Sırma Köksal, "Biz hâlâ güneşin altındayken...", K24, 4 Mayıs 2023
Gassan Kanafani’nin 1963 yılında yayımlanan Güneşteki Adamlar adlı romanı zorlayıcı bir kitap. Eminim yazarı bu kitabın yazıldığından tam tamına altmış yıl sonra hâlâ bu denli yakıcı bir güncelliği anlatıyor olmasını istemezdi. Yazıldığı yılda, yurtsuz bırakılmış olan Filistin halkının acısını anlatan bu roman artık birçok halkın güncel gerçeği. Çeşitli nedenlerle ülkesinde yaşam şansı kalmayanlar kopmuş bir kolyenin boncukları gibi tüm dünyaya saçılıyor; göç alan ülkelerin hükümetleri yerinden oynaması mümkün değilmiş gibi görünen mobilyaların altına kadar dağılmış bu milyonlarca parçayı nasıl toplayacağını bilemeyen isterik ev kadınları gibi homurdanıp duruyorlar.
“Mültecilerin eski yaşamlarının silindiğini biliriz” der Adorno ve sürdürür:
“Yaşam, ihlali tamamlansın diye birleşmiş istatistikçilerin zafer otomobiline bağlanıp sürüklenmektedir ve artık geçmiş bile korunamamaktadır bugünden, onu anımsamakla bir kez daha unutuluşa teslim eden bugünden.”
Adorno’nun şeyleşme dediği bu hali, insanı ve yaşamı istatistik değerlere indirgeyen dünyayı Stanislav Lem, İnsanın Bir Dakikası’nda anlatır. İstatistik ölçümlemeyle her şeyi biliriz insan hakkında, dakikada kaç kişinin dişinin ağrıdığına varana dek.
Diş ağrısı demişken… Güneşteki Adamlar’ın yazılmasından yirmi yıldan biraz daha önce Virginia Woolf, Perde Arası’nda baş karakter Isa’nın diş ağrısını geçirmek için kitap okumayı deneyip başarısız olmasını anlatırken, “Onun kuşağı için kitap, gazeteydi” der. Isa, kayınbabasınının yere attığı Times’a dalar gider, Yeats’den daha iyi gelir ona bu. Günümüzde haberleşmenin araçları değişti elbette. Gazete bile zaman alıyor, daha da hızlı, insanın sonsuz dakikalarına yetişebilmek için daha da kısa ve özlü haberler istiyoruz. Görmek istiyoruz. Bağdat’ın bombalanmasını havai fişek gösterisine benzeten muhabiri canlı yayında takip ettik, ikiz kulelere dalan uçaklar bir Hollywood yapımı gibiydi. Gördük. Bildik ve bu yetişmekte bile zorlandığımız dakikalara artık müdahale edebilme şansımızın kalmadığı yerleşti bilinçaltımıza. Gücümüz tükendi. Çok fazla acı var, yetişemiyoruz. Anketlere bakalım hadi, ne diyorlar, kimin oyu ne kadar, hangi krem yaşlanmayı % 67 oranında geciktiriyor? Ölçümlenemeyecek olduğunu bildiklerimiz için bile istatistikler var, inanmak istiyoruz. Kendi bir dakikamızda soluklanabilmek ihtiyacı bu. Başka türlü yaşamın aslında tüm bu istatistiklerden taşan şeylerin bütünü olduğu ve tüm bu özetleyip raporlamaların bizim biricikliğimiz dahil insana ilişkin her şeyi istila ettiği sezimizle nasıl baş edebiliriz? Aylan bebeğin dünyaya sırtını dönmüş küçücük bedeninden nasıl kaçabiliriz?
Auschwitz’ten sonra şiir yazmanın barbarca olduğunu söyler Adorno.
Benzeri endişelerle Eseyan 1922 yılında, Sürgün Ruhum adlı romanının başkişisi kadın ressamın ağzından şöyle yazar:
“Tutkular bu kadar alevlenmiş, siyasi meseleler acil ve mutlak bir ağırlık kazanmış, insanlar arkalarına bakmadan ve zihinlerini yarının ufuklarına çevirmeden günü gününe yaşarken, yalnız onları sanatla meşgul etmek değil, kabuğuna çekilmek ve katıksız bir zevkle kendimizi rüyamıza bırakmamız dahi zor. Ne zaman yazarlar, şairler, müzisyenlerle karşılaşsam –ki her biri bu aralar faal şekilde umuma açık münakaşalara katılıyor ve şöhretleri ile isimlerinin taşıdığı kudreti şu ya da bu tarafın hizmetine koşuyorlar– bana öyle geliyor ki ya onlar rollerinin dışına çıkmışlar ya da ben onların arasında, hepimizin taşımaya ve sonsuz sabretmeye mecbur olduğu o kaçınılmaz umumi zihniyetten dermansız şekilde sapmış, faydasız bir şahsiyetim.”
