Sunuş: Mesele, değiştirmektir..., s. 9-13
En iyi haliyle kurgudışı, dünyayı yeniden bir araya getirmeye (ya da varsayımların yahut geleneklerin altında neyin saklı olduğunu bulmak için bir kısmını parçalara ayırmaya) yönelik bir eylemdir; yaratıcılık ve yıkıcılık bu açıdan birbirinin akrabası olabilir. Süreç ister beklenmedik bir bilgi kırıntısına ulaşmaktan olsun, ister parçalar bir araya geldikçe ortaya çıkmaya başlayan kalıpları tanımaktan olsun, göz kamaştırıcı bir heyecan ve coşku ışıltısına bürünebilir. Pek iyi bilmediğiniz bir şey belirginleşmeye başlar ve dünya yeni bir anlam kazanır ya da eski bir varsayımın bağırsakları deşilmiş olur, sonra siz de bunu yazmaya çalışırsınız. (Solnit 2021: 162)
Göz kamaştırıcı bir heyecan ve coşku ışıltısı, kendinin de içinde olduğu dünyayı bilmenin, daha doğrusu kavramanın belirli bir türüne aittir. Bu, izlediğin ve yorumladığın bir dünya değil, içinde olduğundur. İkisi arasındaki fark, koca bir epistemoloji tartışmasına gönderir bizi. Feminist eleştiri de bu tartışmanın olmazsa olmaz bir bileşenidir. “O sırada kadınlar ne yapıyordu?” türünden basit sorularla başlar; bunlar, anlatılagelen hikâyeye pek de inanmayan, o hikâye içinde kendine yer bulamamış birinin sorularıdır. Kendi hikâyesini bulmak için yola çıkan birinin. Dünyayı olduğu gibi, anlatıldığı gibi kabul etmeyen, kendi hikâyesini bulmaya çalışır. Bu, kavramakla ilgilidir tabii ama aynı zamanda değiştirmekle de. Yoksa neden heyecan ve coşkudan gözlerin kamaşsın zaten, değil mi?
Üniversitede çalıştığım yıllarda bana en zor gelen dersler, kuram ve yöntem dersleriydi. İster lisans düzeyinde olsun ister lisans sonrası, hep çok erken ya da çok geç olduğunu hissettim. Çok erkendi çünkü ortada bir araştırma yokken araştırma yöntemlerinden söz etmek ister istemez soyut kalıyordu – yapılmış “iyi” ve “kötü” araştırmaları derslerde tartıştığımız zaman bile o “coşku ve ışıltı”dan çok uzaktaydık. Geçti; çünkü bilginin ve bilimin ne olduğuna dair epeyce yerleşik fikirler edinmiş öğrencilere bu fikirlerin her zaman doğru olmayabileceğini göstermek bazen bir akademik dönemin yarısını alabiliyordu. Düşünmenin temel eğitim sırasında öğrenilmesi gereken bir şey olduğundan, ben o dersleri verirken emin oldum.
Yöntemi ve kuramı “tam zamanında” tartıştığımız yer, hep tez yazarken oldu. Bir soruyla başlayınca, o sorunun peşinde parçaları bir araya getirirken ve kalıpları dağıtıp parçalara ayırırken, işte o zaman kuramın da yöntemin de ne demek olduğunu, ne işe yaradıklarını anlatabildim. Değilse, kuram başa çıkılmaz ve soyut birtakım anlatılar gibi göründü öğrencilere, yöntem de bir teknikler dizisi. Ne zaman ki peşine düşmeye değer bir soruyu sorabildik, yani bir bilgi nesnesinin silueti bizim için belirginleşmeye başladı, o zaman kuramsal tartışmalar anlam kazandı; nesneyi nasıl ele alacağımızı görebilir hale geldik. Yani soru, bir tür tohum gibi, bilgi nesnesinin DNA’sını taşıdı. O zaman iş, uygun bir toprak karışımı hazırlamak, tohumu ekmek ve gerektiği kadar su vermekten ibaret hale geldi. O zaman işte, bilme yolunda ilerlemenin heyecanını ve coşkusunu yaşayabildik.
“Bilme yolunda ilerleme”, tuhaf bir ifade değil mi? Öğrenme de diyebilirdim pekâlâ. Öğrenmenin bir süreç olduğunu hatırlatmak istedim. Bir süreçtir ve bir “yer”le ilgilidir öğrenme. Yol metaforunun işaret ettiği gibi. Metaforun kışkırtıcılığına kapılıp biraz daha ilerleyelim mi? Bahse konu yol, video oyunlarındaki türden, kahramanın ilerlerken sağdan soldan bir şeyler toplayıp bohçasına attığı, bunlarla birtakım kapıları açtığı, birtakım engelleri aştığı türden bir yol mudur? Bazen. Akademik bir dergide süper etkili bir makale yazdığınızda, böyle bir yolculuk yapmış olabilirsiniz – sizin makaleniz de, sizden sonra buradan geçeceklerin bohçalarına atacakları bir şeydir, ne kadar çok bohça, o kadar çok etki faktörü! Bazen de sizden önce geçenlerin bıraktıkları ekmek kırıntılarını toplayarak ilerlersiniz, varacağınız yerle ilgili belli belirsiz bir fikriniz vardır, o kırıntıları bırakanların nereye varmış olduklarından emin değilsinizdir, işin içine kuşlar ve karıncalar girmiş olabilir, tamamen kaybolabilirsiniz. Onların izini sürmenizin sebebi, sizi yola düşüren soruya benzer sorularının olduğunu bilmenizdir. Oyunun içinde kalmak zordur çünkü zaten ana yoldan sapmışsınızdır çoktan, kırıntıların peşinde. Oyun artık dünyanın içindedir.
