mercan avı. Mercan avı yüzyıllardır yapılır, çok aranan bir mal olan mercan bugün bile atölyelerde işlenir, özellikle Torre del Greco atölyelerinde. Eskiden Çin'e, Kara Afrika'ya dek gönderilir, satılırdı. Bu ticaret bugün de dünyanın her yerinde sürüp gitmektedir. Kimi Orta Afrika bölgelerinde mercanın hâlâ para yerine kullanıldığını biliyoruz.

İçdenizin bütün limanlarında sürüp giden zanaat tarzında yürütülen bu avı özel bir izine bağlamak mı gerekecektir? Evet, kuşkusuz. İlkel koşullar içinde sürdürülen bu geleneksel avın verdiği zarar çok sınırlıdır; bir kayık, iki ya da üç adamla üstesinden gelinir; modern tekneler çok nadir görülür. Köylü kendi köyünün toprağını nasıl tanırsa bu balıkçılar da kendi limanlarının açığındaki denizi öyle bilirler. Sarı hani, dülger balığı, dilbalığı, kalkan, barbunya, kefal, mezgit gibi balıkların hangi noktalarda bulunduğunu, sardalya ya da hamsinin (bunlar aynı zamanda orkinos oltalarında yem olarak kullanılacaktır) açıkta nereden çekileceğini çok iyi bilirler. Köylü tarlasını nasıl işlerse bu balıkçılar da denizi öyle değerlendirirler, köyün limanından ya da koyundan pek uzaklaşmazlar. Buralarda avlanan balıkçı başını kaldırsa kıyıdaki evini görür. Zaten kıyıdan uzaklaşması, balık yataklarından da uzaklaşması demektir. Bir zanaatçi nasıl hep aynı usulle çalışırsa, bu balıkçılar da hep eski yöntem ve araçları kullanırlar, ağ, sepet, palanka (denize çakılmış kazıkların oluşturduğu engel), lamparo (Provence dilinde balıkçı feneri) gibi. "Dün çıralı bir odun yakıp ışık yapıyordu, bugün karpit lambası ya da elektrik feneri" kullanıyor. Işık kaynağı değişmiş, ilke değişmemiştir. Yunan kıyılarında ve herhalde başka yerlerde de korsan balıkçılar, kıyı koruma teşkilâtını atlatıp dinamit kullanırlar: Pek dürüst bir hareket değildir bu, ama eskiden beri yapılagelmektedir. Güneşte kalmaktan, ıslanmaktan, su üstünde hareketsiz duran teknenin motor gürültüsünden ya da her nasılsa palankaya dalmış bir murananın çırpınmalarından rahatsız olmayan biri için, günü gününe yaşayan bu balıkçılarla birlikte olmak bugün de kolayca elde edilebilecek bir mutluluktur.

Fakat bu balıkçının yaşamı yalnız teknesinde, oltalarıyla ağlarının arasında geçmez. O aynı zamanda bahçesini ve tarlasını işleyen deneyimli ve dikkatli bir köylüdür. İki işi birden yürütür, kendisine ve ailesine ancak böyle bakabilir. Hem denizi hem toprağı işlemek zorundadır. Kentlere göçe zorlanan Yunanlı balıkçılar köydeki tarlalarından yoksun kalınca zor duruma düşmüşlerdir. Fransız Hükümeti 1872'de on kadar Breton balıkçı ailesini Cezayir'e iki adım uzaklıktaki Sidi Ferrus Yarımadası'na yerleştirmişti. Hepsi kaçtı. Yine aynı tarihlerde Bône yakınlarındaki Herbillon'a yerleştirilen Korsikalı balıkçılar oralarda kaldılar ama "toprağa dönüp sebze yetiştirmeye başladılar, köyleri zenginleşti, durumları düzeldi".

Ne derseniz deyin, nasıl avlanılırsa avlanılsın, Akdeniz balıkçılığı görünüşte çok renkli olan balık pazarlarını besleyecek kadar verimli değildir. Bir Venedik lokantasında "orata ai ferri" ya da "in cartoccio", yani ızgara ya da kâğıtta pişmiş balık çoğu zaman gölden, çok nadir olarak da Adriyatik'ten gelir, ama yediğiniz dilbalığı ya da ıstakozun Atlantik'ten geldiğine hiç şüpheniz olmasın. Ağzının tadını bilenler için şimdilik Dalmaçya kıyılarının kaya barbunyasını ve Cezayir'in pembe karidesini bulmak kolaydır. Akdenizliler bunları sık sık yiyemezler. Halkın sofrasında baş köşeyi tutansa tartışmasız kuzeyden ithal edilmiş morina balığıdır.

