Göksun Yazıcı, "Hayal Gücünün Doğayla Sınavı", Express dergisi, Aralık 2020 - Ocak 2021
Siyasetin kısıtlarından, ekonomik şartların boğuculuğundan bedenlerimizin, dertlerimizin içinde hapsolmuşken birden gözlerimizi gökyüzüne çevirdiğimizde bir ferahlama hissederiz; içine sıkıştığımız sorunlardan daha büyüktür hayat, hatta biz de bundan daha büyüğüyüzdür, daha fazla bağımız vardır yaşamla. Modern siyasetin tanımlarından biridir “celbetmek”, Althusser’in “hey sen” diye bağıran polisle tasvir ettiği bu celbetmek bizi modern sistemin öznesi ve kölesi haline getirir, sıkıştırıldığın yerden daha fazlasını düşünmemen ve deneyimlememen için tüm siyasi ve ekonomik şartlar oluşturulmuştur. Yaşam gücü düşer, direniş gücü düşer, keder, Spinoza’nın dediği gibi, iktidarların yönetmek için ihtiyaç duyduğu şeydir. Öyle ya, yaşama ve dünyaya bağlı bir insan, özerk kalabileceği bir alanı da varsa neden boyun eğsin ki? Önce özerklik alanlarını yok eder iktidarlar, özgürleşme olasılıklarına saldırır, içine doğdumuz dünyada onu hiç göremeden, dünya-sız-laştırılmış bir insan yaşar gideriz. Tek tanrılı dinlerin sonsuz uhrevi yaşam vaat ederek, insanı her şeyin efendisi kılarak yok ettiği dünya, ortak dünyamızdır; sadece tüm insanların değil, tüm canlıların, kayaların, atmosferi oksijenle doldurmuş algeaların ortak dünyasıdır. Dinler, kapitalizm, erkek egemenliği, otoriter yönetimler yani kötü bildiğiniz her şey ortak dünyayı yok eder; aslında tam da ortak dünyamızı yok ettikleri için kötülerdir. Bu kötüler ve kötülükler, insan zekasını her şeyin efendisi olması için sebep gösterir, insanı da makro mikro iktidar mekanizmalarıyla aptallaştırır kendine tabi kılar. İnsan yarattığı tüm iktidar mekanizmalarıyla kendini efendi görecek kadar aptallaştırılmıştır. Kendine atfettiği zeka, kendine karşı körleşmiştir. Kapitalist otoroiter erkek egemenliği yaşayabilmek için ortak dünyayı, yaşamı mümkün kılan tüm bağları yok etmesi gerektiğini bilir çünkü ortak yaşamın bağları güçlendiğinde kendisinin sadece asalak olduğu görülecektir. Bu egemen iktidar sadece bir sömürgendir. İşte ortak dünyanın dilinin, bilgisinin hatırlanması, koparılan bağların onarılması ya da bilmediğimiz bağların yeniden anlaşılması en güçlü direniş noktalarından biridir. İktidarların yarattığı kederlere karşı, dünyaya bağlanan kişi ortak dünyanın hem aktörü hem de koruyucusu olur. Gökyüzüne baktığımızda hissettiğimiz ferahlık aynı gökyüzü altındaki tüm varlıkları hissetmemizle ilgili olmalı.
