Rober Koptaş, "Herkes kendi günahlarının başına", K24, 2 Ocak 2025
Kuşaklar boyu Türk şair ve yazarların yapmadığı bir şeyi yaptı Kutay Onaylı, aynaya baktı. Hayır, kendine âşık Narcissus’un su aynasından ya da yaratıcılarımızın çok sevdiği dev aynalarından bahsetmiyorum. Kendine, kendi içine bakmak, ruhun karanlık ve karmaşık koridorlarında dolaşmak da değil kastettiğim. Şiiri de, genel anlamıyla edebiyatı da, terbiye, medenileş(tir)me, öğretme, daha kendin’ bilmezken cihanı bilip kurtarma teçhizat ve tertibatı olarak görmelerimizi geçeli çok oldu, şükür. Ama işte, bilerek Türk şairler ve yazarlar dedim; başka şeylere değil ama Türklüğe ve kendi Türklüğüne, üstünlük duygusundan istifa ederek; kahramanlaştırmadan, büyüklenmeden, düşmanlaştırmadan, hor görmeden, meydan okumadan, sanki hiç o libasın içinde değilmiş ve de kimliğin hayatımızda var oluş, işleyiş şekilleri bizim baş meselemiz –hadi baş meselelerimizden biri diyelim– değilmiş gibi yapmadan bakma dürüstlüğünü kim, hangisi, kaçı gösterdi? Zirvelerinden hangisi Türkçe mısraların ya da cümlelerin, dürüst bir aynada kimliğinin gözüne gözüne baktı, kendi hâkimliğini, başkasının mahkûmluğunu seçebildi orada; içindeki ötekiyi, yanındaki yöresindekine yaptığı haksızlığı, mevcut mebzul adaletsizliği de görecek şekilde soydu onu kabuk kabuk? Bu fazlaca cüretkâr soruları sorarken bilhassa şiirin cahiliyim, nesrin de âlimi sayılmam, o yüzden sözlerimi kolayca geri alıp kös kös yerime oturabilirim ve yanılmış olmaktan da memnuniyet duyarım şerhini düşerek devam edeceğim izninizle türkolmak üstüne iki kelam etmeye.
Hakkında yazılanlara baktığımda, epik veya destan kelimelerinin kullanılmamış olması şaşırtıyor beni. Birbirini takip eden şiirlerden oluştuğu, numaralandırılmış parçaların bir bütün olduğu türü cümleler kuruluyor da, ona bir zamane destanı, günümüzden bir epik yakıştırması yapılmadı henüz. Oysa kendisine ve çevresinde olan bitene bakışında da, meseleleri mesele ediş şeklinde de, dizdiği şiirin şekil şemailinde ve oradan okuruna seslenişinde de, işte tam da kapağından, sonra sayfaları arasından sıkça selamladığı Odyssea’lardan, efsanelerden, tragedyalardan bir hava yok mu? Merkezine kahramanını, burada bizzat elimizdeki minik kitabın edibi Kutay’ı koyan; onun evinden çıkıp dünyaya varan yolculuğuna odaklanan; yüceldiği, güçlendiği yerin zayıflığı olduğu; kalkıştığı maceranın büyüklüğünün acısını çeken; türlü yükler altında ezilen; herhalde şimşekleri üzerine daha da fazla çekmemek için kendini hor görerek felekten, belki de Kök Tengri’den biraz şans ve şefkat dileyen bir garip, bir günahkâr, bir hâkir dolanmıyor mu Türkolmak’ın dizelerinde? Şiirin değil ama şairin sırtını destan geleneğine yaslamış olmasında, meselesinin merkezinde ahlakın olmasının payı yok mu? Bir yabancılaşma efekti olarak, giriştiği zor işle cebelleşirken boğulmamak, nefes alabileceği asgari alanı kendine açabilmek için değil mi Türkolmak [D e s t a n ı]? Tesadüfen ahlak demedim, neredeyse etik için epik.
