| ISBN13 978-605-316-232-2 | 13x19,5 cm, 152 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Giriş, s. 11-12 Bu çalışmayı 2016 yılının kasım ayında bitirdim ve doktora tezi olarak sundum. Aradan geçen 4 yılı aşkın süre içinde kendi hayatımın fay hatları da yer değiştirdi. Başka bir ülkeye taşındım, evlendim, akademideki çok sevdiğim işimi bıraktım. Kırılganlığı bir akademik konu olarak görece daha güvenli bir konumdan ve kuramsal bir korunaklılık çerçevesinde, teorik bir dille ve bakışla düşünüp yazdıktan hemen sonra yaşanan bu kişisel dönüşüm, bana hem bu metnin ilk haliyle hem de kırılganlık meselesiyle yeni bir ilişkilenmenin de kapısını açtı. Bir alan araştırmasının sonucu olarak yazılmış bu metne tekrar geri dönüp bakmanın zorunlu olduğunu hissettim. Saha araştırması katılımcılarının bana anlattıkları kırılganlık hikâyelerine, onları teorik bir üst sesin uzun uzadıya yaptığı açıklamalara boğmadan alan açabilmek ve kendi adlarına konuşmalarına izin verebilmek, araştırmacı kimliğini geride bırakıp, sahanın anlatıcılarından biri olmakla, başka bir deyişle “karşıya geçmekle” mümkün olabilirdi ancak. Bir konumu bırakıp tam karşısına geçmek; kırılganlık hikâyelerine teorik bir bütünsellik verme çabasındaki bir araştırmacı olmayı bırakıp, sahada tanıştığım, bazıları beni çok etkilemiş o hikâyelerin anlatıcılarından biri olmak... Araştırma süresince pek düşündüğüm bir şey değildi bu. Kırılganlık hikâyelerini toplarken, onların benzeşen yanlarını, kategorik özelliklerini, teorik bağlantılarını görüp tasnif ederken, sahadan biri gibi düşünmek pek de öyle kolay bir iş değildir zaten. Bunu ancak bugün yapabilirim diye düşünüyorum, metne dair bir doktora savunması yapmak artık zorunlu değilken... Tüm bu nedenlerle birazdan aktaracağım ilk kırılganlık hikâyesine metnin hemen giriş kısmında yer vermek istedim. Ailemin bir üyesi yaklaşık beş senedir teşhisi konulamayan bir hastalık sonucunda yürüme yetisini yitirdi. Uzun süreler bankada üst düzey yönetici olarak çalışmış, hayatının her ânını hareket içinde geçiren, sürekli seyahat eden biri için bu hastalık elbette yoğun bir üzüntü kaynağı oldu. Hastanede geçirdiği üç ayın sonunda eve döndüğünde, hastalığıyla ilgili en ufak bir olumlu gelişme yoktu. Bu sırada hâlâ kullanabildiği sağ eliyle İsviçre’de hayatına son vermek isteyen kişilere, bunu gerçekleştirebilmeleri için tıbbi destek sağlayan bir organizasyona başvuruda bulundu. Hiç kimseyi aldığı bu karardan haberdar etmeden yaptığı bu başvuru sürecinde belirli aşamalar kaydetmiş, İsviçre’deki bu organizasyon tarafından gerekli prosedür başlatılmıştı. Dignitas adlı bu organizasyon, insanların onurlu bir yaşam hakkına sahip oldukları gibi, onurlu bir ölüme erişmeye de hakları olduğunu savunuyor ve çeşitli nedenlerle hayatına son verme kararını vermiş kişilere bu ölümün en hızlı ve acısız şekilde gerçekleşebilmesi için gerekli tıbbi desteği sağlıyordu. Dignitas bir klinik değildi. Buraya başvurmak da bir iyileşme talebi değil; kişinin ödeme yapması ve gerekli belgeleri imzalaması sonucunda doktor tarafından reçete edilen solunumu durdurucu bir ilacı içerek gerçekleşecek bir ölüme hazırlanması anlamına geliyordu. Burası bir ötenazi merkezi de değildi; bu organizasyona başvuran kişinin kendisine verilecek ilacı kendi başına içebilecek durumda olması şartı vardı. Bu ilacı içemeyecek durumda olan kişilere asla dışarıdan bir ilaç enjeksiyonu yapılamıyordu. Bu organizasyon kategorik olarak onurlu ölümün bir insan hakkı olduğunu savunuyor ve kişi eğer kendi hayatına son vermeye karar vermişse bunu uygulayacak yasal tıbbi yöntemlere erişim hakkının da olması gerektiği düşüncesiyle “Benim Ölümüm, Benim Kararım” gibi kampanyalar da yürütüyordu. |