ISBN13 978-605-316-294-0
13x19,5 cm, 192 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Nurhan Şahinkaya, "Bir Romanı Okumak: Evlerden Uzak", oggito.com, 30 Eylül 2024

Yürek burkan bir şiirselliğin yüce şaheseri ilan edilen romanın bir ön okuma kopyasının, sonunda fiyasko çıkması çok üzücü der Ursula Le Guin. Yoğun tanıtım yazılarının riskinden bahseder. Bunun farkındayım ancak şimdi üstüne iyi şeyler söylemeye niyetlendiğim kitap ve yazarı hakkında, başta Harvard ve Yale olmak üzere Amerika'da birçok üniversitede dersler veriliyor.

Bu veri elbette bir eseri okumak için kıymetli bir ön bilgi, ancak edebiyat bir bilim olmadığına göre, eserin, zamanın akışında değişen roman anlayışı ve kişilerin okuma zevkine göre farklı yorumlanması olası. En başta bunu söyleyerek bakış açımı vurgulamış olayım.

Bu eser hakkındaki olumlu düşüncelerim belki en sonda söylemem gerekeni hemen söyletiyor bana. Marilynne Robinson’un Evlerden Uzak romanı, hayatınız boyunca çeşitli dönemlerde önünüze gelen, içinizde indirip kaldırdığınız düşünsel temaları, önce içinize saplayıp sonra onlara başka pencereler açan, sorduğu sorularla sizi sarsan, dil işçiliğiyle beynin duyularını harekete geçiren ve bunları bütünüyle okumanın sonunda, roman sanatının bireysel varoluşa ve zenginliğe kattıklarını yeniden yaşamak için okunası bir kitap.

Aldığım edebiyat derslerinde üstüne sık vurgu yapılan bir konu var. Kıymetli bir eseri detaylı okuma, hatta başa dönüp tekrar tekrar okuma. Ancak günümüzde Nietzsche’nin yavaş okuma dediği koca bir gelenek, hiçbir iz bırakmadan unutulma tehlikesiyle karşı karşıya. Elbette böyle hız tutkunlarına karşı durmak gerek. Çünkü kıymetli eserlerdeki dil işçiliğini, derinliği ve katmanları fark etmek ancak yavaş ve sindirerek yapılan okumalar yoluyla mümkün.

Hep olduğu gibi dil işçiliğini çok önemsiyorum. Başta bu kitabı konu ederek, edebi eserlerin birer retorik olduğu kanısındayım. Şiir, öykü ve romanın doğrudan ne söylediğinin peşine düşüp nasıl söylediği sorusunu bir kenara atmak, bu eserin edebiliğini, yani söz konusu olanın Nebraska’daki bir toprak kayması haberi değil, şiir, oyun veya roman olduğu gerçeğini dışlamaktır der Terry Eagleton. Bu görüşe katılmamak neredeyse imkânsız. Yani bu işe kafa yoran herkes gibi bir edebi eserin ne anlattığının yanında, tona, atmosfere, sözdizimine, ritme, anlatı yapısına, kısacası ‘biçim’ başlığı altına girebilecek her şeye karşı tetikte olmayı isteyen dikkatli bir okuma gerektirdiği düşüncesindeyim.

Bu vurguyu pekâlâ hak eden Evlerden Uzak’ta harekete geçmiş bir makinenin dişlileri varış yerine giden bir büyüme hikâyesini tıkır tıkır anlatıyor. Bunun yanında aile, ölüm, geçmiş yaşantı, göçmenlik, toplumsal ve bireysel yabancılaşma, inanç, aidiyet ve varoluş gibi pek çok düşünsel tema, bir top kumaşta metre metre açılıyor. Pek de hacimli sayılmayacak bu kurmaca dünyasında böylesi bir zenginlik nasıl bir araya getirilebiliyor, nasıl.

Konu üstüne düşününce, felsefe doktoralı yazarımızın hayatın içindeki bu özel temalara epey kafa yorduğu, üstelik işin ilmini yapan ehil biri olduğu akla gelebilir. Elbette yetenek, çok çalışma, analitik zekâ gibi kavramlardan da söz edilebilir. Hepsi kabul. Sonuçta her türlü birikim ve emek verilerek yapılan çalışmalar günü gelip eşsiz bir eser olarak değerini buluyor işte böyle.

İlk sahne büyülü, onunla kazanır ya da kaybedersiniz der May Sarton. Bir şiirin ilk dizesi gibi önemli ya da tramplenden atlayacak yüzücünün heyecanı ve rahatsızlığı gibi ürkütücüdür ilk cümle. Evlerden Uzak romanı, anlatıcısı Ruth’un "Adım Ruth" demesiyle başlıyor. Daha başlarken durup düşündürten bir giriş. Herman Melville'in Moby Dick romanının ilk cümlesini hatırlatıyor insana. Bana İsmail deyin. Bunu fark edince aslında bir büyüme yolculuğu yanında tek bir hikâyeye sığdırılamayacak kadar çok katmanlı bir metin okuyacağımı düşünmüştüm. Haklıymışım.