Onaylı’nın şiir –ya da bundan sonra ne yazacaksa– yolculuğunun Türkolmak’a çapalı bir fikri takip çizgisi izleyip izlemeyeceğini bilmesem de, bambaşka yollardan yürüme ihtimalinin daha yüksek olduğunu sezebiliyorum. Her halükârda, bu ilk adımın şairi ileri taşıyan –kaçıran demeli belki de– bir hamleden ziyade, onu sıfır noktasına, start çizgisine getirecek bir geri çekilme, bir yaylanma hamlesi olduğunu düşünürüm. Karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak, Kocatepe’den Afyon Ovası’na değil elbette. Geçmişin ve günün yükünün onu getirip bıraktığı eksilerden sıfıra, bir milada – bir şeye gerçekten başlayabilmek için. Bazen öyledir, bir şey yapacaksınızdır, işe koyulacaksınızdır ama başka bir şey sizi rahatsız ediyordur; önce bir ortalığı toplamanız, mıntıka temizliği yapmanız gerekir, yoksa yola çıkamazsınız. Buradaki şey’in kırk döşek altındayken de hissedilen bezelye tanesi kadar küçük olmadığında (Türkolmak şeysi) hemfikirizdir diye umuyorum. Onaylı da orta sınıftan gelen iyi eğitimli ve donanımlı bir dünyalı ve de Türk olarak, onu var eden koşullarla muhasebeye girişmeden yapamamış belli ki. İşte bazen de böyledir, yazmak için en büyük motivasyon yazmadan yapamayacak olmak olur. Yazmasa deli olacağından değil (aksine, en azından bu şeyi yazmasa daha akıllı uslu, façası yerinde başlardı koşuya) ama herhalde en çok yazmasa bir daha aynaya bakamayacağından ya da baktığı aynaya yalan söylettiğini bilmeye dayanamayacağından. Geldik mi gene etik meselesine...
Türkolmak gökten zembille inmiş değil, değindim. Arkasına –bilerek karşısına demiyorum, çünkü ben şimdi burada onu bir karşıtlık vurgusuyla ele alsam da, şairin temel derdinin bu olduğunu sanmıyorum– koca bir Türkçe şiir geleneğini, onun türlü safahatını –sefahat diye okumayınız lütfen– ve de nice dalını budağını bihakkın bilerek alıyor ve dahası, yaşadığımız coğrafyanın köklü medeniyet yatağı Eski Yunan’ın da, modern zamanların ve bugünün Batı şiir geleneğinin de tilmizi olarak, kendi sesinin arasına açık ve örtük göndermeler serpiştirdiği bir poetika da yaratıyor. Onun, misal değer verdiği Gülten Akın’ı, Ergin Günçe’yi –herhalde sevdiği başkalarını da– nasıl okuduğunu, onların ve diğerlerinin şiirlerini gerek Türkolmak –italiksiz– bağlamında, gerek daha geniş bir şiir sathında tartışmak, Türkçe şiirin anayolları ve patikaları hakkındaki fikirlerini, bütün bu mirasla itişip kakışmasının onu nasıl beslediğini ve nihayetinde ayaklarını nereye bastığını konuşmak ne güzel olurdu! Şiirinin bu tarihsel bağlar bağlamında akademik bir yana sahip olduğu söylenebilir zira. “Akademik”le bir kuruluk, sasılık değil, sağlam bir altyapıyı ve yaratıcı bir tartışma-diyalog-polemik-hırgür hevesini kastediyorum. Türkolmak şairine yakışmaz mı, Platon’un ders verdiği Akademeia zeytinliğinde bizi bir akşamüstü şiir gezintisine çıkarmak? Zamanla tabii, zamanla.
Türkolmak politik-şiir olarak görüldü, bunun yeni bir sesi olarak selamlandı. Politik olmayan bir şiir olup olmayacağı tartışmasını bir kenara koyarak, bu adlandırmanın yersiz olmadığı açık. Peki bu politik şiirin apolitiklikle yaftaladığımız 12 Eylül sonrası kuşaktan çıkması bize ne söylüyor olabilir? Teorisi ve pratiğiyle ömrünü siyasetle yoğurmuş bütün o kuşakların, memleket ve dünya ahvaline dair bütün büyük iddiaları taşıyanların eksik bıraktığını faş etmenin bir yeniyetmeye düşmesi bize politik edebiyatımızın –inkâr dememek için– suskunluklarının ne kadar geniş bir alana tekabül ettiğini ve bu alanın gerçek tarihimizin ve meselelerimizin üzerinin örtülmek, gömülmek istendiği yer olduğunu söylemez mi? Cevabımı biliyorsunuz. (Onaylı ‘94’lüdür, başka her şey için olduğu kadar edebiyat için de yetişkindir, buradaki “yeniyetme”nin onun yaşıyla ilgili olmadığı açık. Belki o koca koca adamların karşısına kısa pantollu bir çocuk dürüstlüğüyle çıkmasıyla ilgili bu. “Türk çıplak!” –haşa!– diyen çocuktur o. Günahı başkalarının boynuna.)