Sorunun çeşitli biçimlerle yankılanmaması mümkün değil. 1915’ten sonra iç rahatlığıyla resim yapılabilir mi? Batırılmış sayısız göçmen teknesinden sonra Braudel’in her şeyden çok sevdiğini söylediği o güzel coğrafyaya, tarihin o bereketli yatağına, Akdeniz’e aynı gözle bakılabilir mi?
Baştan alalım…
Güneşteki Adamlar, yurdundaki yaşam imkânları tükenmiş üç Filistinlinin göçmenlik yolunda kesişen yaşamları üstünden kurulmuş bir metin. Ancak bu kesişme doğaldır ki üç kişiyle sınırlı değil. Göçmenlik denen acıtıcı gerçeğin tüm bileşenleri, insan kaçakçıları, yardım edip arada üç kuruş da yolunu bulmak isteyenler, dolandırıcılar, sınır muhafızları, geride kalanların, önden gidenlerin yaşamları, hepsi öyküye dahil. Bizim altmış yıl sonra bugün, gazetelerde günlük hayatın akışında okuduklarımızın çok önceden yazılmış romanı Güneşteki Adamlar.
Gününde Filistin meselesinin acı yüzü olarak okunabilecek bu roman kuşkusuz Arap halklarının tarihi, Filistin-İsrail çatışması, yükselen Arap milliyetçiliğinin zamanla İslamcılığa evrilişi, Arap ve İslam devletlerinin, Müslüman toplumların Filistin meselesi karşısında büyük çoğunlukla takındıkları iki yüzlü politikaların arka planı üstünden ele alınabilir; alınmalıdır da. Ben bir siyaset bilimci olmadığım gibi tarihçi de değilim. Bunu konuların uzmanlarının değerlendirmeleri daha ufuk açıcı olacaktır. Ancak bir edebiyat metnini evrensel kılan, onu kendinden sonraki kuşakların da çağdaşı kılan şey, tarihsel arka planını ayrıntılarıyla bilmesek bile bizimle kurduğu iletişimdir. Bu açıdan bakıldığında Kanafani’nin romanının en büyük başarısı, adına kolayımıza geldiği için “savrulma” dediğimiz hayatın yanlışlandığı zamanlarda, gerçekliğin hepimize nasıl da titizlikle yanlış yaşamlar dikebilme maharetine sahip olduğunu göstermesi. Yanlışlık ne karşılaşmalarda ne de birkaç dakika uzayan sohbetlerdedir. Yanlışlık tam da gerçeğin kendisindedir. Ucundan sıyrılarak kurtarabileceklerimiz hep bir sonraki dönemeçte yitireceklerimiz, hatta çok önce yitirmiş olup da fark etmediklerimizdir. Ancak Kanafani’nin romanının güncelliği yukarıda da belirttiğim gibi, insana ve yaşama ilişkin kapsayıcı bakışıyla sınırlı değil; artık çok geniş bir coğrafyanın Filistin olmasında. Altmış yılda daha iyi bir dünya için verilen onca mücadele, onca emek nasıl oldu da yenildi tarihin önünde? Hani altında yatan dindar bilinçaltı görmezden gelinerek tekrarlanan slogandır: “şehitler ölmez”; Filistin Kurtuluş Cephesi sözcüsüyken arabasına konan bombayla katledilen Kanafani’nin yapıtı bize bugün de yoldaşlık ettiği için, ölmediğini mi iddia edeceğiz? Üstelik uğruna mücadele ederken öldürüldüğü dünya imgesi yerle bir olmuşken?