Daha romanın başlarında Ruth anneanne için, şimdinin çoktan geçip gitmiş bir şimdi olduğuna ve kendi sonuçlarını da çoktan doğurduğuna dair bir farkındalık yüzünden dikkati keskinleşmiş demişti. Acaba yazar burada romanın odak noktasından söz ediyor olabilir mi. Bu soru geliyor aklıma. Hafıza, kayıp hissini getiriyor, bu duygu da bizi peşinden sürüklüyor. Romanı katmanlandıran bir var oluş meselesi olarak arka planda bu düşünsel tema hep duruyor diyebilirim.

Roman Ruth ve Lucille kardeşlerin anneleri tarafından Fingerbone isimli bir kasabada yaşayan anneannelerine bırakılmalarıyla başlıyor. Tek bir şikâyetim varsa o da hayatımın baştan ayağa beklentiden ibaretmiş gibi görünmesiydi. Bir şeyin gelmesini umardım, bir açıklama, bir özür beklerdim. Hiçbiri gelmezdi, diyen Ruth’la sürüklenirken peşinen söyleyeyim hüzünlü bir hikâye okuyacaksınız. Toplum baskısının ahlak kisvesi altında insanlara hükmettiği, sık sık yaşanan doğal afetler nedeniyle yaşam şartlarının çetin olduğu küçük bir kasabada, annelerini ve ardından anneannelerini kaybeden iki çocuk. Nasıl, daha en başta içiniz yandı değil mi. Ama bir teselli olarak yalnızlık, sorumluluk ve acının insanı erken büyüttüğünü ve biraz güçlü kılabileceğini, belki romanın sonuna doğru bulabileceğinizi umut edebilirsiniz.

Elbette anlatılmak istenenler üst düzeyde kullanılan dil işçiliğiyle sağlanmış. Dilin tertemiz kullanımının yanında özellikle sembolik yapısının güçlü oluşu çok etkileyici. Hani iki kişi karanlık bir odada kıpırtısız yatarken birbirlerinin uyanık olduğunu bir şekilde bilir ya, öyle, diyor Ruth. Kardeşiyle yakınlığını böyle anlatıyor örneğin. Çoğu yazara ilham olmanın yanında imrendirecek derecede güçlü bir metafor yoğunluğu roman boyu dikkat çekiyor.

Bir de bütün canlılığıyla karşımızda duran karakterler, doğa ve birbirine yerli yerinde bağlanan olaylar sayesinde roman öyle büyük bir doğallıkla ilerliyor ki siz bir roman okumuyorsunuz canlı bir yaşamın içindesiniz. Çünkü saçında bir el hayal etmek neredeyse onu hissetmek gibidir, diyen gerçek bir yaşam.

Annelerini kaybeden Ruth ve Lucille, ilkin anneanneleriyle, ardından halaları ve sonra da teyzesiyle yaşamak durumunda kalırken hem yaş alıyor hem de acının açtığı yolda hızla olgunlaşıyor. Annenin dolmayacak boşluğunda bocalayan iki kardeş, bir yandan da kendileriyle ilgilenen insanların düzenine ayak uydurmaya çalışırken yalnızlık gibi önemli bir gerçeği yaşayarak öğreniyor.

Anneannelerinden sonra kısa bir süre iki büyük hala bakıyor kızlara. Bu bölüm özelinde de söyleyebilirim elbette, ama bütün roman boyunca anlatıcının kullanımı dikkat çekici. Birinci tekil anlatıcının çoğu yerde gözlemci ve dinleyici konumda kalması, olayların ilerleyişinde ve kişilerin tanınmasında okuyucuda kuşku oluşturmuyor. Tıpkı üçüncü tekil anlatıcı gibi tarafsız bir bakış hissediliyor. Ancak nadiren Ruth’a ait olamayacak denli özel anlatımlar bize yazarını hatırlatıyor.

Ayrıca diyaloglar sayesinde sadece karakterler açılmıyor, aynı zamanda öykü de sürükleniyor. Diyaloglar yoluyla halaları tanırken gene böylesine kısa sayılabilecek bir bölümde sevgi, şefkat, sorumluluk, kaybetme korkusu gibi önemli kavramlar okurun duygu ve düşüncesinde içsel bir devinim yaratıyor. Elbette karakterlerden bizimle aynı varlık boyutundaymış gibi bahsetmek biraz tuhaf kaçsa da onların böyle canlı kılınması tıpkı gerçek yaşam gibi kitapla birlikte gelişebilmeyi mümkün kılıyor.

