Başar Yılmaz, "Hayatın kıymetli sıradanlığı", literaedebiyat.com, 21 Mayıs 2024
Belleğimiz bize söyler? Onu işitmekten ziyade bizi dönüştürdüğü biçim hakkında bir şeyler söyleyebiliriz belki. Belleğimizin bize kattığı ve eksilttiği şeyler… Sanırım edindiğimiz tecrübeler, sınandığımız süreçler ve yaşanılan irili ufaklı felaketler önce güven duygumuzu zedeliyor. Peki, kendimizi sadece ana rahminde mi gerçekten, tam olarak güvende hissettik? Belki de öyle.
Amerikalı akademisyen & yazar Marilynne Robinson’un Pulitzer ödülüne aday gösterilen ve PEN / Hemingway ödülüne layık görülen ilk romanı Evlerden Uzak (Orijinal adıyla Housekeeping) bize ilk önce bellek ve güvene ilişkin bu soruları sordurarak başlıyor yolculuğuna.
Yolculuk demişken, hikâye neredeyse tamamen Fingerbone isminde, Honolar gölüne kıyısı olan bir kasabada geçiyor olsa da yol ve yolculuk motifi başından sonuna okurun zihnine işlenir vaziyette. Evin babasının demiryolu köprüsünde raylardan çıkarak göle uçan bir trenin içinde sulara karışması… Anneleriyle “sükûnet” içinde yaşam süren üç kız kardeşin bir süre sonra art arda çekip gitmesi… Kız kardeşlerden Helen’in, arkadaşının arabasını ödünç alıp yıllar sonra küçük kızları ile kasabaya, annesinin evine gelmesi ve onları bırakıp arabayı uçuruma sürerek -yine o gölün içine- yaşamına son vermesi...
İki küçük kız kardeş Ruth ve Lucille, önce anneanneleri, o ölünce büyük halaları, onlar da kaçınca (Ruth olayı böyle değerlendirir) yıllar sonra eve dönen tuhaf ve göçebe teyzeleri Sylvie himayesinde büyürler.
Hikâyede büyük kardeş Ruth’un hayal gücünün kılavuzluğunda ilerleriz. Ruth‘un, o felaketlerin yaşanmamış olması hayalini, ailesini geri kazanmaktan ziyade özgürleşme temelli okuruz. Hepsinin geriye döndüğü o hiç yaşanmamış gibi düşlediği sahnede dahi Ruth, annesi, anneannesi ve dedesini eski günleri yad etmeleri, birbirlerine polaroid fotoğrafları göstermeleri için eve gönderirken o, kardeşi Lucille ile ormana koşmaktadır. Orman, gözlerden uzak olmak, özgürleşmektir ona göre. Hakiki bir sığınaktır.
Her ne kadar hikâyeyi Ruth’un gözünden okusak da o felaketlere dair hissedilen duygunun tarifi hiçbir yerde doğrudan verilmez. Bir çocuğun yas tutma sürecini dramatik hatlarda değil yalın bir atmosfer içinde kendi doğallığında gözlemleriz. Diğer taraftan, doğanın evlerde ve kasabada yarattığı tahribat, her an gidecekmiş gibi paltosu sırtında, günlük eşyalarını mütemadiyen yatağın altındaki kutuda tutan geçmişi göçebe bir teyzenin türettiği tekrardan terk edilme korkusu, Ruth’un Lucille’deki ani değişikliklere adapte olma telaşı ve uyumlanma çabası, iki kız kardeşin büyüme sancıları, göl ile olan karmaşık ilişkileri, okura büyük bir “baş etme” anlatısı sunar.
“Tanrı bu dünyayı bu günah dolu kederden bir tufanda istediği kadar arındırsın, o suları birikintilere, göllere, hendeklere geri toplasın, bunların her biri de gökleri yansıtsın, yine de hâlâ biraz kan ve saç tadı gelecektir o sulardan.
Suyun (ıslaklığın), hikâyede başat metafor olarak işlendiği dikkatli okurun gözünden kaçmayacaktır. Göle düşen tren, göle sürülen araba, evlerini basan sel suları, çatıları ağırlığı ile çökerten kar, Nuh Tufanı örneklemesi, ıslanan karakterler, her ne kadar sert kabuklarla çevrelensek de suyun o kabuktan bir şekilde sızarak içerideki çekirdeği şişireceğine vurgudur. Başka bir deyişle, hayatın kıymetli sıradanlığıyla çatışan, belleğimize karşı konulamaz biçimde etki eden kıvılcımların eğretilemesidir su. Dolayısıyla, Robinson’un, hikâyede doğayı da bir karakter olarak kullandığı fark edilecektir. Orman, göl, kar, soğuk ve sele dair incelikli tasvirler, hikâyenin izleğini besler vaziyette biçimlendirilmiştir.
Ruth ve Lucille’nin, teyzeleri Sylvie ile Fingerbone kasabasında yaşadıkları günlere dair bazı detaylar da okura alt metinde kimi çağrışımlar uyandırmaktadır. Buna en net örnek, akşam vakitleri karanlıkta yemek yemeleridir. Bunu Sylvie’nın, her ne kadar içinde yaşasalar da, odaklarını her şeyin istiflendiği, kimi eskimiş kimi kolilenmiş eşyalarla dolu, perdenin ucu yanmış, toz kaplamış evden uzaklaştırıp aydınlık ve dışarıyı gören pencereye yöneltme arzusu olarak yorumlarız.
