Tanıl Bora, “Mülke Çökmek – ve ‘Rezerv Alan’”, Birikim, 27 Aralık 2023
“Çökmek” fiilinin güncel yeni anlamı, Ekşi Sözlük kayıtlarında bile henüz ancak 2015 Kasım’ında belirmiş – şöyle: “Daha güçlü olan birisinin daha güçsüz ve savunmasız birisinin malına mülküne cebren el koyması, yağmalaması.” 2021 Mayıs’ında, drgogol adlı Ekşi Sözlük müellifi, kavramı şöyle tefsir etmiş: “mafyanın en önemli eylemlerinden biridir. zengin bir adamın malına mülküne göz göre göre, göstere göstere, korkutarak, yıldırarak el koymaktır. bazı devlet yöneticilerinin de mafya devletine dönüşerek bu eylemi yaptıkları bilinmektedir. allahtan ülkemiz bağımsız bir hukuk devleti olduğundan böyle bir şey yaşamamız mümkün değildir.”
“Çökme”nin TDK Sözlüğü’nde yer alan cari 11 karşılığı ise, bu yeni, çağdaş anlama yetişememişler. Oysa çökmek deyince günümüzde, inşaat ve beden hareketlerinden önce, bu yeni ekonomi-politik anlam çağrışıyor. Çökme’nin ekonomi-politiğini, başta Çiğdem Toker’in, Bahadır Özgür’ün yazılarından, gün be gün takip edebilirsiniz.
Mülk, Arapça “sahip olunan şey, egemenlik alanı, devlet” anlamını taşıyor. İngilizce ve Fransızcadaki karşılığı, property /propriété, Latince “özel, tikel, birisine ait ve mahsus” anlamındaki proprius’tan geliyor.
Özel mülkiyetin doğuşuna dair şu meşhur mesel var ya: hani şu, tarihte-ilk-kez-bir-toprak-parçasının-etrafını-çevirip-“burası benimdir”-diyen-adam anlatısı… Veya, tarihteki ilk çitleme eylemi… Çitleme, tarihte bir vakitler olmuş bitmiş bir hadise değil. O adam, o adamlar, onların vekilleri-temsilcileri, birtakım şirketler, hâlâ bir yerleri “burası benimdir, bizimdir” diye çitlemeyi sürdürüyor. Umumiyetle devlet suretine bürünmüş olarak yapıyorlar bunu. Mülkiyet, hiç de sadece kişisel-özel olmayan, hukukî veya kısmen hukukî şiddete, kısmen de hukuk dışı zor mekanizmalarına başvurarak, kısacası çökme yoluyla da, genişliyor, yayılıyor. [1] “İlkel birikim,” ilkel çağlarda, kadim zamanlarda olup biten bir ameliye değildir – süreğendir.
Kapitalizmin neoliberal evresinde belirginleşen imhacı-tenkilci cephesi, bu çitleme ve çökme dinamiğinin tekerini daha hızlı döndürüyor.
Bunu, Kai Lindemann’ın “Çetelerin” Siyaseti (İletişim, 2023) kitabındaki teziyle bağlantılı düşünmeli. O, neoliberal çağda devletin, ganimet payına karşılık koruma sağlama niteliğindeki kadim/ilksel özünün iyice belirginleştiğini anlatıyor. Sermaye-devlet-toplum ilişkileri, böylesi bir “çete” ilişkisi içinde şekilleniyor ona göre.
Begüm Özden Fırat ve Fırat Genç’in derlediği Mülkiyet ve Müşterekler (Metis, 2023) kitabı, derleyenlerin Giriş metninde belirttikleri gibi, mülkiyet kavramının sosyal teoride ve siyasette ‘yeniden değerlenmesini’ sağlamayı amaçlayan bir hamle. Derlemenin alt başlığına dikkat edelim: Türkiye’de mülkiyetin inşası, icrası ve ihlâli. Kitaptaki yazılar, mülkiyetin donuk bir hukukî ve ekonomik statü olarak anlaşılamayacağını, onu toplumsal bir ilişki olarak anlamak gerektiğini gösteriyor. Yine dikkat: inşası, icrası yanında ihlâli de, mülkiyet ilişkilerinin bir boyutunu oluşturuyor. Mülkiyeti ihlâlin kâh şiddete-zora dayanan, kâh resmi-hukukî, kâh –pek çok zaman- resmen-hukuken zora başvuran biçimleri de, pekâlâ mülkiyet rejiminin bir parçası olabilir, nitekim oluyor. Mülkiyet ilişkileri, çok boyutlu, çatışmalı ve müphemlikler barındıran bir mücadele alanı, Fırat ve Genç’e göre. Kamu-özel ikiliğine de sıkıştırmadan, karmaşık ve melez biçimleri içinde ele alınması gereken bir mücadele alanı.
