Seydali Önal, "Mekânın Sirayetinde Evlerden Uzak", edebiyatburada.com, 21 Nisan 2024
Annelerinin ölümünün ardından önce anneanneleriyle sonra büyük halalarıyla en sonunda da teyzeleriyle birlikte göl kıyısındaki küçük bir kasabada yaşayan iki kız kardeşin –Ruth ve Lucille- hikâyesini anlatıyor, Evlerden Uzak.
Hikâyeyi kız kardeşlerden Ruth’tan dinliyoruz. “Adım Ruth. Kız kardeşim Lucille’le anneannem Sylvia Foster’ın, o ölünce görümceleri Lily Foster ve Nona Foster’ın, onlar kaçınca da kızı Sylvia Fisher’ın himayesinde büyüdük. Tüm bu kuşaklar boyunca tek bir evde, demiryollarında çalışan ve ben dünyaya gelmeden yıllar önce bu dünyadan kaçıp gitmiş olan dedem Edmund Foster’ın anneannem için inşa ettiği evde yaşadık.” (s. 9) Hikâyenin girişi romanın hem bir özeti hem de bir omurgasını oluşturuyor gibi gözükse de özellikle mekân metaforları ve bu metaforlarla kahramanların ilişkileri romanı ayrı bir derinliğe taşımakta.
Destanlardan günümüze kadar tüm anlatılarda mekân, kahramanın özelliklerinin ve temanın asıl belirleyicisi olmuştur. Kahraman ile mekân arasında girift bir ilişki vardır. Her ikisi birbirinin tamamlayıcısıdır. Biri olmadan diğeri eksik kalır. Bu iki öge arasındaki ilişki ne kadar başarılı anlatılırsa imgeler altındaki anlatının lezzeti okur için ayrı bir tat verir. Evlerden Uzak romanında kahramanlar ve mekânlar arasındaki ilişki sağlam bir şekilde betimlenmekte hatta diye biliriz ki mekân betimlemelerinden yola çıkarak hem konunun nasıl gelişeceğini hem de kahramanların ruhsal derinliklerini öğreniriz.” … pencereleri tam toprak zemin ve göz hizasında olan yerden bitme bir evde büyümüş, öyle ki dışarıdan bakınca hafif bir tümsek, mezardan hallice bir sığınakmış ev, içeriden bakınca ise dünyanın o bölgedeki mutlak dümdüzlüğü uzakları öyle yakın ediyormuş ki, ufuk sadece toprak evi çevreliyor gibi görünüyormuş.” (s. 9)
Trenin göle düşmesiyle birlikte dede Edmund Foster “bu dünyadan kaçıp gitmiştir.” (s. 9)
Dede Edmund’un bu dünyadan kaçıp gidişi mekânın betimlemesiyle okuyucuya verilmektedir. “Köprüye geri yüzdüğü, yukarı çekildiği ve oradaki adamlara az önce nerede olduğunu anlattığı sırada su donuk ve mat bir hal alıyordu, soğuyan balmumu gibi tıpkı. Bir yüzücü suyun yüzüne ulaştığında herkesin tüyleri diken diken oldu. Buzun kırılıp parçalandığı yerlerde oluşan buzsu zar taze, camsı, siyahtı. Tüm yüzücüler geri geldi. Akşam olduğunda gölün o kısmı kendini mühürlemişti.
Bu feleket, Fingerbone’da üç kadını dul bıraktı: anneannem, manifatura dükkânı sahibi, ihtiyar iki erkek kardeşin karıları.” (s. 13)
Dede Edmund’un ölümünden sonra iyi bir eş olduğu kadar iyi bir dul olan anneanne ve üç kızı hayatını idame ettirirler. “Babalarının ölümünden sonra kızlar annelerinin etrafında pervane oldular, her yaptığını dikkatle izlediler, evde peşinden ayrılmadılar, ayağının altında dolaştılar. Molly o kış on altı yaşındaydı, annem Helen on beş, Sylvie ise on üç.” (s. 15)
“Bir yıl anneannenin sessiz sakin üç kızı varken, ertesi yıl ev bomboş kalmıştı. (…) Felaket tıpkı trenin kendisi gibi gözden kaybolmuştu, akabinde gelen sükûnet felaketten önceki sükûnetten daha büyük değildiyse de öyle görünmüştü.” (s. 19)
Molly misyoner bir topluluğun hizmetinde çalışmak üzere Doğu’ya doğru yola çıkar.
Ruth ve Lucille’nin annesi Helen’a Stone dene adama kaçmıştır. Sylvie’nin Fisher diye bir adamla evlenmek için evden ayrılır. “Helen’ın Fingerbone’den ayrılışıyla geri dönüşü arasında tam yedi buçuk yıl geçti, nihayet geri döndüğünde ise bir pazar sabahıydı, yani annesinin evde olmayacağını biliyordu ve sadece Lucille ile beni camekânlı verandadaki bir kutu kepekli bisküviyle oturtacak kadar kaldı, bisküviler aramızda olası bir dalaşı engellemek içindi.” (s. 22)
Helen’a kızlarını anneannenin verandasında terk ettikten sonra göle doğru giderek hayattan kaçıp gitme metaforuna yakalanmıştır. Göl, ailenin bir anlamda hem varoluş hem de yok oluş sebebidir.
“Beş yıl boyunca anneannem bize çok iyi baktı. Uzun bir günün rüyasında yeniden yaşayan biri gibi baktı.” (s. 26)
Anneannelerinin çocuklardan bir isteği vardır, güvende kalmaları için evi satmamalarıdır. Anneanne bir kış sabahı uyanmaktan imtina ettiğinde Lily ve Nona halalar evi idare etmeye başlar.
Lily ve Nona halalar çocuklara bakmak için teyzeleri Sylvie’yi gölün kıyısındaki eve çağırır, amaçları bir an önce çocukları teslim edip kendilerini huzurlu hissettikleri otellerine dönmektir.
Sylvie’nin gölün kıyısındaki eve gelmesiyle birlikte roman asıl temine evrilir. Bu bölümden sonra romanın üç karakterinin mekânla, doğayla, iklimle olan ilişkisi üzerinden olayların gelişimine şahitlik ederiz. Sylvie bir göçebedir ve göçebe yaşamı kendisine sirayet ettiği gibi gölün kıyısındaki evi de dönüştürmeye başlamıştır. Çocuklarda paltosunu üzerinden çıkarmayan Sylvie’ye karşı bir güvensizlik vardır, her dışarı çıktığında geri dönmeyeceği gelgitlerini yaşarlar.
Evlerden Uzak, mekânın, doğanın, iklimin, geçmiş yaşantıların karakterlerin üzerinde bıraktığı hüzün ağırlığını, var olup olamama duygusunu mecazlı bir anlatımla okura bahşediyor. “İnsanın herhangi bir göl kenarında avucuyla su içerken, annelerin o sularda boğulduğunu, boğuldukları sırada çocuklarını havaya doğru kaldırdıklarını, bunu kollarının gücü çocukları havada tutmaya yetse bile çok yakında tufanın bütün çocukları alacağını bile bile yaptıklarını anımsamaması mümkün değildir.” (s.166)
“Gölün gözünün dedemin gözü olduğunu, yoğun, ışıksız hareketi kısıtlayan sularının annemin uzuvlarını yavaşlattığını, giysilerini ağırlaştırdığını, nefesini durdurduğunu, gözlerine perde çektiğini düşünmeden bir bardak su içemem. Anılar var ve bağlar, tamamen insani ve kutsanmamış.” (s. 166)