ISBN13 978-605-316-403-6
13x19,5 cm, 248 s.
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Güven Baykan, "Yirminci Yüzyıl Trajedileri", Cumhuriyet Kültür Sanat, 4 Kasım 2025

Bu kitap yirminci yüzyılın karanlığını anlatıyor ama bunu bir tarih kitabı gibi yapmıyor. Tek tek sahneler kuruyor. Her bölüm bir yer adıyla açılıyor, sanki mahkeme tutanağı gibi: “Kongo: Hüzünlü Bir Kongo Türküsü”… “İsveç, Adalen: Suçluluk Ölçütü”… “El Salvador: Eski Şarkılar Zamanı”… “Cenevre: Anarksendikalist Mücadele”… “Nijerya, Aba: Palmiye Yaprakları Elden Ele”… “Almanya: Kristal Gece”… “Türkiye, Sivas: Kundaklama”… “Bosna-Hersek, Srebrenitsa: Umutsuz Bekleyiş”… “Guatemala, Rio Negro: Ya Fasulyeye Ya Kurşun”… Liste uzuyor; uzadıkça insanın yüreği daralıyor.

Bu başlıkların hepsi aynı şeyi yapıyor: Kötülüğe adres veriyor. Kötülük soyut değil. Coğrafyası var, tarihi var, tanığı var.

Tunç kitabın önsözünde bir sahneyle başlıyor: Amazon Ormanları’nda şifalı otlar toplayan bir Cinta Larga yerlisi “Yaşamayı seviyorum!” diyor. O sesi alıp Namibya Çölü’ne, Amritsar’a, Kongo’ya, Sivas’a, Soweto’ya taşıyor. Yani mesele “insanlık tarihi kötüdür” gibi genel bir hüküm değil. Mesele şu: Savunmasız insanların üzerine sistemli, örgütlü, soğukkanlı şiddet nasıl kuruluyor?

Kitabın dili bu yüzden çok berrak. Ajitasyon yapmıyor, slogan atmıyor. Kayıt tutuyor. Ama bu soğuk bir kayıt değil. Tanıklığı saklayan, koruyan, kirletmeden aktaran bir kayıt. Kongo bölümünde, sömürge subaylarının kauçuk kotasını dolduramadı diye insanların ellerini kesmesini okuyoruz. Bir baba “Ölü taklidi yaptım, askerlerden biri palayla elimi kesti ve gitti” diyor. Aynı anda annesinin ve babasının da öldürüldüğünü söylüyor. O anlatı bir ağıtla bitiyor: “Bıktık artık bu zulmün altında yaşamaktan… Biliyoruz öleceğiz; ölmek istiyoruz ama. Ölmek istiyoruz.” Bu, bir tarihçi dipnotu değil. Bu, hâlâ kanayan bir belleğin sesi.

Buna benzer şekilde İsveç, Adalen 1931 bölümünde öldürülen grevci işçilerin mezar taşına yazılmış şiirle karşılaşıyoruz: “İsveçli bir işçi yatıyor burada / katledildi barış zamanı / silahsız, savunmasız / bilinmez kurşunlarla.” Sonra anlatı akıyor: Kâğıt fabrikası işçileri greve gidiyor, patronlar grev kırıcı getiriyor, asker işçilerin üzerine ateş açıyor. Sonuç: ölü işçiler. Ve en sarsıcı cümlelerden biri geliyor: “Suçlular nasıl belli: İşçiler! Çünkü açlar…” Tunç bu absürtlüğü açıklamaya çalışmıyor. Bırakıyor, yüzümüze çarpıyor.