Kitap, Türkiye’de mülkiyetin muhtelif inşa, icra ve ihlâl deneyimlerine, mücadelelerine dair tarihsel ve güncel örneklerle dolu. Başta “gâvur malı” olmak üzere mülksüzleştirme (yine: çökme) geleneğinden, Airbnb pratiğine kadar… Begüm Özden Fırat’ın, mülkiyetin aşağıdan ve ideolojik inşasına eğilerek, “Mülk Allahındır” ‘söyleminin’ anlam katmanlarını deşen makalesini bir kenara ayırmak isterim. [2]
Mülkiyet ve Müşterekler yazarları, Türkiye’de son dönemde metalaştırma dinamiklerini “yaygınlaşıp derinleştiren” icraatın, bir yandan da mülkiyet kurumunu çatışmalı hale getirdiğini vurguluyorlar. Bilhassa muhataralı üç temel uygulama var: Kayıt altına alma, özelleştirme ve acele kamulaştırma.
Özellikle sonuncusu, acele kamulaştırma, malûm, iktidarın ekonomi-politiğinin can damarını teşkil eden inşaat ve enerji ekonomisini harlamaya hizmet ediyor. Acele kamulaştırma uygulamalarının, nasıl “tahrip” kelimesinin kifayet etmeyeceği ekolojik yıkımlara yol açtığını, insanları kaç nesildir yurtları olan yerlerde barınamaz hale getirdiğini, biliyoruz. [3] Mülkten-topraktan öte, tabiata, feleğe, devrana çöküyorlar. [4]
İktidarın “kaynak” iştihası, çeyiz sandığının dip köşesini karıştırıp büyük nineden kalma dantelleri satma merhalesine gelirken, tam da Mülkiyet ve Müşterekler kitabının çıktığı günlerde yeni bir yöntem daha icat edildi: “Rezerv yapı alanları.” Resmî tanımına göre, âfet riski altında bulunduğu tayin edilen alanlarda, Toplu Konut İdaresi veya “İdare”nin talebine bağlı olarak veya re’sen Bakanlıkça belirlenen yerler, “rezerv yapı alanı” olarak ayrılacak ve buralarda “Gelir ve hasılat getirecek her türlü uygulama” yapılabilecek. [5] İlk uygulamaları Hatay’da Antakya, Defne ve Samandağ’da sağlam ev ve dükkânların da bulunduğu, yani içinde bir hayat olan “hektarların” hazineye devredilmesiyle gördük. [6] Üsküdar’da bir konut sitesi, saptanmış bir deprem riski olmamasına rağmen rezerv alan ilan edilerek Diyanet’e devredildi. [7]
“Rezerv alan” (Reserve area), doğa koruma alanları için kullanılan bir kavramdır, aslında. Yani bu hamle, iktidarın kavramları zıddına çevirme veya içini boşaltma usulüne de uygundur.
Lokantalardaki “rezerve” masaları biliriz. “Birilerine” ayrılmıştır, başkası oturamaz. Rezerv yapı alanı, bu ‘espriye’ de uygundur.
Bir de “rezervasyon alanı” kavramı var, bilirsiniz; nesli tükenmekte olan topluluklara, mesela ABD’de Kızılderili yerlilere ayrılan yurtluklar. Ebed-müddet çitleyicilerin ufkunda, özelleştirmelerden, acele kamulaştırmalardan, rezerv yapı alanlarından falan, halka, kamu âleme, kala kala kalacağı odur: birtakım rezervasyon alanları.