İşte bu ferahlık için adım atacağımız sayfalardan söz edeceğim. Bilgimizin yetmediği, zekamızın henüz ulaşamadığı, hayalgücümüzün bile dumura uğradığı dünya canlılarıyle çıkacağımız bir yolculuk, onların evlerine yapacağımız bir ziyaret. Tüm kitabı okurken yüzünüzden silinmeyen özlem dolu gülümseme. Boğulduğumuz şu dünyaya yeniden sımsıkı sarılmak. Pandemi günlerinde, yaşama olan inancın tazelenmesi ve iktidarlara karşı içinizde yeniden oluşan bir direnç noktası, hiçbir şey olamsa da dünyayı bu kadar sevdiğiniz için iktidarlara dur diyebilirsiniz. Elbette böyle bir yolculuğa neden bu kitabın yazarı gibi erkek bir İngilizin çıkabildiği ama bizlerin bir türlü çıkamadığı da aklınıza gelecek. Ama neyse Caspar Henderson öylesine iyi bir iş çıkarmış ki onun kapsayıcı ve tatlı dili içerleyici ve şefkatle saran bir dil olmuş. Sünyada yaşadığını bilmediğimiz hayvanların anlatıldığı bu kitabın dili evet bilimsel ama yeni bir bilimsel dil diyebiliriz. “Bilimsel denemeler” diyebiliriz bu parçalara; bu ifade oksimoron bir ifade gibi gelebilir. Öyle ya, “deneme” denilen tür Montaigne’den beri “öznel” düşüncelerin edebi türü, bilimsellik ise nesnellik. Henderson bilimsel temelin üzerine, evrimin sarmalları üzerine mitolojiden bilim tarihine, soyların tükenmesinden korumaya kadar tüm farklı konuları kat ediyor kalemiyle. Evet bilimsel yaklaşım temel ama amaç dünyadaki hikayeyi anlatmak olmuş. İlhamını Borges’in Düşşel Varlıklar Kitabı’ndan ve 19. Yüzyıl Hayvannameler’inden alan Hendersen, “gerçeğin” düş gücünü aştığını göstererek dünyaya olan övgüsünü/ şiirini yazmış. Bir de etik bir öğüdü var: “Hayal gücümüzü hem kendi gerçekliğimizi hem de başka var olma biçimlerinin gerçekliklerini daha iyi dikkate almamızı sağlayacak şekilde genişletmeyi başaramazsak asıl görevimizi yerine getirmemiş oluruz.” (s 23). Tek tanrılı dinlerin zorladığı yapılmazsa cezalandıracağı bir “görev”değil, bu görev, ortak dünyayı tahayyül etme görevi. Ortak dünyayı tahayyül edemeyen insanın neler yaptığını biliyoruz. Ortak dünyayı hayal bile edemiyoruz çünkü buna yetecek kadar bilgimiz ve hayalgücümüz yok. Yazarın alıntıladığı Bertrand Russel’ın dediği gibi, “Dünya zekamızın keskinleşmesini bekleyen büyülü şeylerle dolu”.
Hayal gücümüz kendimizi de algılayacak kadar geniş değil hala çünkü, Neil Shubin’den alıntılandığı gibi, “(b)akmayı bilenler için vücudumuz bir zaman kapsülüdür. Açıldığında gezegemizin tarihinden önemli anlara dair, okyanuslarda, nehirlerde ve ormanlarda geçmiş uzun maziye dair işaretlerle dolu olduğu görülür. Kadim zamandaki atmosfer değişiklikleri, hücremizin doku oluşturmak için işbirliği yapmasını sağlayan moleküllerin yapısına yansımıştır. Kadim nehirkerin çevresel koşulları, uzuvlarımızın temel anatomisni şekillendirmiştir. Renkli görüş kabiliyetlerimiz ve koku duyumuz kadim ormanlardaki ve ovalardaki yaşam tarafından ortaya çıkarılmıştır” (s.33). İnsanların maymun atalarını “hazmedemeyenler” için 650 milyon öncesinde deniz hıyarlarıyla olan ortak atamızı öğrenmek sarsıcı gelebilir. Semenderlerle paylaştığımız daha genç ortak atalarımız da sarsıcı olacaktır: “İnsan ve semederlerin ilk ataları, yani ilk tetrapodlar (dört üyeli omurgalılar) Devoniyen dene jeolojik devirde yaklaşık 365 milyon yıl önce ortaya çıktı. Nehir kollarının ve kıyılardaki bataklıkların az akıntılı ve sığı, besin ve saklanacak yer açısından zengin sularında yaşıyorlardı. Bu şartlar altında, nehir habitatının hemen üstündeki temiz havayı solumak için öncü-uzuvları üzerinde şınav benzeri hareketler yapabilen ayaklı balıklar çamurlu sulardaki kıt oksijeni yalnızca solungaçları aracılığıyla kullanmaya çalışanlara göre büyük avantaj sağlamış olmalılar” (s.36). Fakat her şeyin insan etrafında döndüğünü düşünmeyen, bahsi geçen hayvanlar arasında insan da yer alsa da, Hendersen’ın çalışması bizzat insan-merkezli bir dünya algısını yıkmak. Ortak ataları göstermek bir anlamda insan kibrinin kırılması ve insanın kendi yerini bilebilmesiyle ilgili, ayrıca Carl Sagan’dan alıntılandığı gibi, yunuslar iki bin cümle kurmaya yetecek altmış sembol /kelimeyi öğrenebiliyorlar ama “hiçbir insan henüz yunusçayı öğrenemedi” (s.86).
