A. Ömer Türkeş, "Bir çocuk kayboldu", Hürriyet gazetesi, 16 Mart 2023
2009’da Fransa’da yaşanan gerçek bir olayı konu alan ve 2019’da aynı adla filme uyarlanan Sakar’da bir kayıp ilanıyla tanışıyoruz küçük Diana ile. İlanı okuyan Diana’nın öğretmeni:
“Fotoğrafta iri ilmekli, beyaz bir hırka giymişti, boynundaki fular bluzunun üzerine sarkıyordu, uygunsuz bir kıyafet, sekiz yaşında bir çocuk kıyafeti değil, bir erişkinin kıyafeti; ama hepsinden öte, o tuhaf duruşu; kollarını kendine farklı bir hava vermeye çalışır gibi garip bir biçimde kavuşturmuştu. Fotoğraf bana, her tarafı acıdığı halde iyiymiş gibi görünmeye çalışan o dokunaklı halini hatırlatıyordu, acısı sakar hareketlerinden, gergin kollarından ve bacaklarından belli olduğu halde; içinde bir şeylerin paramparça olduğu hemen fark ediliyordu.”
Nasıl fark edilmesin ki? Çünkü Diana, bazen şişmiş bir yüz, bazen sarılı bir el, bazen aksayan ayağıyla gelmiş derslere. Duruma müdahale eden, okul müdiresini ve doktoru devreye sokmuş ama çocuğun ebeveyninin büyük bir inandırıcılık ve nezaketle getirdiği açıklamalar, erkek kardeşin tanıklığı ve küçük kızın kendi sakarlığından yakınması soruşturmanın önüne geçmiş.
Alexandre Seurat, Diana’nın geçmişini ve çevresini, olaya tanıklık eden herkesin izlenimlerine yer vererek sergiliyor. Öncelik büyükannesi ve teyzesinde. Onların tanıklıklarıyla geriye baktığımızda, anlıyoruz ki henüz doğmadan, anne karnında başlamış Diana’nın trajedisi. Psikolojisi bozuk bir annenin önce aldırmak isteyip sonra vazgeçtiği, doğumun ardından herkese öldüğü söylenerek sosyal hizmetlere terk edilen ama birkaç gün sonra geri alınan talihsiz bir prenses o. Zaten büyükannesi de Diana adını Prenses Di’nin talihsizliğinden esinlenerek yakıştırmış torununa.
Teyzesi ile sürdürelim: “Diana annesine -ama ne anne- kavuşmuştu ama bir baba -ama ne baba- bulana dek iki ay daha geçmesi gerekmişti. Beni arayıp adamın çocuğu kabul ettiğini söyleyen annemdi, telefonda sesi kırgındı. Bir sabah arabayla gelip ablamı, bebeği ve eşyalarını alıp gitmişti. (...) ‘Belki de sonunda bir babasının olması Diana için daha iyidir’ dedim. Ama annem hayır diyordu (...) felakete koştuklarını söylüyordu. Ben de ona durumu kabullenmesi gerektiğini söyledim, göreceğiz bakalım, dedim.”
Ne yazık ki büyükannenin öngörüsü haklı çıkacak, Diana ve ailesi bir yıl sonra geri geldiklerinde işler daha da sarpa saracaktır. Çocuğa uygulanan şiddeti gören büyükanne ve teyzenin şikâyetleri fayda vermez. Küçük kız okula başladığında öğretmenleri, hatta sosyal hizmet çalışanları da durumu fark edecekler ama mülkiyeti ve sistemin yapıtaşı olan aileyi koruyan kanunlar ve bürokratik yönergeler herkesin elini kolunu bağlayacak, kimileri işin üzerine gitmeye heves etmeyecek ve küçük Diana göz göre göre ortadan kaybolacaktır...
Belgesel Gibi
120 sayfalık, kısa ama hikâyesi nedeniyle zor okunan bir roman Sakar. Kurgu, sekiz yaşında bir kızın ölümüyle sonuçlanan gerçek hayattaki bir çocuk istismarı -Marina Sabatier- vakasından esinleniyor.
Devlet aygıtının ve toplumun türlü bahanelerle yardım eli uzatmadığı bir çocuğun hikâyesidir okuduğumuz. Dil basit, sade ama ustalıklı. Noktalama işaretleri olmayan, tanık edenlerin üslubuna uyarlanmış bir konuşma dili. Hikâyenin akışını hızlandıran bir netlikte ve dirilikte yazılmış ki okuyucuyu daha ilk cümlelerde yakalamayı başarıyor. İşte bu dille, farklı seslerle, Diana’yı ve ailesini tanıyan insanların birinci şahıs anlatıları -teyzesi, büyükannesi, öğretmenleri, sosyal hizmet uzmanları, doktorlar, erkek kardeşi ve polis- aracılığıyla aktarıyor olup bitenleri.
