Sema Vatansever, “Edebiyat işe yarar mı, ne işe yarar?”, K24, 19 Eylül 2024
Rita Felski, Edebiyat Ne İşe Yarar? adlı çalışmasında teorisyenlerin ve eleştirmenlerin bu kadim soruya verdikleri cevaplara alternatif tanımlar, (metne) bağlanma biçimleri, pratik amaçlar, yorumlar, beklentiler ve spesifik sorularla yaklaşıyor. Bir metin yapısı gereği hem estetik değeri, saf sanatı hem de bilgiyi –tarih kitaplarında ya da ansiklopedilerde rastladığımız cinsten değil– barındırmaz mı? Bir kitap okurken satırlar arasında kendimizi aramaz mıyız? Bu, Orhan Pamuk’un adlandırmasıyla, yalnızca “safça” bir eylem midir? Yoksa “öteki” olan kendimizle yüz yüze gelmenin, ücra yönlerimizi “tanıma”nın okuma eylemindeki dışavurumu mudur? Halid Ziya’ya dönersek, romanlar mı hayatı yapar, hayat mı romanları? Madame Bovary’den, Jane Eyre’den pratik hayata ya da kadınsal düşünceye yönelik hiçbir şey öğrenmez miyiz? Viktorya dönemi romanlarının salonları niçin tıkış tıkıştır? Okurun metne bağlanma biçimleri, metinle ilişkisi her ne kadar dağınık, alaşımlı ve çelişkili görünse de, yazar bu deneyimlerin çeşitliliğini dört ana başlıkla izah etmeye çalışır: “Tanıma”, “Büyülenme”, “Bilgi” ve “Şok.”
Farklı beklentiler, tezler, hazlar, duygular ve çıkarlarla okunsa da, tüm bu okuma biçimlerini birleştiren ortaklıklar, merhaleler saptanabilir mi?
Felski’ye göre tanıma aynılık ve farklılığın, tanıdıklıkla yabancılığın etkileşimine dayanır. Büyülenmenin verdiği haz tekinsiz bir nitelik taşırken, daha ziyade gündelik dile aitmiş gibi görünen şok, zaman zaman uyandırdığı tiksinti, dehşet gibi duygularla çekicilik taşır. Şok bahsinde daha ziyade Leo Bersani’nin –Jameson’ın tarihselciliğine karşıt olarak– psikanalitik bakış açısına, estetik şokun mazoşist etkisine (Baudelaire, Genet vd.den yola çıkarak) odaklanılmıştır. (s. 146) “Şok” kavramı aslında Baumgarten’ın, Kant’ın ve diğerlerinin “yüce” olarak tanımladığı şeye tekabül eder. Lakin modern hayatta, Kafka’nın dünyasında artık “yüce”ye yer yoktur. Nitekim sanat eserinin muhatabı da artık ona yüce duygusuyla yaklaşabilecek bir alımlayıcı değildir. Bu nedenle Felski, Antik dönemdeki “yüce”ye karşılık gelebilecek, aynı zamanda onu modern dünyadan ayıracak yeni bir kavram üretir: “Şok.”
Felski eleştirdiği teori kanonunun edebi nesnelerle uğraşma gerekçelerini sunmak hususunda eksik olduğunu dile getirir. (s. 10) Esasen çalışmanın amacı da bu boşluğu doldurmaktır. Kitaplar sadece okuma eylemine/biçimine göre anlam ve değer kazanan nesneler midir? Bu soru estetikteki süje-obje ilişkisini ve konumlandırmasını anımsatır. Kitaba anlamını veren okur olarak ben miyim, yoksa onun benim dışımda kendi başına barındırdığı, muştuladığı manalar da mevcut mu? Felski’ye göre kitaplar pek o kadar da masum ve pasif nesneler değildir. Ve tek başına vaat ettikleri anlamlar da vardır. Bu anlamlar, bilgiler ise gündelik hayattaki faydadan azade değildir. Felski’nin yaptığı, metnin hazzını bir bakıma soyutlamalardan ve felsefenin evreninden kurtartıp dünyevileştirmektir. Gayri manifesto olarak nitelendirdiği bu metin, teolojik ve ideolojik okuma biçimlerinin ötesinde, okuma eyleminin gerekçelerini irdeler. Bloom’un romantizmi, Kristeva’nın avangard göstergebilimi, Levinasçı eleştiri vd. Feski’ye göre edebiyatı dünyadan ayırır. (s. 13) Felski tam da burada edebiyatın hayatın çatlağına sızan ışığını takip eder. Üstelik o ışık sanıldığı kadar da zayıf, solgun değildir. Ancak yazarın aradığı alternatif anlayış ve fayda mefhumu indirgemeci değil saygılı, hükmedici değil diyalojiktir. (s. 17)
Yazar çalışmanın muhtelif bölümlerinde feminist eleştiriye ve yöntemlerine, feminist kurmaca edebiyata ve siyasi-kültürel rolüne de değinir. Böylece çok yerinde argümanlarla bir bakıma onu diğer eleştirilerden ayırır. Günceli yakalamak ve tarihini, dalgalarını, farklı damarlarını, bünyesine kattığı eserleri eleştirmek suretiyle kendini devamlı yenileyebilen ve inşa eden feminist eleştiri hakkındaki tespitleri dikkate değerdir:
“Bunları söylerken bir taraftan da kendi alanımı, yani son yıllarda birçok argümanını sıkı bir yeniden değerlendirmeden geçirmiş olan feminist eleştiriyi düşünüyorum. Bugünlerde eleştirmenler edebiyat metinlerine özü itibariyle değişmez bir feminist yahut kadın düşmanı içerik yüklemek yerine, daha çok söz konusu metinlerin değişen ve çatışan anlamlarını aydınlatma eğilimi gösteriyorlar. Toplumsal cinsiyetle edebiyatın kesiştiği ortam ve ânın ayrıntılarına ve bunların muhtelif kesişme biçimlerine daha yoğun dikkat göstermeleri, bu türden okumalara, toplumsal bağlam teorilerine yöneltilebilecek indirgemecilik ithamlarına karşı koyma olanağı vermektedir.” (s. 19)
Eagleton’ın Edebiyat Olayı için Ludwig Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar ve Kesinlik Üstüne’deki görüşleri nasıl temel kaynak oluşturuyorsa, Edebiyat Ne İşe Yarar?’ın muhtelif bölümleri için de Paul Ricoeur’ün çalışmaları ve bilhassa mimesis’e dair görüşleri o denli önemlidir. Ricoeur mimesis’i yeniden konumlandırır; onu yansıtmadan çok yeniden betimleme, taklitten çok yorum süreci olarak görür. Böylece bir kopyalama değil, kurma edimine dönüşür. Mimetik araçların üçüne dikkat çekilmiştir: “Derin öznelerarasılık”, “vantrilokluk”, “dilsel natürmort.” (s. 108-109)
“Ricoeur’ün şemasındaki üçüncü mimesis unsuru, eserin okur üstündeki etkisini belirten biçim değiştirme’dir. Eser ancak okunarak hayat kazanır, eserin ifade ettiği anlam okurun ondan ne anladığından ayrı tutulamaz. Bu şekilde alımlamaya da üretimle aynı önemin atfedilmesiyle mimesis ikili değil, üçlü bir yapıya sahip şekilde tasarımlanır.” (s. 110)
Felski’nin John Guillory’nin “akademik okuma” ile “sıradan okuma”nın ethos’u arasında yaptığı ayrımı aktarması, yine edebiyatın fayda yönünü yansıtması bağlamında mühimdir. Aslında üniversitelerin ilgili bölümlerinin, enstitülerin ve araştırma merkezlerinin işlevlerini, ayırt edici koşullarını bir çeşit gözden geçirme sayılabilir:
“Akademik okuma, bedeli maaşla ve başka takdir biçimleriyle ödenen bir tür iştir; onlarca yıl boyunca geliştirilmiş yorum ve araştırma geleneklerinin hükmünde bulunan disiplinli bir etkinliktir; eleştirel düşünceyi teşvik etmek amacıyla okumanın hazzından geri durarak teyakkuzu benimser; başka profesyonel okurların yargısına tabi, ortaklaşa gerçekleştirilen bir pratiktir.” (s. 22)
Yazar bu konuda, teorik ve gündelik düşünüş arasında köprü kurmak gibi bir yaklaşımı benimser. Kesin sınırlarla ayrılmış görünen bu iki düşünme ve okuma tarzının aslında etkileşim içinde olduğu görüşündedir.
Sonuç olarak Felski’nin savunduğu ve çalışma boyunca ortaya koymaya çalıştığı düşünce, okumanın tanıma mantığı içerdiği, estetik deneyimin büyüle(n)meyle benzerlikler sergilediği, edebiyatın ayırıcı toplumsal bilgi biçimlenimleri yarattığı, okuduğumuz metin tarafından şoke edilme deneyimini göz önünde bulundurmamız gerektiği ve metinsel bağlanma tarzlarının bu dört unsurun cereyan etmesiyle özetlenebileceğidir. Argümanlarını eleştiri okları yönelttiği teorik yaklaşımlarının yanı sıra fenomenolojiden de alır. Ancak fenomenoloji konusunda da diğer bölümlerde sadık kaldığı gibi Ricoeur’ün yolundan gider.
Son sözü “büyülenme” (enchantment) bahsinde, edebiyatı büyücülüğe benzettiği etkileyici kısımla yazara bırakalım:
“Bir sayfa üzerindeki eğri büğrü siyah çizgiler nasıl olup da insanların, şeylerin, eylemlerin ve yerlerin böyle canlı birer hayalini canlandırabilmekte; okurlar bu gölge ve hayallere tepki verirken nasıl böyle güçlü bir algı ve duygu deneyimi yaşayabilmektedir? Edebiyat yokluğu varlığa dönüştürme, birtakım hayaletimsi figürleri yoktan var etme, sanrısal bir yoğunluk ve canlılıktaki imgeleri hayalde canlandırma ve okuru içine çeken kocaman dünyalar yaratma gücü bakımından büyücülüğe yakın görünür.” (s. 80)