Kaan Biçici, "Menstrüasyon hakkında konuşmalıyız”, 10 Haber, 17 Nisan 2024
Menstrüasyon ya da regl hakkındaki konuşmalar sıklıkla sessizlikle karşılanır veya utançla bastırılır. Amerikalı feminist biyolojik antropolog Kate Clancy, Muayyen Günler'de birçok bilimsel çalışmaya atıf vererek konuyu tüm yönleriyle ele alıyor.
Günümüzde, toplumumuzda menstrüasyon ya da regl hakkındaki konuşmalar sıklıkla sessizlikle karşılanır veya utançla bastırılır. Ancak, bu sessizlik ve utanç, kadınların ve toplumun genel sağlığını olumsuz etkileyen bir tabuyu beslemekte. Menstrüasyonun doğal bir biyolojik süreç olduğu gerçeği, hala pek çok insan için rahatsız edici bir konu olarak görülüyor. Amerikalı biyolojik antropolog Kate Clancy menstrüasyona dair toplumdan topluma bakış açısının nasıl değişebildiğinden başlayarak, menstrüasyonun biyolojik süreçlerini de anlatırken sömürgeciliğin, ırkçılığın, cinsiyetçiliğin, transfobinin, hatta beslenmeye dair belli kalıplaşmış düşüncelerin menstrüasyon sürecini nasıl etkilediğine dair tartışmaya davet ediyor. Bunu yaparken de birçok bilimsel çalışmaya atıf vererek toplumsal olanı da tartışmaya açıyor. Kate Clancy’nin bu tartışmalara davet ettiği Muayyen Günler: Menstrüasyonun Gerçek Hikayesi kitabı Özde Duygu Gürkan çevirisiyle Metis’in Bilim serisinin 55. kitabı olarak geçtiğimiz ay raflardaki yerini aldı.
Kimi yerde kutlama kimi yerde tecrit
"Kate Clancy uzun süredir üreme ekolojisi ve adaleti, menstrüasyon üzerine çalışan feminist bir biyolojik antropolog. Kendisinin de küçük yaşlarda, okulda maruz kaldığı sağlığa dair yanlış anlatılar onu menstrüasyon hakkında araştırmaya itmişti."
Pratisyen çocuk hemşiresinin ‘menstrüasyon demir eksikliği yapar’ söylemi o kadar aklına takılmıştı ki lisansüstü tezi için bir kıvılcım haline gelmişti, sonradan da araştırmaları gösterecekti ki kişinin “rahim iç duvarı ne kadar kalınsa” demir durumu ‘daha iyiydi’. Clancy aynı zamanda antropolojideki “Erkeklerin avcı olduğu”, “beyazların üstün ırk olduğu” hakim anlatıya karşı da kılıcını bileyecekti. Menstrüasyon da bundan fazlasıyla nasibini almış bir konuydu. Kendisinin deyimiyle: “Bu konuyu sarmalayan gizem hem jinekolojinin tarihiyle hem de parası olan insanların neyi fonlamaya değer bulduğuyla ilgili; yani bilimsel çalışmaları ve rahmin tıbbi bakımını kimin kontrol ettiğiyle.”
Tabii burada sadece fail olan antropoloji değildir. Tıp kitapları ve sağlık derslerinde sık sık vurgulanan regl döngüleri, gerçekte sabit bir süreç gibi gösterilirken, aslında esnek ve değişken tepkilere dayalı dinamik süreçlerdir. Clancy burada “normatiflik” teriminin, öjenik bilimden kaynaklandığına işaret ediyor ve ortalamanın sağlıklı olduğu, diğerlerinin ise kusurlu olduğu yanlış inanca dair tartışma açıyor. Bunu ilk olarak toplumlara, kültürlere dair bir tartışmayla bağlıyor.
Örneğin Nepal’deki “Çopadi” geleneğinde regl olan kadınlar regl süresince çocuklarıyla birlikte zorla derme çatma evlerde kalıyorlarmış. Kaldıkları evde tuvalet, yataki elektrik olduğu gibi yılanlar da evin sakinlerinden olduğundan bir süre sonra çoğu kadın ve bebekleri hava koşullarından ya da yılan sokmasından dolayı ölüyorlarmış. Bir başka örnek ise bunun tam tersi bir biçimde kendini gösteriyor. Kuzey Kaliforniya’daki Hupa kabilesinde regl olanlar minç adı verilen (küçük, tanıdık veya sevilen ev anlamına geliyormuş) yerlerde toplanırlarmış. Bu da az önceki gibi bir tecrit olmaktan öte bir araya gelme mekanı olarak kendini gösteriyor. Ya da Gana’daki “Asante” halkı da menarş (ilk menstrüasyon) törenleri düzenleyerek hediye ve tebriklerin olduğu bir kutlama organize ediyormuş.