Feminist eleştirinin başladığı yer, burasıdır bence: dünyayı feministçe öğrenmek. Ki onunla ne yapabileceğinizi anlayasınız, orada ne yapabileceğinizi. Yani, feminist bilgi her zaman hareketi de içerir: Orada durup duran nesneleri “edinmek” değil, yeni nesneler (bilgi nesneleri) kurmak demektir. Bunu kendi başınıza yapamazsınız, benzer soruların peşindeki başkalarına ihtiyacınız vardır.
Öğrencilerin edinmiş oldukları yerleşik fikirlerden bahsetmiştim. Bunların başında bilimsel bilginin nesnelliğine ilişkin olanlar gelir; benim üniversitede bulunduğum yıllarda “bilim insanı ve dolayısıyla bilimsel bilgi nesnel olmalıdır; bu da nesnesine nötr bir yaklaşımı gerektirir” diyenlerin sayısı zamanla azalıp yerlerini daha baş edilmez bir fikri bağırlarına basanlara bıraktı: “Nesnellik diye bir şey yoktur, neye göre, kime göre olduğuna göre bilgi de değişir.” Feminist bir “hoca”nın ikinci fikri benimsemesi gerektiği de başka bir yerleşik fikirdi! O yıllarda bu kitap elimde olsaydı, her şey daha kolay olabilirdi.
Elinizdeki kitap Donna Haraway’in sözünü, “feminist nesnellik, basitçe, konumlu bilgiler demektir”i merkezine alarak bilginin konumluluğuna ilişkin farklı düzeylerde ama ortak bir tartışma yürütüyor. Bu bakımdan bir “asamblaj” olduğunu söyleyebiliriz herhalde. Derlemelerde pek sık rastlamadığımız bir nitelik: Her yazı başka bir yerden, başka bir hikâye anlatıyor ama bütün yazılar aynı gövdeye bağlanıyor: feminist bilgi, konumlu bilgidir.
Kitap, “arayışlar” ve “müzakereler” olarak iki bölüme ayrılmış olsa da, çok daha fazla düzey, daha doğrusu düzlem var. Üstelik bu farklı düzlemleri her bir yazının içinde takip edebiliyoruz. Örneğin, ilk bölümdeki yazılardan biri, eleştirel erkeklik çalışmalarına yönelik eleştiri, bir yandan kavramsal bir tartışma olarak okunabilir (ve ikinci bölümdeki yazılardan birine, faillik tartışmasına çok güzel bağlanabilir). Aynı yazı, kategorilerle düşünmenin ilişkisellikleri anlamayı nasıl zorlaştırdığını söylediği yerden tevazu tartışmasına da iliklenebilir ve böyle yapınca, bu kavramsal tartışmanın politik önemi çok daha net görülebilir. Bu yazıları okurken öğrenme ve bilme ile eleştirinin eş zamanlılığına ve politikliğine dair güçlü bir sezgi geliştirebilirsiniz. Yahut feminizm içi tartışmanın bir kuşak çatışması olarak formüle edilmesine itiraz, “baskın hikâyelerin gramerine odaklanmak” problemiyle birlikte düşünülebilir: Belki de mesele hakikaten hızdır? Konumlu bilgi böyle bir şey olmalı: Kavramsal tartışmanın politik tartışmadan uzakmış gibi yapmadığı, bilgiyle ilişkilenme biçiminin kuramsal sonuçlarının farkında olunduğu bir bilme kipi (ataerkillik kavramının demode olmasını kuramsal “yenilik”lerle açıklayabilir misiniz?).
Bilginin ve bilmenin değersizleştirildiği bir zamandan geçiyoruz. Hakikat diye bir şey yokmuş da ancak inançlar ve kanaatlerden bahsedebilirmişiz gibi. Farklı bilme biçimleri birbirlerinin yerine geçebilirmiş ve zaten aralarında pek de fark yokmuş gibi. Bilgi nesneleri ile “dünyanın nesneleri”nin bir ve aynı olmadığını söylemenin kolayca bu “hakikat sonrası” çamuruna düşmeye yol açmamasının yolu, bana kalırsa konumlu bilgileri yeniden ve yeniden, tekrar ve tekrar kurmaktan geçiyor. Hele “algoritmik kültür” zamanında, konumluluktan ne anlamamız gerektiği epeyce karışmışken.
Haraway’in dediği gibi, “kendi kendine özdeşlik, kötü bir görsel sistemdir” (2010a: 106). Yani, konumlar (ya da bakış açıları) olduğumuz şeyden çok, yapmakta olduğumuz şeyle ilişkilidir1; kimliklerin doğal sonuçları değillerdir, hikâyeler içinde ortaya çıkarlar, tarihsel ve bağlamsaldırlar. Bu kitap belirli ama değişebilir konumlardan konuşmaya cesaret eden yazılardan oluşuyor. Belirli, çünkü ancak belirli bir yerden sorulabilecek sorularla başlıyorlar; değişebilir, çünkü nesneleriyle kurdukları ilişki içinde (buna yöntem diyebilirsiniz) kendi konumlarını da sorunsallaştırıyorlar. Bu sebeple, yöntem tartışması her biri için, “tam zamanında” yapılıyor: yöntemin bir ilişki olarak kavranabildiği yerde.
“Eleştiri” kelimesinin düşündürdüğü negatif etkinlikten çok, bu kitaptaki yazılar, eleştiriyi üretken bir faaliyet olarak kuruyorlar. Konumluluğun ve bilmenin anlamını, feminizmin nasıl “çalıştığını” –ki bence bu feminizmin öznesi probleminden çok daha ilginç ufuklar açar– gösteriyorlar. Tam zamanında.
Aksu Bora