Halalardan sonra, Ruth’un demesiyle, hamile kalmış bir bakirenin uysal alçakgönüllülüğü içinde olan, toplum normlarına karşı, ama isyankâr tavırlı bir aktivist değil, aksine oldukça çekingen olan teyzeleri Sylvie geliyor hayatlarına. Sylvie geldikten sonraki hafta Fingerbone’da üç gün güneş parladı ve dört gün ıpılık bir yağmur yağdı, diyor Ruth. Roman boyunca yaşanan olaylara ve duygulara göre değişen, başta göl, orman, güneş, kar, yağmur, soğuk hava, âdeta kişilik kazanarak oluşan atmosferin birer parçası oluyor. Göl taşı lüp diye yuttuğunda da şeytanın boğazını kestik diyorduk. Bazı yerlerde de suda sürüklenen saçlar gibi görünen soluk alüvyon şeritleriyle kaplı kaygan kayaların üstünde bata çıka yürüyorduk. Sonuçta bize böyle anlatılan mekânların ve zamanın âdeta kişileştiği, zaman zaman karaktere dönüştüğü bir atmosferde ilerliyoruz. Bazen üşüyor, bazen ısınıyor, bazen gülümsüyor ama çoğu zaman durup düşünüyoruz.

Sylvie'nin sahneye girişiyle roman bu üçlü ilişkinin sarmalında aile, toplum, aidiyet ve kimlik, yalnızlık ve yabancılık, ölüm gibi meseleleri sarsıcı biçimde işleyen bir hikâyeye dönüşüyor. Bölüm sonları olağan dışı ve hep hareketli. Böylece merak unsuru sürekli tırmanıyor. İlerleyen kurmacayla birlikte Sylvie’nin genel geçer kurallara aykırı tavrı hâkim. Ama bu tavır çoğunuza yadırgatıcı gelmeyecektir. Onun bu davranışları ne kadar çocuksu, hatta tuhaf olursa olsun bünyesinde hep insancıllığı barındırıyor ve süperego hakimiyetine karşı duruyor. Ayrıca, her ne kadar yazar bunu amaçlamadığını söylese de seçilen ana karakterlerin kadın oluşu ve erkek egemen dünyaya itirazlı duruşları, feminizmi benimseyenlerin de ilgisini çekmiş durumda. Ruth ve Lucille iki farklı yaşamı temsil ediyor. Lucille toplumla uyumlu bir yaşam sürme çabasındayken içine düştüğü durum okuyanları irkiltiyor. Ruth’un topluma uyumun çeperine sıkışması ve çaresizce bu çeperi delip çıkabileceği bir yol aramasıysa umudu körüklüyor. Böylece yazarı tarafından karakterleri kurarken kullanılan bu ölçülü dozlar ve zıtlıklar onları capcanlı kılmanın inceliklerini önümüze seriyor.

Azıcık ışık olsa bize tamamen tanıdık gelecek bir coğrafyada, allak bullak bir hâlde kaybolmuş gibiydik. Sesleri, şekilleri neye yoracaktık, elimizi kolumuzu nereye koyacaktık. Duyularımıza çok az şey çarpıyordu, onların da hepsi şüpheliydi. Romanın içinde bunun gibi söylenmiş sözler çok. Bunların, yaşama görmediğimiz yerden bakıp düşünmediğimiz şekilde düşündürtmeyi amaçladığı kesin. Nihayetinde yokluktan, yoksunluktan yeni bir yaşam kurmak, buna alışmak ve bu hayata karışmak. Kitabı bitirip kapadığınızda gerçek dertle gelir geçer sıkıntılar arasındaki ayrım insanın önüne seriliveriyor. Bir de kucağınızdaki sorularla baş başa kalıyorsunuz. Bu çocuklar başka türlü yaşasaydı nasıl olurdu. Böyle bir dünyada nasıl var olacağız, var olmanın yollarını nasıl keşfedeceğiz.

1943 yılında doğan Robinson Amerikan Edebiyatı okumuş ve felsefe doktorası yapmış. Iowa Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık dersleri vermiş. Doktora tezindeki birikimini bir romana dönüştürmeye karar verince de Evlerden Uzak doğmuş.