Menstrüasyon sadece üreme ile mi ilgilidir?
Bazı kültürlerde de menstrüasyon törenlerinin amacı “kirletici” olandan kurtulmak da olabiliyorken aynı zamanda “regl”, “gebelik” ile de benzeştirildiğinden bu “yaratıcı” olan gücü de kontrol altına almak toplumların kadını kontrol altına almasıyla sonuçlanıyor. Avrupa’nın “karanlık” Orta Çağ’ında da regl kanı bir tür “pislik” olarak görülecekti. Bazıları için “sindirilmemiş yiyecekler” olarak dahi yorumlanabiliyordu. Daha sonralarında kilisenin güç kazanmasından sanayileşmeye kadar da bu bakış açısı hâkim olandı. Clancy ise bu dönemlerdeki kadına dair toplumsal değişimin önemli sebeplerinden biri olarak da kadınların ekonomik değil üreme değeri olarak tanımlanmasını gösteriyor: “…feodalizmdne ve hane içi üretimden, daha kapitalist, maaş bazlı bir ekonomiye geçilmesi ve karşılığında maaş verilmeyen ev işlerinin –yani fiilen kadının yaptığı işlerin- artık ‘iş’ olarak sayılmamasıydı.”
Menstrüasyonun tıbben anlaşılması da hala önemliydi. Profet’a göre spermlerin taşıdığı patojenleri bedenden uzaklaştırmanın bir yolu olarak görülürken, Strasmann ise beden enerji “verimliliğini” tercih ediyor olduğundan enerjiden tasarruf etmenin bir yöntemiydi, Finn ise kalınlaşan rahim iç duvarındaki fazlalık olan doku ve kanı atmak dışında hiçbir amacı ve anlamı yoktu. Clancy ise burada menstrüasyonun ele alınış tarzına dair taraflı yaklaşıldığına dikkat çekiyor. Yanlış anlamaların en önemlisi olarak da ortalaması olarak elde edilmiş “normal” olanın hiçbir kimsede olmadığını iddia ediyor.
Örneğin her reglde yumurta bırakılmaz, her üç seferin sadece ikisinde yumurta bırakılır. Menstrüel akıntı da bir atık olmadığı gibi endometriyal döngünün önemli bir bileşenidir. Bunların yanında menstrüasyonun daha sık ya da daha seyrek olması bazı bozuklukları getirdiğinden menstrüasyon sadece üreme için değil genel sağlık durumu açısından da önem arz etmektedir. Bu normaller de sadece bireysel özelliklerden gelmemektedir.
Özellikle psikososyal durumlar menstrüasyonu etkilemektedir. Göç etmiş kadınlarda preeklampsi (gebeliğin sonlarında yüksek tansiyon ve organ hasarına neden olan ciddi tıbbi durum) Batı Avrupalı kadınlara göre daha yüksek çıkmasının en önemli sebeplerinden biri de psikososyal strestir. Tabii ne yazık ki bunu “ırksal” farklılıklar olarak yorumlayabilen çeşitli bilim insanları da mevcut. Clancy buraya dair de kitabın tamamında da eleştirel yaklaşımına referans olabilecek biçimde şöyle diyor: “Toplumların ‘ırk’la ilgiliymiş gibi görünen sağlık farklılıklarının aslında ırkçılıkla ilgili olduğu bilinen bir gerçek.”
Normal olan “gerçek” olan değil
Çevresel olan bu kadar etkiliyken bu etki sadece menstrüasyonun kendi sürecini etkilemekle kalmıyor. Menarş (ilk menstrüasyon) da aslında bir başlangıç değil ve öncesinin de hangi koşullarda olduğu menstrüasyonun sürecini de belirleyicilerinden olabiliyor. Adrenarş, ergenlik döneminde adrenal bezlerin hormon üretimindeki artışı ifade ederken, telarş cinsel olgunlaşmanın başladığı ve ikincil cinsel karakterlerin geliştiği süreci ifade eder. Pubarş ise ergenlik dönemindeki cinsel olgunlaşmanın bir parçası olarak pubik kılların, genital bölge tüylerinin ve ter bezlerinin gelişimi olarak tanımlanır. Menarş ise bir kadının ilk adet kanamasını yaşadığı ve üreme yeteneğine eriştiği zamanı ifade eder. Bu süreçlerin tamamı aslında ergenlik döneminin doğal bir parçasıdır ve esasen de hormonal değişikliklerle ilişkilidir. Hormonal olan da çevresel olanla fazlasıyla etkileşim halindedir.