Bu yöntem Nijerya’da kadınların vergi isyanında da karşımıza çıkıyor. 1929 Aba Kadınlar Ayaklanması’nda İngiliz sömürge idaresi kadınlardan dahi haraç toplamaya kalkıyor. Sesini yükselten kadın “Utanmalısın, kendinden utanmalısın!” diye bağırıyor. Ardından binlerce kadın kol kola hükümet binalarını kuşatıyor. İngiliz subayları ateş emri vermeyeceğini sanıyorlar ama veriyorlar. Kadınlar vuruluyor, eziliyor, nehre düşüp boğuluyor. Tunç burada bir şeyi öne çıkarıyor: Bu sadece ekonomik isyan değil; bu aynı zamanda beden üzerinden kurulan tahakküme karşı kadınların “Ben buradayım” diye haykırdığı bir an. Yani kitap, sömürge tarihini erkek askerler ve generaller üzerinden değil, kadınların cesedi üzerinden okuyan bir dille yazılmış.

Yine 1930’ların başında Simmele’de Süryanilere dönük katliam anlatılıyor: köyün üstünden geçen uçakların çektiği fotoğraflarda yerde yalnızca evlerin kalıntıları, yanmış yapıların daire gibi oyuk izleri. Ardından sağ kalmış bir aile, çoluk çocuk bir arada, yorgun ama dimdik bakıyor. Bu tür fotoğraflar kitaba yerleştirilmiş durumda. Tunç bu fotoğrafları bir “korku galerisi” olarak kullanmıyor. Tam tersine, yüzüne bakmayı reddettiğimiz insanların varlığını sabitleyen belge gibi kullanıyor.

Aynı şey Almanya’da Kristal Gece için de geçerli. Nazilerin 9 Kasım 1938 gecesi başlattığı pogromun ardından Yahudiler elleri havada sokak ortasında yürütülüyor; sinagoglar yakılıyor; “kırılmış camlar gecesi” olarak bilinen şey aslında, kitlesel şiddetin artık aleni ve cezasız ilan edilişi. Tunç, ardından bir şiir koyuyor. Yüzyılı “Golgota’ya taşımaktan” söz eden, “Bağlı, yalnız ve özgür” kalmış insandan söz eden bir şiir. Yani tarihsel kayıtla şiir, aynı sayfada.

Bence bu çok kritik: Bu kitap düzyazı ile şiiri, tanıklık ile analiz notunu, tarih dipnotu ile ağıtı yan yana getiriyor. Bu biçimsel tercih, iki şey sağlıyor. Bir: Okur duygudan tamamen kaçamıyor. İki: Duygu aklı bastırmıyor. Böylece bir “acı pornografisi”ne dönüşmüyor. Tunç, kurbanı nesneleştirmiyor; tam tersine, kurbanı özne olarak kuruyor. “Yaşamayı seviyoruz” diyen gerçek bir insan sesi var orada; o ses sayı değil, istatistik değil.

Bir başka önemli damar Türkiye. Kitap, Türkiye’yi dünyanın dışında bir ada gibi göstermiyor. Aynı karanlık zincirin halkalarından biri olarak anlatıyor. 12 Eylül 1980 “Asmayalım da Besleyelim mi?”… Kahramanmaraş’ta “Evladım, niye bize böyle yaptılar?”… Sivas’ta ateşin etrafında kurulan o korkunç kuşatma… Tunç bu bölümleri “biz” zamiriyle okutuyor: Dışarıdan bakmıyoruz; içindeyiz. Bu çok değerli, çünkü Türkiye’de yaşanan şiddet çoğu kez ya inkâr ediliyor ya da “ama şartlar…” diye başlayan uzun bir mazeret cümlesine gömülüyor. Tunç, o mazereti tırnak içinde bırakıyor ve tarihle vicdanı yan yana oturtuyor.