Trajedi dedim girişte. Gerçekten de antikçağ tragedyalarının kalıplarını kullanmış yazar. Öncelikle Eski Yunan tragedyalarının polifonik anlatımından söz etmek gerekir. Birbiriyle uyumsuz bile olsa hikâyenin bütününü acılı bir ezgiye dönüştüren farklı sesler duyuyoruz; kimisi kendini savunuyor, kimisi haklı çıkmaya çalışıyor, vicdan sahibi olanlar yapamadıklarından dolayı üzüntülerini bildiriyor. Küçük kızın hüzünlü ve acılarla dolu hayatını seslendiren bir tiyatro korosu bu. Ama hiçbiri küçük, bahtsız prensesin, Diane’nin acısını gideremiyor. Onun sesi ise hiç çıkmıyor. Sahneye çıktığında ya sessiz ya da ebeveyninin ona öğrettiği yalanları itaatkâr bir şekilde tekrarlıyor: Onun hayatı ile ilgili ipuçlarını tanıkların gözlemlediği tuhaf davranışlarından çıkarıyoruz.
Tragedyalarda kader baştan yazılmıştır; Sakar’da da öyle. Daha ilk başta, küçük kız çocuğunun kayıp ilanını gördüğünüzde sonu tahmin edebiliyoruz ama öyle olmasın istiyoruz, korkarak ama küçük de olsa bir umudu taşıyarak sürdürüyoruz okumayı. Buna karşılık, Alexandre Seurat, ‘pathos’a düşmekten bilhassa imtina etmiş. Yani anlatısını okuyucuların duygularına hitap ederek tahkim etmeye gönül indirmiyor. Böyle bir olayın kendisinde bıraktığı izleri aktaracak en doğru ifadeleri bulmuş; suçlamıyor, yargılamıyor, infaz etmiyor ama gerçeklerin soğuğunu bütün çıplaklığı ile iliklerimizde duymamızı sağlayan, akıldan geçenlerle pratiğe geçenler arasındaki uçurumun ağırlığını ortaya koyan bir anlatı yoluyla kolektif bir gerçekliği, daha doğrusu kollektif bir suçu teşhir ediyor. Kendisi teşhis ve tedavi önermemiş; böyle bir roman yazması zaten başlı başına radikal bir önerme.
Kurgunun parçalı yapısı bir belgesel izliyormuş duygusu uyandırırken gerçeklik hissini yoğunlaştırmış. Suçun başlangıcından sonuna dek, küçük kızın başına gelenleri -röntgenciliğe hiç düşmeden- adım adım, ağır ağır, detaylı bir şekilde soruşturuyor. Kendinizi bir anda çaresiz bir tanık olarak bulacaksınız.
Sözünü ettiğim parçalı anlatı yapısının bir başka işlevsel yanı, olayın değil ama tanıkların hikâyesini muğlaklaştırmak, daha doğrusu karmaşıklaştırmak vazifesi görmesi. Bizi her şeyin biraz bulanık olduğu paralel bir dünyaya sürükleyerek insanların ne düşündüklerini, ne yapmak istediklerini, görev ve sorumluluk duygularını tam olarak kavramanın zorluğunu göstermiş Seurat.
Sona gelindiğinde olayları değiştirme gücüne sahip olan aktörlerin suçluluk duygusu, neler olup bittiğini sezgisel olarak bilen ancak ellerinde kanıt olmadığı için çaresiz kalanların hüznü ve kızı sevenlerin acısı kalacak geriye. Ve hiç kimsenin masum olmadığı duygusu. ‘Sakar’ı okuduğunuzda sadece Diana’ya değil, -tuhaf bir biçimde- güçsüz olan bütün canlılara reva görülen kötü muameleler dolaşacak zihninizde. Ve ülkemizde benzerine sıklıkla rastladığımız bu türden muameleler karşısında kendi suskunluklarınız... Geride bıraktığı tat mı; insan olmaktan duyulan utanç ve öfke...
Tıpkı mesleğini bırakan öğretmenin hissettikleri gibi:
“Artık sınıfımı görmüyorum, öğrencilerim siyah-beyaz kareler halinde donuyor ve aralarında Diana var: Bir tek o, siyah-beyaz ve hareketsiz değil, onun tehlikede olduğunu biliyorum, bana yapabileceğim bir şeyi, yapacağım bir şeyi sabırsızlıkla bekler gibi bakıyor. Ama karabasanda her şey için artık çok geç olduğunu biliyorum, bana bakıyor ve ben hiçbir şey yapamıyorum; beni bağışlamasını isterdim.”