Dağılan bir ailede iç içe geçmiş yalnızlıklar, yersiz-yurtsuzluk hali, sıradan hayatların sıra dışılığı büyük bir masanın üzerinde katman katman açılan bir harita gibi okurun gözünün önüne serilmektedir. Ruth’un tarif ettiği gibi, insan başıboş ve yalnızken yalnızlığın utançları durmadan yoğunlaşmaktadır.
“Gölün gözünün dedemin gözü olduğunu, yoğun, ışıksız, hareketi kısıtlayan suların annemin uzuvlarını yavaşlattığını, giysilerini ağırlaştırdığını, nefesini durdurduğunu, gözlerine perde çektiğini düşünmeden bir bardak su içemem. Anılar var ve bağlar, tamamen insani ve kutsanmamış. Çünkü aileler dağıtılamaz. İstediğin kadar lanetle, sür onları, çocuklarını yersiz yurtsuz bırak, sellerde ateşlerde boğ, yaşlı kadınlar tüm bu acılardan şarkılar yapar, ılıman akşamlarda verandalarında oturup bu şarkıları söyler. Her an bir şarkıya gebedir, her şarkı bin kederi hafızaya geri çağırır, yani sayıca sonsuzdurlar ve hepsi aynıdır…”
Ruth, kaybettiği şeyi, garip huylara sahip olsa da, teyzesi Sylvie’nın yanında bulabileceğini düşünürken, kardeşi Lucille başka bir dünyanın geniş sınırlarından geçebilecekleri kanaatindedir.
Sylvie zaman zaman parkta yatan, evde teneke kutu ve gazete biriktiren aykırı bir karakter iken sessiz ve sıradan Ruth’a göre Sylvie ile aynıdırlar. Sylvie anneleri de olabilirdi. Onun suretinin içinde doğmamış çocuk gibi kıvrılmış uyumaktadır. Aynı şekilde Sylvie da Ruth’u kaybetmek istememektedir. Ruth’un aktarımına göre Sylvie kendisine hemen hemen hiç kafa yormamaktadır. Ruth’un olağanlığı, sıradan mevcudiyeti, tanıdık sessizliği ona iyi gelmektedir. Bu perspektiften değerlendirildiğinde Ruth ve teyzesi Sylvie, dağılmış bir ailenin iki ayrı kuşağı olarak birbirleriyle sessiz bir dayanışma kurmaktadır. Belki de bir “yerine koyma” halidir bu. Ruth için annesi, Sylvie için kardeşi, yani Helen.
Sonlara doğru Ruth’un, annelerinin kendilerini terk edişi ile daha net yüzleşebildiğine tanık oluruz. Bu yüzleşme, hikâye boyunca Ruth’un “başka türlü olsaydı” sayıklamalarının en net örneğidir. O gün, kardeşi ile onu anneannelerine bırakıp gittiğinde, arabasını uçurumdan aşağı sürmek yerine geri dönseydi, annelerinin hüznünün mahiyeti ve nelere kadir olduğu hakkında hiçbir şey bilemeyeceklerini söyler Ruth.
“Ama tek etti bizi, hüznün kanatlarını, tepelere doğru bin bir yoldan uçuşunu gördük…”
Aile böylesine dağılmayacak, çok daha sıradan bir hayata sahip olacaklar, kendileri ayrı yuva kurup yaşlanan annelerini belli zamanlarda ziyaret edecek, sıradan şeyler konuşulacak, sıradan dertlerle uğraşacaklardı. Ruth, kendi yalnızlığının, yersiz yurtsuzluğunun keşfini bu varsayım ile sağlar. Bilir ki aydınlık evlere sokaktaki karanlığın içinden bakan bir çift gözdür bu yalnızlık.
“Çünkü insan yalnızlığı bir kere tattı mı başka türlü de var olmuş olabileceğine inanması artık imkânsızdır. Yalnızlık mutlak bir keşiftir. İnsan aydınlık bir pencereye içeriden baktığında ışıkları yanan bir odada kendi imgesini görür; göle yukarıdan baktığında da ağaçlar ve gökyüzüyle sarmalanmış kendi imgesini görür. Aldatmaca bariz, bariz olduğu kadar da pohpohlayıcıdır. İnsan karanlıktan aydınlığa baktığında ise, burası ile orası, bu ile şu arasındaki bütün farkı görür. Belki sığınacak yeri olmayan tüm insanlar içten içe öfkelidir; çatıyı omurgayı, kaburgayı kırmak, pencereleri paramparça etmek, zemini sular seller içinde bırakmak, perdeleri delik deşik etmek, kanepeyi suya batırmak isterler.”
Hüznün açığa çıkmadığı, her şeyin üstünü örten bir sıradanlık ve yalnız kendi suretlerini gördükleri bir aydınlık… Sıradanlık içinde bir aldatmaca mı, sıra dışı bir gerçek mi? Kim bilir...