Zaman Zaman Bereketli Avlar

Yine de verimli yerler vardır. İstanbul Boğazı, Bizerte Gölü girişi, Comacchio lagünündeki balık yatakları ya da kefalin ve yılan balığının bol olduğu Berre Gölü dalyanları, sözünü ettiğimiz verimsiz suların dışında kalır. İstanbul'da Galata Köprüsü altında satılan renk renk, çeşit çeşit balıkları seyretmek insanda hayranlık uyandırır. Bu manzaranın bu kadar canlı bir anı olarak yaşaması bile benzerine sık sık rastlanmadığını kanıtlamaz mı?

Akdeniz'de en verimli av, bugün artık azalan, belki de yok olmaya yüz tutan, kimi ayrıcalıklı bölgelerde, üç-dört hafta gibi kısa bir sürede yapılan orkinos avıdır. Oysa 16. yüzyılda orkinos avı, örneğin Portekiz'in güney kıyılarında Algarve sularında (Akdeniz dışında) ya da gözcülerin davul sesleriyle kıyı köyleri toptan seferber olan Endülüs'te ve Provence sularında bugüne göre çok daha büyük önem taşıyordu. 16. yüzyılın sonunda Provence'lı bir yazar ülkesini övmek için şöyle der: "Marsilya limanında eskiden bir günde sekiz bin orkinos yakalandığını biliyorum." Bugün ne Marsilya açıklarında orkinos, ne de Rhône nehri girişinde eskiden bol olan mersin balığı kaldı.

1923'te Dr. Charcot'nun yönetiminde yapılan "Neden olmasın?" adlı, birçok soruyu aydınlatan inceleme gezisinden bu yana orkinosların durumu bilimsel bir açıklamaya kavuştu. Orkinoslar eskiden sanıldığı gibi Atlantik'ten gelmiyorlar. Mayıs, haziran aylarından sonra yumurtlama dönemleri gelinceye dek Akdeniz'in pek derin olmayan sularında dağınık yaşıyorlar. Sonra, yumurtlamak için en sıcak ve en tuzlu sulara göçüyorlar, balıkçılar da tuzaklarını buralara yerleştiriyor. Oysa Akdeniz kıyılarında, bir yandan bitki örtüsünün yer yer yok olması yüzünden tatlı sular doğrudan denize akıyor, öte yandan kentlerden denize akan kirli sular korkunç miktarlara ulaşıyor. Bu nedenlerle, tuzluluk derecesi normalin üzerinde olan bu doğal balık yatakları kuruyor.

Bugün, mevsimi gelince, daha çok Sardinya-Sicilya-Tunus üçgeni içindeki sularda Akdeniz'in bütün orkinosları toplanır ve burada avlanırlar. İki sıra tekneye asılı orkinos ağları (tonnara'lar) denizin dibine kadar indirilir. Bu ağların oluşturduğu bir çeşit koridorda kalan orkinoslar dalyana doğru ilerleyip ölüm odaları diye adlandırılan madeni sepetlere girerler. Buraya sıkışan orkinosların tek tek öldürülmesi kanlı bir kıyıma dönüşür, kana bulanmış suların içinden o koca balıklar "vinçlerle çıkarılıp sığırlar gibi çengellere asılır".

Orkinos avı çok eski bir deniz "endüstrisi"dir. Bu işe ilk girişenlerin Fenikeliler olduğu söylenir. Yunanlılar da orkinos avcısıydılar. Aiskhulos, Salamis savaşını anlatırken sanki bir orkinos avı sahnesini canlandırır: "Kanlı cesetlerden bir yığının altında deniz görünmez olmuştu, Yunanlılar ağa düşmüş orkinoslara benzeyen Persler'e saldırıyorlar, ellerine geçirdikleri kırık kürek ve enkaz parçaları ile onların böğürlerini parçalıyorlardı." Yakalama yöntemlerinin Araplar'ca geliştirildiği söylenir. Kullanılan sözcükler Arapça kökenlidir. "Madrague" denilen orkinos dalyanı, Arapça "al-mazraba"dan gelir, etrafı çevrili yer anlamınadır. Orkinosların ağa girişini müjdeleyen şarkı "chaloma" Arapça "salâm"dır, balıkçıların başına ise "reis" denir, bu da bilindiği gibi İslâm'da gemi kaptanlarına verilen addır.

