Şule Tüzül, "Katlanılmaz olanın ötesinde", altiustukitap.com, 8 Aralık 2025
Kaybetmeye dayanamayacağımız kadar çok sevdiğimiz birini ya da bir şeyi kaybettiğimizde hissettiğimiz acı ve keder tarifsizdir. Keşke hiç yaşamasak böyle kayıplar. Ama hayat… Kayıpla birlikte bir yanımız ölür, kayboluruz, bir parçamızı sonsuza kadar yitiririz. Bu ancak yaşanabilir bir şey, sadece yaşayan bilir denen cinsten, anlatılabilir bir şey değil. Peki edebiyat bu ölmeden ölme halini anlatabilir mi, ne kadarını anlatabilir?
Sanatın farklı alanlarında eserler üreten sanatçı, yazar ve yayıncı Anne de Marcken’in ülkemizde Mart 2025’te Metis Yayınları tarafından yayınlanan romanı Sonsuza Dek Sürüyor, Derken Bitiyor, o yaşamla ölüm arasında kalınan tarifsiz kederin coğrafyasını anlatıyor. Roman, birçok ödülün yanı sıra Ursula K. Le Guin Kurgu Ödülü’ne layık görülmüş. Marcken, yaşam ve ölüm arasında bir ara dünya yaratmış. Bir araf. Bir kayıp sonrası içinden çıkılamaz bu duygu ve acının var olabileceği tek yer. O arafta nelerin olabileceğini yazını ile deneyimliyor. Yas ve kederin dili nasıl olurun deneysel bir çalışmasını sunuyor okuruna.
Adını bilmediğimiz ana kahramanımız, daha romanın başında sol kolunun koptuğunu söylüyor. Asıl kaybının ise, doğrudan söylemese de aşkı, hayat arkadaşı olduğunu anlıyoruz söylediklerinden. Bu öyle bir kayıp ve öyle büyük bir acı ki, bir uzvunu, örneğin sol kolunu kaybetmekten farkı yok. Ki roman ilerlerken hem ana kahramanımız ve anlatıcımız hem de diğer karakterler uzuvlarını kaybediyorlar. Kendimizi bir zombi hikâyesinin içinde buluveriyoruz. Ana kahramanımız, ben anlatıcı, kaybettiği kişiye söylüyor her şeyi, kaybına yazdığı bir mektup ya da onun için yazdığı bir günlük gibi. Kahramanımızın sol kolu öylece kopuveriyor, sevdiğini kaybetmenin acısı öyle büyük ki bir sol kolun kopuvermesinin hiçbir acısı, hiçbir önemi yok. Hayat o sol kol olmadan da devam ediyor. Ancak bir zombinin hayatını sürdürebildiği bir araftayız çünkü. Ama bu bir korku romanı değil. Acı ve kederin insan bedenine ve ruhuna yaptığı tüm duygusal iniş çıkışları edebiyatın gücüyle anlatan bir zombi hikâyesi. Ana temaları kimlik, bellek, varoluş, yaşam, ölüm, yas, acı ve keder olan bir zombi hikâyesi.
Romanın başında kahramanımız bir otelde olduğunu söylüyor. Ancak anlattıklarından burası bir bakımevi ya da rehabilitasyon merkezi de olabilir. Çünkü onunla birlikte otelde kalan diğer insanlar da onun gibi ağır kayıplarla, kayıp sonrası travmalarla ve acılarla yaşıyorlar. Onları buluşturan ve kısa sürede dost olmalarını sağlayan da bu ortak acı ve travmalar.
“Buraya hepimiz aynı yerden geldik. (…) Buraya hayattan geldik. İç karartıcı ve amaçsız bir dünyadan, belirsizliğin ve kendini kandırmanın dünyasından, merhamet kılığındaki şiddetin, düzen maskesi altında gizlenen açgözlülüğün dünyasından. Rütbelerin, sınıfların ve ırkların dünyası. Hayat. Korkunun tükettiği bir dünya. Tek avuntusu tanrı ve bilim fantezileri olan korkunç bir dünya. Hayat. O dünyayı reddediyoruz. Hayatı reddediyoruz. Adaletsizliklerine sırtımızı dönüyoruz. Bayağılıklarına. Sanrılarına. Yeni bir dünya yarattık! Ona, bu yeni dünyaya ne isim vereceğiz?”
Romanı yarıladıktan sonra hem kahraman hem de biz okurlar gerçeklikle bağımızı tamamen koparıyoruz. Marcken bizi öyle bir noktaya hazırlıyor ki artık yaşananların gerçekliğini sorgulama ihtiyacı duymuyoruz. Kahramanın yol aldığı arafta onun içindeki her duyguya ortak olarak ilerliyoruz. Roman bir ya da birkaç paragraftan oluşan kısa bölümler halinde ilerliyor. Bu bölümler bazen birbirinden bağımsız duruyor. Bu durum bile romanın içinde kalmamızı ve yazılan her sözcükle yakınlık kurmamızı engellemiyor. “Zaten katlanılmaz olanın ötesine nasıl katlanabiliriz?”i anlatıyor Marcken çünkü.
“Her şey yolunda olacakmış gibi yaptım çünkü sürekli elveda demek imkânsız görünüyordu. Yabanmersinlerine. Okyanusa. Kuzgunlara. Pelikanlara ve yağmurkuşlarına. Karabataklara. Saat dörtte oturma odasının duvarına vuran güneş ışığına. Senin yan odadan gelen sesine.”
Romanın en büyük gücü dili. Marcken kayıp, acı ve kederi bu dille okura ulaştırıyor. Yaşamla ölüm, gerçekle gerçeküstü arasındaki arafta yolumuzu kaybetmeden ilerleyebilmemizi bu dil sağlıyor. Çok sade ve basit bir dil. Kısa, anlaşılır ve net cümleler. Aynı zamanda tamamen şiirsel bir dil. Neredeyse her cümle metaforlar ve simgelerle dolu. Bu kadar sade ve basit bir dille duygunun tüm halleri dile getirmeyi başarıyor Marcken. Bu noktada romanın çevirmeni Nesrin Demiryontan’a tebrikler ve teşekkürler, dil sade olsa da çevirinin çok zor olduğunu düşündüğüm bir metin. Hem hikâyenin duygusal ağırlığını yüklenip hem de bu sade dille bu kadar büyük acı ve kederi okura ulaştırmaya çalışmak hiç de kolay olmasa gerek.
Çağdaş edebiyat, roman, öykü ya da şiir, türü ne olursa olsun, bugüne kadar var olan kuralları yıkıyor, sınırları zorluyor. Okuru şaşkına çeviriyor. Dil ve sözcükler, iyi bir yazarın elinde, bir heykeltıraş elindeki malzemeyi nasıl olağanüstü bir esere dönüştürürse, olağanüstü metinlere dönüşüyorlar. Sonsuza Dek Sürüyor, Derken Bitiyor da o metinlerden biri.
Roman, sonsuz bir arafta, katlanılamaz olanın ötesindeki dünyayı anlatırken, bir daha asla dönülemeyecek olan, kaybın olmadığı o hayata dair çok şey söylüyor. Bir kaybı, bir ölümü anlatırken aynı zamanda aşkı da anlatıyor diyebilir miyiz bu roman için? Neden olmasın. Romanın sonlarında, ölümü ve aşkı birlikte anlatabilecek en güzel cümlelerden biri çıkıyor karşıma: “Kendimle kendim arasındaki mesafe sensin.”