Biliyorum, başka şeyler var söylenecek. Yaşadığımız zaman bize sonsuz gibi uzun gelir ama tarihin zamanı çok daha geniştir. Tarihin dümdüz bir çizgide iyiye, güzele doğru akması diyalektik olarak mümkün değildir. Dünyanın illa ki güzele doğru evrilebileceği, yazgısal olanın reddiyle birlikte çürüyüp gitmiş bir hayalperestliktir. Tarihe müdahale etmek gerekir. Bunları hepimiz biliyoruz, değil mi? Ayakta kalabilmemiz için bize yol gösteriyor bu açı, kabul ediyorum, çok da değerli buluyorum. Ama 1915’te kırıma uğrayanlara, Naziler tarafından katledilenlere, kurtuluş umuduyla koyuldukları yolda kalanlara ve daha nicelerine ne diyeceğiz? Siz insanlığın görkemli tarihinde ölümsüz şehitlerimiz, kuracağımız daha adil bir dünyanın diyetisiniz… mi? Ya da insanın büyük öyküsünün bir sayfası mı? Küçük çocukların bile mi böyle güçlü bilinçleri var insanlığın göz alıcı mücadelesine ve tarihe dair? Onların olsa olsa, silahlı adamlara karşı “Beni öldürdüğün için seni Allah’a şikâyet edeceğim” diyecek kadar bir dirençleri vardır. Ana kucağı gibi sığındıkları yokluğu tanımazlar.
Ne dersek diyelim, zaten artık bizi duymayacaklar.
Buranın çok tehlikeli bir yer olduğunu biliyorum. Zweig’ın bütün Avrupa’yı sarsarak kendine getirme çabası denebilecek biyografi yazmaları, acımasızca yıkılan dünyanın değerlerini hatırlatma gayreti… Virginia Woolf’un günlüklerinin sonundaki o yorgun sesiyle üstünde durmadan günlük hayata son bir dokunma çabası: “Bir şeyle uğraşmak çok önemli. Saat yedi olmuş, bunu fark etmek hoşuma gitti nedense; yemek pişirmeliyim.” Ve Walter Benjamin’in Nazilerden kaçarken Fransa-İspanya sınırı yakınlarında gücünün tükenmesi…
İnsan acının yıkıcılığında hayata ilişkin büyük sahneler olsun ister güç toplayabilmek için ama, küçük şeylerin hâlâ önemini yitirmemiş tekrarlarıdır bizi hayata bağlayan. Şimdi, şu anda, burada oluşumuzun biricikliği, sonsuz bir yokluğun karşısında elimizdeki tek “var”lık. Bir simidin kokusu, bir kuşun uçuşu… Bunlar bağlar bizi hayata. Soykırımın yedi yıl sonrasında, yukarıdaki alıntının devamında Eseyan’ın “Yine bana öyle geliyor ki, tüm gündelik endişelere karşın her insanın ruhunun köşelerinde bir yerde her daim sığınabilmek üzere bizzat inşa ettiği ayak basılmamış ve hakiki tapınaklar vardır” diyerek direnebilmesi de bundan kaynaklanır.
Kuşkusuz Adorno’nun itirazı şiire değildir. Tersine, insanın biricik direncinin sanat olduğunu savunur. Karşı çıktığı şey acıyı estetize edecek, bu dolayımla da acıyı haz nesnesine dönüştürecek sanattır, barbarlık olarak nitelediği budur. Aylan bebeğin fotoğrafına alt yazı yazamazsınız, tıpkı on binlerce insanın öldüğü bir depremde alelacele “en çarpıcı fotoğraflarla” bir yazı dosyası hazırlamamanız gerektiği gibi. Acı çıplaktır, acıyı ambalajlayamazsınız. Barbarlıktır bu.
Başka bir dil bulmak, yeni bir dil kurmak ve yaygınlaştırmak gerekir çığlığı duyurmak için. Acıyı var etmiş kültürün dili olmamalıdır bu. Bu dili gidenleri yiğitlik destanlarının da, bilinçli ya da bilinçsizce kaderci ağıtların da nesnesi kılmadan, kalanlar için, gelecek zaman kipinin otoriter kısa cümlelerinden de sakınarak aramak zorundayız. Şu “bir dakika”mızı istatistiklerden kurtarabilmek ve duyduğumuz acıyı kutsallaştırmanın kayıtsızlığına terk etmeden ama acımanın üstenci bönlüğünden de ayırt ederek dile getirebilmek için… Sanat ancak o zaman boşluğu dolduracak bir eğlencelik olmaktan çıkıp eyleme dönüşür.
“Birden çöl de yankıyla karşılık vermeye başladı:
‘Neden tankın duvarlarına vurmadınız? Neden duvarları yumruklamadınız? Neden? Neden? Neden?’”
Güneşteki Adamlar romanının son sesi bu!
Çok fazla acı var. Birbirimizin tapınaklarının uğultusunu duyabilmeliyiz. Başka türlü yaşamı hâlâ sürdürüyor ve seviyor olmanın üstümüze yüklediği suçluluk duygusundan kurtulamayız.