Dr. House, Doktor Dolittle ile Tanışın, Tıbbın Sınırlarını Yeniden Tanımlamak, s. 18-20
2005 baharında Los Angeles Hayvanat Bahçesi’nin veteriner başhekimi beni aradı, acil bir durum olduğu sesinden belliydi.
“Şey, Barbara... Kalp yetersizliği gelişen bir imparator tamarinimiz var. Bugün uğrayabilir misin acaba?”
Arabamın anahtarına uzandım. Bir kardiyolog olarak on üç yıldır UCLA Tıp Merkezi’nde türdeşlerimi tedavi ediyordum. Ama hayvanat bahçesinin veteriner hekimleri de karşılaştıkları bazı zor vakalarda zaman zaman benden tavsiye istiyorlardı. UCLA, kalp naklinde önde gelen hastanelerden biri olduğu için insanlardaki her çeşit kalp yetersizliğini yakından görmüştüm. Ama bir tamarinde, insan olmayan minicik bir primatta kalp yetersizliği daha önce hiç görmemiştim. Çantamı arabama attığım gibi Griffith Parkı’nın doğu sınırı boyunca uzanan 460 dönümlük yemyeşil hayvanat bahçesine doğru yola koyuldum.
Fayans kaplı muayene odasına giren asistan pembe bir battaniyeyle yapılmış küçük bir kundak taşıyordu.
“Bu Spitzbuben,” dedi hayvanı muayene bölmesine yavaşça bırakırken. Onu görünce benim kalbim tekledi. İmparator tamarinler tek kelimeyle muhteşemdir. Yaklaşık bir yavru kedi büyüklüğünde olan bu maymunlar Orta ve Güney Amerika’nın yağmur ormanlarında, ağaç tepelerinde evrildiler. O muazzam kahverengi gözlerin altından Fu-Mançu tarzı bir tutam bıyık sarkar. Pembe battaniyenin içinden bana ıslak gözlerle bakan Spitzbuben annelik duygularımı harekete geçiren bütün düğmelerime basıyordu.
Endişeli görünen bir hastaya –hele de o hasta bir çocuksa– yaklaşırken eğilir, gözlerimi kocaman açarım. Yıllar içinde, bu davranışın hastayla aramda güven bağı kurduğunu ve gergin bir hastayı sakinleştirdiğini gördüm. Spitzbuben’e de aynı şekilde yaklaştım. Bu küçücük savunmasız hayvanın, kırılganlığını derinden hissedebildiğimi, ona yardım etmek için elimden geleni yapacağımı anlamasını istiyordum. Yüzümü bölmeye yaklaştırıp gözlerinin içine uzun uzun baktım; hayvan hayvana bakıştık. İşe yarıyordu. Kıpırdamadan oturuyordu, çizik çizik plastiğin gerisinden bakan gözleri benimkilere kilitlenmişti. Dudaklarımı büzerek şefkatle mırıldandım.
“Spitzbuben’cik ne kadar da cesurmuuş...”
Birdenbire omzumu güçlü bir el kavradı.
“Lütfen onunla göz teması kurma.” Arkamı döndüm. Veteriner hekim gergin bir tebessümle bana bakıyordu. “Yoksa yakalanma miyopatisine yakalanacak.”
Biraz şaşkın bir halde söyleneni yapıp kenara çekildim. İnsan-hayvan bağının kurulması için biraz beklemek gerekecekti anlaşılan. Ama kafam karışmıştı. Yakalanma miyopatisi mi? Neredeyse yirmi yıldır hekim olarak çalışıyordum ve daha önce hiç böyle bir tanı duymamıştım. Miyopati, kasları etkileyen hastalık anlamına gelir. Kendi uzmanlık alanımda en sık gördüğüm miyopatilerse kalp kasının bozulduğu kardiyomiyopatilerdir. İyi ama bunun yakalanmayla ne ilgisi vardı?
Tam o sırada anestezi etkisini gösterdi. “Entübasyon zamanı,” dedi veteriner hekim, odadaki herkesin bu kritik ve bazen de zor olan işleme odaklanması için. Yakalanma miyopatisini kafamdan uzaklaştırıp bütün dikkatimi hayvan hastamıza verdim.
Ama işimiz bitip de Spitzbuben odasına sağ salim döner dönmez “yakalanma miyopatisi”nin ne olduğuna baktım. Ve buldum, hem de yıllar öncesine ait veteriner tıp kitapları ve dergilerinde. Hatta önde gelen bilimsel dergilerden Nature’da 1974’te bu konuda yayımlanmış bir makaleye rastladım. Yırtıcılar tarafından yakalanan av hayvanlarının kanındaki ani adrenalin artışı bazen kaslarını “zehirleyen” bir felakete sebep olur. Stres hormonlarının aşırı artışı, kalbin kan pompalayan odacıklarına zarar vererek bunların gücünü ve verimini azaltır. Özellikle geyikler, kemirgenler, kuşlar ve küçük primatlar gibi her an tetikte olan hayvanlarda bu durum ölümle sonuçlanabilir. Dahası var: Bakışların kilitlenmesi yakalanma miyopatisine yol açabilir. Şefkatli bakışlarım Spitzbuben’e “Sen ne tatlı şeysin öyle, sakın korkma, sana yardım etmeye geldim,” mesajını vermek yerine, “Açlıktan ölüyorum ve sen de çok lezzetli görünüyorsun; seni yiyeceğim,” diyordu.