Orkinos avı büyük serüven olmakta devam ediyor; bölge insanlarının hepsi bu ava katılır, çünkü verimli bir avdır. Ama bu istisna temel kuralı bozmaz; Akdeniz balıkçılık konusunda fakir bir denizdir. Akdeniz'de tutulan balığın toplamı, tek başına Norveç'te tutulan balığın üçte biri kadardır.

Uzaklara Sefer

Deniz sadece bir besin ambarı değildir. Deniz her şeyden önce bir "taşıma yüzeyi"dir. Mükemmel değilse bile yararlı bir yüzey. Gemi, deniz yolu, liman donanımı, ticaret kenti; bütün bunlar büyük kentlerin, devletlerin, Akdeniz ekonomilerinin hizmetindeki araçlardır, onların alış veriş araçları, kısaca zenginlik araçlarıdır.

Gerçek şu ki deniz bir bağlantı yolu olmadan önce, uzun zaman bir engeldi. Gemiciliğin gelişmesi İ.Ö. 3. binyılın ikinci yarısında Mısırlı denizcilerin Byblos'a gidip gelmeleriyle, daha doğrusu 2. binyılda kürek, mahmuz ve omurgası olan Siklat yelkenlileriyle başlar. Bu omurgalı tekneler denize kök salmış gibidir adeta. (Oysa Byblos ile Mısır arasında kıyı kıyı gidip gelen gemiler altı düz teknelerdi.)

Gemiciler uzun zaman çekingen davrandılar, yakın yerlere gidip geliyor, kalktıkları noktadan gözle gördükleri yere kadar açılıyorlardı. Kıyı mükemmel bir yol göstericiydi, gündüz bir kumsaldan öbür kumsala yol alıyor, akşam olunca da tekneyi kıyıya çekiyorlardı.

Bu kıyı denizciliği zamanla gelişmiş, olanaklarını çoğaltmış, büyütmüş ve deniz taşımacılığının temelini oluşturmuştur. 18. yüzyılda bile kayık konvoyları örneğin Napoli ile Cenova, Cenova ile Provence ya da Languedoc ile Barcelona arasında gerekli bağlantıları sağlıyordu. Bugün Ege adaları arasında gidip gelen küçük Yunan vapurları, bu çok eski çağları anımsatır. Kısa mesafe yolculuğunun zaferidir onlar. Akdeniz birbirini izleyen denizlerden ve ufukları sınırlı ayrı bölümlerden oluşan bir denizler bütünü olduğuna göre, bu yakın kıyı denizciliği ona özellikle uygun düşer. Aklı başında denizciler, yani denizcilerin büyük çoğunluğu, içli dışlı oldukları ve trafiğini iyi bildikleri denizlerin dışına çıkmayı pek düşünmezlerdi. Burası onların, girintisini, çıkıntısını, kıyılarını, barınaklarını, uygun rüzgârlarını ve bu rüzgârların beklenmedik değişimlerini iyi bildikleri kendi Akdeniz'leriydi. Bir Yunan atasözü şöyle der: "Malia burnunu geçen yurdunu terketmiş sayılır." Malia burnu Peloponnesos'un güneyinde, Batı'ya açılan sınırsız yollardan önceki son kerteriz noktasıdır.

Eğer denizci bu sınırlı alemle yetindiyse bunun nedeni herhalde alış veriş ihtiyacının çok geniş olmamasıdır. Ama bir diğer nedeni de denizin alışılmış yollarda bile ürkütücü, sürprizlerle ve ani tehlikelerle dolu olmasıdır. Birçok Akdeniz limanında hâlâ, günümüze kadar gelmiş dinsel törenlerde, fırtına ve kasırgaları yumuşatmak amacıyla yıllar yılı yinelenmiş sihirli sözler söylenir. Tehlikelerden kurtulmayı başarmış denizcilerin adakları insanların yüreğinde bu korkuyu yaşatır, bu insanlar denizin kalleşliğini hiçbir zaman akıllarından çıkarmazlar. Batılı denizciler, yüklerini, daha çok da bedenlerini ve ruhlarını Meryem Ana'ya, "Maris Stella"ya, Deniz Yıldızı'na emanet ederler.

Açık denize çıkmaktan, dosdoğru yol almaktan kaçınmaları insanların içindeki bu korkuyu ele verir. Buna zamanla, istisna olarak alışacaklardır, üstelik yalnız önceden bilinen ve belli bir düzenle kullanılan yollarda. Bilinmeyene yönelmekse bambaşka bir şeydir.