Bir şey daha var: Kitap devletleri, orduları, milisleri, şirketleri, sömürge düzenlerini, ırkçılığı, din kisvesi altındaki şiddeti aynı düzleme koyuyor. Yani “kötülük sadece faşist rejimlerde olur” gibi bir rahatlatıcı yalana izin vermiyor. Cenevre’de 1932’de işçi gösterisinde ordu, henüz altı haftalık eğitimli askerleri işçilerin üzerine sürüyor ve saniyeler içinde ölüler var. İsveç’te işçiyi vuran mermi de devletin kurşunu. Latin Amerika’da köylüyü ezen, kahve fiyatlarına endekslenmiş sömürü düzeni. Afrika’da kadınları kurşuna dizen, imparatorluğun vergi sistemi. Balkanlar’da, Ortadoğu’da, ölenler hep “düzenin selameti” adına ölüyor. Bu cümleyi kurcalamak gerekiyor: Düzen kimin düzeni?

Tunç’un metninin asıl ahlâkî talebi burada beliriyor. Ön sözde açıkça söylüyor: Bu yazılanlar bir “siyasi tartışma malzemesi” olsun diye değil, yüzleşme olsun diye kaleme alınmış. Yüzleşmenin intikama dönüşmesi gerekmiyor; tam tersine, yüzleşme “bir daha olmasın” demenin tek namuslu yolu. “Masumiyet” kelimesini özellikle kullanıyor. Masumiyet onun dilinde hukuki teknik bir kavram değil; “bize zararı dokunmayacak bir bedeni akıl almaz işkencelerle öldürmemek” demek. Yani masumiyet, aslında başkasının yaşam hakkını tanımak. Bu kadar basit, bu kadar zor.

Burada küçük bir parantez açmak istiyorum: Kitapta Hale Tenger’in Bosna için yaptığı yerleştirmeden bir fotoğraf var. Raflarda sırayla dizilmiş kavanozlar. Her kavanozun içinde bir hayat kırıntısı: gazete kupürü, bir not, bir resim parçası. Bu görüntü, aslında Tunç’un kitabının biçimiyle akraba. O da kavanozları tek tek numaralandırıyor, kapağını açıp burnumuza kadar getiriyor ve “bak” diyor. Ama bakmamızı istemesinin nedeni, vahşeti estetize etmek değil. Kayıt altına almak. Çünkü kayıt altına alınmamış acı, kolay inkâr edilir.

Buraya kadar anlattığım şeyleri bir soru olarak toplayalım: Bu kitap neden şimdi bu kadar gerekli?

Çünkü yirmi birinci yüzyıl, bize “artık böyle şeyler olmaz” masalını anlatarak başladı ama öyle gitmedi. Savaş görüntüsü güncel haber bandıyla aynı hızda akıyor. Sivil ölüm, doğal afet başlığıyla yan yana duruyor. “İsabet aldı” deniyor, “yan hasar” deniyor, “operasyon kazası” deniyor. Yani dil tekrar çalışıyor: İnsan önce isimden düşüyor, sonra sayı oluyor, sonra veri oluyor. Tunç’un yaptığı şey tam olarak bu dili baltalamak. İnsanı tekrar isme, yüzü tekrar yüze döndürmek.

Ne çok gelecek ne az zaman adını da bu yüzden önemsiyorum. Bu başlık iki yönlü okunabilir. Bir: Bu kadar çok kötülük yaşandıysa, geleceğe güvenmek için elimizde kalan zaman aslında ne kadar az. İki: Bu kadar çok kötülüğe rağmen hâlâ gelecekten söz edebiliyorsak, demek ki hâlâ bir ihtimal var. Tunç, bu ihtimali “pişmanlık” kelimesiyle kuruyor. Pişmanlık onun sözlüğünde utanç değil, fren. “Aynı şeyi bir daha yapmamak için gereken asgari vicdani eşik” diyebiliriz.

Son cümleyi yine kitaptan ilhamla söyleyelim: Bu yüzyıl bize öğretti ki barbarlık anonim değildir. Faili vardır. Tanığı vardır. Belleği vardır. Ve biz, ister kabul edelim ister etmeyelim, bu belleğin mirasçılarıyız. Bu mirası taşımak zorundayız. Çünkü barbarlık kimsenin elini kirletmeden sürdürülemiyor.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2025. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X