Giriş, s. 13-14
Bir mayıs akşamı, Everett Hughes adında bir Amerikalı Frankfurt şehrinde Alman bir mimarın evine ziyarete gitti. Yıllardan 1948’di, Almanya’nın çoğu bölgesi gibi Frankfurt da harap durumdaydı. Savaşın yakıp yıktığı, müttefiklerin Nazilere karşı yürüttüğü hava operasyonlarında defalarca bombaladığı bulvarların iki yanında sıra sıra yıkık dökük müstakil evler vardı. Koskoca mahalleler yerle bir olmuştu. Birkaç hafta öncesinde, Hughes ve yanındaki birkaç kişi bir arabaya atlayıp yıkıntıya dönmüş, çukurlarla dolu şehir merkezinde dükkân cephelerinin ve binaların sağlam kaldığı tek bir sokak bulabilmek için epeyce bir dolaşmış, bir süre sonra vazgeçmişlerdi. Hughes, günlüğüne “Ya bir çatı uçmuş oluyordu ya bir ev (çoğunlukla binanın yarıdan fazlası) yıkıktı,” yazacaktı.
Hughes Frankfurt’a yıkıntıları incelemek için gelmemişti. Chicago Üniversitesi sosyoloji bölümünde hocaydı, bir sömestr boyunca ders vermek için gelmişti Almanya’ya. 1897 doğumluydu, Robert Park’ın sıkı bir takipçisiydi. Park ise bir dönem gazeteci olarak çalışmış, “insan ekolojisi” adını verdiği kavramın incelenmesinde doğrudan gözlemin önemine dikkat çeken Chicago sosyoloji ekolünün kurucularından Booker T. Washington’ın asistanlığını yapmıştı. Hughes edebiyata meraklıydı; küçük, başka şeylerle bağlantısı yokmuş gibi görünen olayların ayrıntılarında büyük örüntüler görmekte mahirdi ve seyahat ederken sürekli günlük tutar, günlüğüne yazdığı fikirleri de sık sık akademik çalışmalarına taşırdı.
Frankfurt’tayken tuttuğu günlükte “genel fikirleri, tutumları ve derinlikleri açısından her Batı ülkesinde görülebilecek nitelikte özgürlükçü, entelektüel insanlarla” ahbaplık ettiğini yazıyordu. Sözünü ettiğimiz mimara yaptığı ziyaret de bu açıdan iyi bir örnekti. Çizimlerle dolu geniş bir stüdyoda birlikte oturup çay içerken bilimden, sanattan, tiyatrodan konuşmuşlardı. O sırada yanlarında bulunan bir Alman öğretmen “Keşke bütün ülkelerin entelektüelleri buluşup tanışsa,” demişti. Bir süre sonra, öğretmen Frankfurt’ta karşılaştığı Amerikan askerlerinin saygısızlığından şikâyet edince Hughes daha hassas bir konuyu açar. Öğretmene pek çok Alman askerinin savaş sırasındaki tutum ve davranışlarından haberdar olup olmadığını sorar.
Mimar, “Ne zaman bu konu aklıma gelse halkımdan utanıyorum,” der. “Fakat bizim bunlardan haberimiz yoktu. Sonradan öğrendik. Ayrıca o sırada nasıl bir baskı altında olduğumuzu da hesaba katmalısın. Partiye üye olmak zorundaydık, çenemizi kapatıp bize ne söyleniyorsa yapmak zorundaydık. Korkunç bir baskı vardı.”
“Yine de çok utanıyorum,” diye devam eder mimar. “Fakat gördüğün gibi, sömürgeler elimizden gitmişti, ulusal şerefimiz incinmişti. Bu Naziler de o duyguyu istismar etti. Yahudilere gelince, onlar da gerçekten bir meseleydi ... leş gibi kaftanlarıyla gettolarında oradan oraya koşturan bitli, fakir, en aşağı insan tabakası. Sonra buraya geldiler, birinci savaştan sonra akıl almaz işler çevirip zengin oldular. En güzel yerlere onlar kondu. Hatta tıpta, hukukta, devlet görevlerinde bir Almana karşılık on Yahudi vardı.”
Söz buraya geldiğinde mimar bir an ne konuştuğunu unutup “Ne diyordum?” diye sorar. Hughes, savaştan önce Yahudilerin nasıl “her şeyi ele geçirdiğinden” şikâyet etmekte olduğunu hatırlatır.
“Ha, doğru ya,” der mimar. “Tabii ki Yahudi sorununu çözmenin yöntemi bu değildi. Ama bir sorun vardı ve bir şekilde çözülmesi gerekiyordu.”