Evet, Türkolmak politiktir ve politik olan edebiyattan çok zaman ağzı yananlar olarak genelde beklediğimizin aksine edebiyattan yoksun değildir. Yeni, hakiki, dürüst, oyunbaz bir şiirdir üzerimize atılan. Taklit değil, yapmacıklı hiç değil, yapılıdır. Taş üstüne taş koyarak bina inşa eder gibi, kelime kelime, dize dize yükselir. Duygusuz değildir ama duygulanıma yüz vermez; katharsis peşinde değildir, tribüne oynamaz; şiircilik de şaircilik de yapmaz. Zor değildir ama kolay da sindirilemez. En kallavi siyasi mevzuya yalınkılıç dalar ama politik doğruculuk peşinde değildir. Günah çıkarıp batan gemiden kendini kurtarmaya meyletmez; bazı yaraların zamanla iyileşmeyeceğinin farkında olduğu için bazı günahların da temize çekilemeyeceğini bilir. Özellikle bu son husus, Türkolmak’ı şüpheci ve gıcık olmaya hazır alerjik bir reaksiyonla alıp sayfalarını karıştırmaya başladıktan sonra, onu önce şaşıra şaşıra, hayretle, sonra sevinçli esler ve ünlemlerle okuyarak, nihayetinde hızla yelkenleri suya indirmemin mührü olmuştur.
Kitap, artık ister istemez kamusal alanımızın agorası sayacağımız sosyal medyadan takip edebildiğim kadarıyla, benim gibi şiirle doğrudan ilgili olmayan okur yazar tayfasının ilgisine mazhar oldu epey. Kötü bir şey yok bunda. Ama bir yandan da, tam da bu dışarıdan gelen ilgide, kendimi bildim bileli bitti mi bitiyor mu, öldü mü ölüyor mu tartışmalarına malzeme olsa da, bugün son derece dinamik ve canlı olan şiirin kendi mahallesine dair türlü mana yatıyor olmalı. Peki orada bir sessizlik mi var? Eğer öyleyse, nedenlerini bilmiyorum, ben karşının taksisiyim. Bir kaçamak suskunluksa olan, hele bir devamını görelim, bakalım arkasından ne yazacak, hem başka bir şey yazabilecek mi ki, gibi üstenci bir bakışla malulse bu hal ve tavır, bunun en önce ve adlı adınca şiire haksızlık olduğunu söylemem gerek. Türkolmak, şairi arkasını getirmese de, ya da çok farklı türlerde getirse de devamını, burada, ortada ve ayakta; daha varolduğu an iz bıraktı. Dolayısıyla ona eleştirinin alet edevatıyla yaklaşmalı, her türden tahlile vereceği bir ses var çünkü, gördüğüm kadarıyla.
Kişisel olaraksa (sanki buraya kadarkiler kişisel değilmiş gibi),
beşinci türkolmak
aynada gördüğünü beğenmeyip
aynanın parçalarını ruma ermeniye yahudiye
yedirmek şeyse eğer öbürküsüyse
türkolmak tadını merak edip
bir iki ufak parçaya dilini şöyle bir
gözün hep ermeninin tabağındaki kocaman parçada
ya da
dokuzuncu türkolmak
ve türkolmak kürtlerdir ağızlarına yapışıp
boğazlarına tam soluk borularına
dillerimizi soktuğumuz
ve düşünüp 2020’de gomidas vartaped’i
deli olacak gibi olmam
ve faydasızlığı uygunsuzluğu benim
deli olacak gibi olmamın
(…)
hoş
Türkçe ne söylesek
boğuk ve anlaşılmaz duyulması
ağzımız dilimiz bir başkasının
gırtlağındayken
dizelerinin ve daha nice dizenin şairine bir teşekkür borçlu hissetmem, yaşattığı ferahlama hissi için – ve faydasızlığı, uygunsuzluğu benim, teşekkür borcu hissetmemin.
Son söz: Selam olsun sana Dağlarca, Türk olmak, çalışmak demektir demiştin, çalışmayı başka türlü anlayanlar da var. Türk olmak, karşı koymak demektir de demiştin, Türk olmaya karşı koyan Türkolanlar da var, “türkoğlu türk” hem de, ben demiyorum bunu, şiirinin yalancısıyım. Gelmezdi aklına hayaline biliyorum, oh olsun. Ya da gelirdi belki, kolejlerde okumuş, Amerika’larda eğitim almış bir Türk veledi ihanete teşne soysuzlaşmış kozmopolit züppe kötü tiplemesine cuk oturuyor nasıl olsa. Kutay Onaylı’dan bu riski göze almaması beklenirdi normal şartlarda. Türk olmak varken neden Türkolsun? Kaçabilirdi içinin çağrısından, Türklüğe değil kendine ihanet etmeyi seçerek; oysa o aynaya bakmayı tercih etti, silahlarının değil günahlarının başına geçerek.