Romanda dilin kullanımı dikkat çekici. Yazarın, Washington Üniversitesi'nde Shakespeare üzerine yazdığı tezle doktorasını tamamlamasından güç alarak, şiirsel kullanım diyeceğim ama süslü bir dil yapısı anlaşılacak diye duruyorum. Bunun yerine sembolik ve lirik demek daha doğru. Lirik bölümlerinde yer yer kutsal kitapları veya masalları çağrıştıran anlatı yapısı var. “Gölün gözünün dedemin gözü olduğunu, yoğun, ışıksız, hareketi kısıtlayan sularının annemin uzuvlarını yavaşlattığını, giysilerini ağırlaştırdığını, nefesini durdurduğunu, gözlerine perde çektiğini düşünmeden bir bardak su içemem. Anılar var ve bağlar, tamamen insani ve kutsanmamış. Çünkü aileler dağıtılamaz. İstediğin kadar lanetle, sür onları, çocuklarını yersiz yurtsuz bırak, sellerde ateşlerde boğ, yaşlı kadınlar tüm bu acılardan şarkılar yapar, ılıman akşamlarda verandalarında oturup bu şarkıları söyler. Her acı bir şarkıya gebedir, her şarkı bin kederi hafızaya geri çağırır, yani sayıca sonsuzdurlar ve hepsi aynıdır.” Bu bölümü okurken kitapların zevk verdiğini söyleyen edebiyatçıların da kulaklarını çınlatmış olayım. Gerçekten böyle metinleri okumak zevk veriyor çünkü.

Ayrıca Evlerden Uzak'ın bu kadar yıldır akademik derslere konu olması, konuşulması, onca dile çevrilmesi boşuna değil. Sözünü ettiğim ayrıntılar dışında Kipling’i de anarak başlayan, Defoe ve daha birçok yazara, edebiyat eserine, başta Kalvinizm olmak üzere dini meselelere, toplumsal ve siyasi konulara göndermeler derinliği arttırıyor.

Marilynne Robinson’un koyu bir Kalvinist olduğunu vurgulayarak bu konu üstünde biraz durmak istiyorum. Çünkü romanda karakterlerin davranış ve inanışlarından başlayarak doğanın gücü, olayların akışı ve nihayet sonu bu inanç sistemini arka planda hep taşıyor. Bu inanışta insanlar eşit şartlarda yaratılmamış, kimi için sonsuz yaşam kimi için sonsuz lanet var. Tanrı kayıtsız şartsız seçtiklerini kendine yaklaşmaya istekli hale getiriyor ve ödül olarak kaybolmadan sonsuza kadar güvende kalmalarını sağlıyor. Ruth zaten o resimlerin dedemin cennet tasavvuru olduğunu düşünmüşümdür hep. Bizi henüz doğmamış çocuklar olarak peşinden sürükleyerek buraya, bu acı göle getiren de oydu, derken neler anlattığını az çok görüyoruz. Kalvinizm’e göre tanrının varlığını görmek için dünyanın muhteşemliğine bakmak yeterli. Tanrıyı hatırlatır mı bilmem ama doğan güneş, beyaz köpüklü dalgalar, yüksekten dökülen bir şelale, sakin bir göl klişe gibi görünse de hemen herkesi etkiler. Ruth gibi şafak vakti ve bu vaktin aşırılıkları bana her zaman cenneti hatırlatırdı, diye düşünenler de vardır elbette.

Gene bu inanışta dürüst ve çalışkan olmak, gösterişten uzak yaşamak benimseniyor. Yapayalnız insanların sahip oldukları küçücük lükslerin en ufak ayrıntılarından aldıkları o titiz hazzı da seviyorum, diyen Ruth’un imrendirici hali, lüks yaşam, mücevher kullanmak, sarhoşluk ve tembellik günah diyen bir inanç sisteminin iticiliğini gölgeleyebilir elbette. Yani hikâyenin ayaklarını bastığı topraklarda Sylvie ve Ruth sahnede. Görünüşlerini de hesaba katarsak âdeta Kalvinizm’in elçileri en kanlı canlı halleriyle kapitalizmle savaş halinde.

Belli ki Robinson derin felsefi düşünceleri ve insani boyutu olan, sosyolojik arka planı güçlü bir hikâyeyi iyi bir dille anlatmak için epey uğraşmış. Nihayetinde romana dair bütün parçaların etkileyici şekilde birleşmesiyle güzel bir tablo oluşmuş.

Bu roman için uzun uzun dersler verildiğini, daha söylenecek çok şeyin olduğunu hatırlatarak söyleyeceklerimi bitireyim. Yakın zamanda okuduğum, çoğu yazara ve okura ilham veren, bu konuda söylenmiş en güzel sözlerden biri olduğunu düşündüğüm, Proust’un düşündükleriyle yazımı noktalamış olayım.

Roman yazarı yapıtını bir hücuma kalkar gibi elindeki güçleri tekrar tekrar gruplandırarak özenle hazırlamalı. Bir yorgunlukmuş gibi ona katlanmalı, bir yasaymış gibi onu kabullenmeli, bir rejimmiş gibi ona uymalı, bir kiliseymiş gibi onu inşaa etmeli, bir engelmiş gibi onu aşmalı, bir dostluk gibi onu kazanmalı, bir çocuk gibi onu beslemeli, bir dünyaymış gibi onu yaratmalı.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X