Örneğin adet düzensizliği genelde bir şekilde çeşitli tıbbi problemlerle birlikte olduğu söylense de menarştan sonraki yedi yıla kadar olan süreçte düzensizlik arzu edilir bir durum aslında. Menarş başlangıç yaşının da bu değişkenliği de yine yaşanılan toplumsal koşullara göre değişiyor. Sanayileşmiş toplumlarda ortalama menarş yaşı on iki buçuk iken günümüzün toplayıcı topluluklarında on yediye kadar çıkabiliyor. 28 gün de aslında tüm olayların yirmi sekiz günde gerçekleştiği bir durum değil tersine birçok süreci içeren birçok etkileşimi barındıran bir süreç olduğu için de oldukça değişkenlik gösterebilen bir süreç.
Kişinin hareket oranından egzersiz yoğunluğuna, beslenmesinden etkilendiği stres faktörlerine bunların tamamı regl döngüsünde çeşitli örüntüler yaratıyor. Clancy ise bu yaklaşımın “regl döngüsünün uzun yıllar boyunca yerine getirdiği farklı işlevleri araştırıp keşfetmekten” ziyade düzene sokmanın ve basitleştirmenin bir sonucu olduğuna vurgu yapıyor kitap boyunca. Hatta yaptıkları bir çalışmaya referans vererek değerlerin ortalamalarını alarak yapılan grafik sonucunda bir grafik elde ettiklerini ancak –tıpkı ders kitaplarındaki gibi olan- bu grafikteki “normal” değerinin hiç kimsede görülmediğine de yer arıyor.
Stres faktörleri oldukça önemli
Clancy kitap boyunca özellikle sosyal faktörlere, psikososyal faktörlere dikkat çekmesiyle de bugün pek de rasgelinemeyen bir perspektifle yaklaşıyor meseleye. Bir kişinin hormon değerlerinden yumurtlama zamanına yaşadığı çevreden yaşadığı travmalara ne kadar bunları anlarsak stres faktörlerinin o kişinin yumurtalık fonksiyonunu nasıl etkilediğini anlayabileceğimize de dikkat çekiyor. Bunlardan da önemlisi “inanılmak” ya da “psikolojik destek almak”; stres faktörleriyle başa çıkmaya yardımcı olan uygun kaynaklara sahip olmak da söz konusu faktörlerin fizyolojik etkilerini hafifletebiliyor.
Kitapta dikkat çektiği bir diğer önemli mesele de hormonal doğum kontrol yöntemleri. Depresyon ile bağlantılarına dair son yıllarda birçok çalışma yayınlandığı halde erkekler için geliştirilen hormonal doğum kontrol yöntemlerinin klinik denemelerinde benzer bir durumla benzer bir komplikasyon görüldüğü gibi çalışmalarının durdurulması ve iptal edilmesi gerçekten önemli bir mesele.
Tüm bunlar haricinde bağışıklık ve hijyen konusunda da önemli uyarılarda bulunuyor kitap boyunca. Bölümler açısından da kimi zaman okumayı zorlaştırabilecek bir sıralama takip ediyorsa da Clancy menstrüasyonun ne olduğunu anlatmakla kalmayıp kişinin bedeniyle yaşadığı toplumun ilişkisinin nasıl sonuçları olabileceğine dair de ufuk açıcı bir perspektif bırakıyor. Zaman zaman biyoloji felsefesi bakımından düştüğü yanlışlar olsa da (örneğin bilincin “seçim” yapmasına dair çeşitli anekdotlar) tartışmanın tamamında bireyi toplumsal olandan yalıtmadan konuyu ele alıyor. Kitapta karanlık bir atmosfer çiziyor gibi görünebilir ama sorunun kaynaklarını işaret etmekten de hiç tereddüt etmiyor:
“İçinde yaşadığımız ve çalıştığımız sistemler insanların hedef olma riskini artırıyorsa, sosyal destek bulma ihtimalini azaltıyorsa ve bize kötü muameleyi dışsallaştırmanın kötü olduğunu öğretiyorsa, o zaman bu göze çarpmayan zararlar birçok insanın sömürgecilikte ve kapitalizmde deneyimlediği daha kapsamlı sistemik zararın bir parçası demektir.”