Açık denize çıkarak güneye doğru gidip Nil nehrinin deltasına ulaşmayı ilk başaranların Giritliler olduğu söylenir. İthaka'ya gelip kendini Giritli bir satıcı olarak tanıtan Ulysses şöyle der: "Denize açılıp Egyptos'a gitmek geldi içimden... Dokuz gemi donattım, gemici sıkıntısı çekmedim... Bu yürekli kişiler önce altı gün göbek şişirdiler... Yedinci gün yola çıktık, güzel ve tatlı bir poyraz bizi Girit ovalarından aldı, bir ırmağın akıntısında gider gibi süzüldük... Bütün yaptığımız rüzgârı arkamıza alıp dümen tutmak oldu. O güzel Egyptos ırmağına beş günde vardık." Mükemmel denizciler olan Fenikeliler'in de Girit'ten Sicilya'ya, Balear adalarına rota tuttukları anlaşılmaktadır. Çok sonraları Helenistik çağda gemiler uygun rüzgâr bulunca Rodos'tan Mısır'ın İskenderiyesi'ne bazen dört günde gideceklerdir.

16. yüzyılda açık deniz yolculukları artar, Balearlar'dan, Sardinya ve Sicilya adalarına acele seferler başlar. Doğu ile ticaret, içdenizle Kuzey Denizi arasında Cebelitarık yoluyla bağlantı kurulması (1297'de Cenova gemileri Belçika'nın Brugges Limanı ile devamlı ilişki kurmuşlardı) kıyı şeridinden biraz biraz kopan seferlerin sayısını çoğaltmış ve asıl denizin keşfini sağlamıştı. Ama 16. yüzyılda bile açık denize çıkmak, Fransızlar'ın deyimiyle "deniz tarafından yutulmak" bir yürek işiydi; bugün hâlâ öyledir ve ucunda büyük bir çıkar olmadan göze alınmaz. 12. yüzyıldan bu yana bilinen pusula, bu dönemde daha kullanılmıyordu; bunun da tek nedeni, daha önce de söylediğimiz gibi Akdeniz'de hizmetin çoğunun kıyı boyunca kısa seferlerle görülmesiydi: Domuz yağını Toulon' dan, zeytinyağını Hyères adalarından, peksimetini Savona' dan satın almak; Marsilya'nın pazar kayıklarının yaptığı gibi, her limanda durmak, kimi yerde satmak, kimi yerden satın almak; hatta gerekirse bazen Livorno ya da Cenova sokaklarında bağıra bağıra mal satmak. Jean Giono ve Gabriel Audisio –her biri kendine özgü biçimiyle–, Odysseia'nın limandan limana, tavernadan tavernaya anlatılageldiğini, Ulysses'in, Akdeniz denizcileri arasında yaşamayı hep sürdürdüğünü düşler ve günümüz insanının buralarda kendi kulağıyla dinleyebileceği efsanelerle Odysseia'nın doğuşunu ve sonsuza dek sürecek olan canlılığını anlaması gerektiğini düşünürler. İtiraf edeyim ki bu şiirsel ve gerçeğe yakın varsayımlar çok hoşuma gider.

Sonunda merak, serüven, kazanç, devletlerin tutkuları ve ölçüsüz politikaları Akdeniz'in keşfini zorunlu hale getirir, tamamlar. Kavgacı devletlerin ve uygarlıkların ortaya çıkmasıyla deniz engelini aşma, ona egemen olma, düşmandan önce davranıp yolları tutma ve bunları kendine bağlama yarışı başlar. Cenova ve Venedik'in üstünlük çatışmaları sürüp gider. Akdeniz, Hıristiyan ve İslâm âlemleri arasında çekişme konusudur. Askeri seferlerin gerektirdiği gayretler, kadırgaların, mühimmat gemilerinin, atların, insanların bir araya getirilip uzaklara gönderilmelerine harcanan emek ve masrafların nelere mal olduğu kimin aklına gelir? Oysa bu seferler için tehlikeyi göze almak gerekir, çünkü en küçük bir aksilik her şeyi altüst edebilir. 1540'ta Şarlken Cezayir önüne gelir. Denizdeki çalkantı gemileri birbirleriyle tokuşturmaktadır, felâkete uğramaktansa seferden vazgeçer. 1565'te Türkler Malta önünde bir avuç şövalye karşısında yenilirler. 7 Ekim 1571'de Korinthos Körfezi'nde İnebahtı Savaşı'nda 100.000'e yakın insan birbirleriyle çatışır. Bu, o çağın araçları (ve tutkuları) ölçüsünde inanılmaz bir rekordur.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X