İlk kez karşılaşıyor olmama rağmen bu tanının bazı özellikleri bana şaşırtıcı derecede tanıdık gelmişti. 2000’li yılların başında kardiyoloji dünyası, takotsubo kardiyomiyopatisi adıyla yeni tanımlanmış bir sendromu konuşuyordu. Bu sendrom, klasik bir kalp krizi gibi ezici tarzda şiddetli göğüs ağrısı ve EKG’de belirgin anormalliklerle kendini belli eder. Tehlikeli bir pıhtı bulacağımız beklentisiyle hastaları anjiyo için alelacele ameliyathaneye yetiştiririz. Ama takotsubo vakalarında kardiyolog son derece sağlıklı ve “tertemiz” koroner arterlerle karşılaşır. Ortada ne pıhtı vardır ne tıkanıklık ne de kalp krizi.
Fakat doktorlar daha yakından baktıklarında, sol karıncıkta tuhaf görünümlü, ampul biçiminde bir tümsek fark ederler. Dolaşım sisteminin tulumba makineleri olan karıncıklar, kanı güçlü ve hızlı itebilmek için yumurta biçiminde olmalıdır. Sol karıncığın ucu takotsubo vakalarında olduğu gibi balonlaşırsa, güçlü ve sağlıklı kasılmalar verimsiz, zayıf ve öngörülemez spazmlara dönüşür.
Fakat takotsuboda asıl çarpıcı olan şey, tümsek oluşumunun sebebidir. Sevilen bir yakının ölümü, nikâh masasında terk edilmek, elde avuçta ne varsa bir anda hepsini kumarda kaybetmek... Beyinde ortaya çıkan acı veren yoğun duygular, kalpte hayatı tehdit eden, endişe verici değişiklikler başlatabilir. Bu yeni tanı, kalp ile zihin arasında güçlü bir bağlantı olduğunun deliliydi. Takotsubo kardiyomiyopatisi, birçok doktorun tanısal olmaktan ziyade metaforik olduğunu düşündüğü bir ilişkiyi doğruluyordu.
Kardiyolog olarak takotsubo kardiyomiyopatisini nasıl tanıyıp tedavi edeceğimi bilmekle yükümlüydüm. Ama kardiyoloji alanında çalışmaya başlamadan yıllar önce UCLA Nöropsikiyatri Enstitüsü’nde psikiyatri alanında uzmanlık eğitimimi tamamlamıştım. Psikiyatri eğitimi de aldığım için, iki profesyonel tutkumun kesiştiği bu sendrom beni büyülemişti.
Bu mesleki geçmişimden ötürü o gün hayvanat bahçesinde benzersiz bir an yaşadım. İnsan ve hayvanlarda görülen bu iki fenomeni refleks olarak yan yana koydum. Duygusal tetikleyici... stres hormonlarının aniden artması... kalp yetersizliği... olası ölüm. İşte o anda kafama dank etti. İnsanlarda görülen takotsubo ile hayvanlarda görülen yakalanma miyopatisinin kalp üzerindeki etkileri neredeyse kesinkes bağlantılıydı; hatta bu ikisi belki de iki farklı isme sahip tek bir sendromdu.
Ama bu gerçeğin kafama dank etmesinin hemen ardından ikinci ve daha güçlü bir idrak ânı yaşadım. Asıl mesele iki sorun arasındaki örtüşme değil, aralarındaki uçurumdu. Veteriner hekimler, hayvanlarda aşırı korkunun genel olarak bütün kaslara, özellikle de kalp kasına zarar verebileceğini neredeyse kırk yıldır (belki daha da uzun süredir) biliyorlardı. Nitekim veteriner hekimlikte en temel eğitimler dahi ağla yakalanıp muayene edilen hayvanların bu işlemler sırasında ölmemesi için neyin nasıl yapılması gerektiğini anlatan protokoller içerir. Oysa biz doktorlar 2000’lerin başında, sendromun egzotik isminin tadını çıkararak bulgularımızı tüm dünyaya ilan ediyor, her veteriner tıp öğrencisinin fakültenin ilk yılında öğrendiği bir “keşif”ten akademik kariyerimize pay çıkarıyorduk. Hayvan doktorları, insan doktorlarının varlığından haberdar bile olmadığı bir şey biliyordu. Ve bu doğruysa... veteriner hekimler bizim bilmediğimiz başka neleri biliyordu acaba? Diğer “beşeri” hastalıkların hangileri hayvanlarda da vardı?