Nazi filozof Heidegger, erkek egemen insan merkezli felsefesinde (üstün ırkla sonuçlanması pek de şaşırtıcı değil!), insanın tek dünya-kuran varlık olduğunu söyler, hayvanlar ise “çevrelerinin esiridir ve ancak o çevrenin içgüdüsel dürtülerini serbest bırakan özellikleri sayesinde etkinlik kazanabilirler” (s.89). Nazilerin kurduğu dünyadan çok da farklı değildir insanın kendini merkez aldığı dünya, yağları için öldürdükleri balinaların “şarkılarını” duyamazlar. Balinaların şarkılarıyla yaptıkları dünyayı gürültü ve atıklarla pisletirler. Balina şarkıları, rastgele ses değil, “incelikli şekilde yinelenen ritmik dizelerdir” ( s.301). Peki balinanın nefesinin yağmur sonrası toprak gibi koktuğunu biliyor muydunuz? Balinanın bu tatlı nefes kokusu, sindirim maddesinden ve ağzındaki plazma tabakasından kaynaklanır. Bu madde, kozmetik endüstrisinde koku sabitleyici olarak kullanılmaktadır. Balinaları öldürmek için başka bir insan dünyası sebebi daha.
İnsan-dünyası, hayvanların becerilerini başka dünyalara ulaşmak için kullanabiliyor. Bıyıklı sıçrayan örümceklerin görme “teknolojisi” “Mars’a gönderilecek robotik araçların görüş sistemlerini geliştirmek için yapılan araştırmalar sırasında incelenmiştir. Bıyıklı sıçrayan örümcekler retinalarını iki yana hafifçe titreterek hayvanın vücüdunu oynatmadan elde edeceği bilgiden daha fazlasını elde etmeyi başarır” (s.233). Dünyadaki en eski “görme teknolojisi” ise kalsit kristallerin oluşturduğu lenslerdir. Bu lenseler deniz yıldızında bulunur: “Pek çok denizyıldızının üst gövdesinde tek tek fotoreseptör hücreler de bulunur. Bu gözlerin lensleri kalsit kristallerinden oluşur, bu madde denizyıldızları haricinde bir tek soyları çoktan tükenmiş trilobitler tarafından kullanılmıştır. Yani denizyıldızları bizi görebilir, hem de bu gezegendeki en eski görme teknolojileriniden birini kullanarak” (s.74) İnsan dünyası, bazen bilmeden de varolan hayvanların özelliklerini sezerek kurgular da yapmış görünüyor. Alien filmi için alien prototipi çizen İsviçreli sanatç, ağzın içinden çıkan ikinci ağızı yaratırken “Müren balıklarının ağzından fırlayan yutak çenesinden haber olmadığını söylemiştir” (s.100). “Müren yılanbalıklarının boğazlarının arka kısmında ikinci bir çene takımı vardır, bunlar hızla ileri fırlayıp avı yakalayarak yine seri bir şekilde geri gelir ve hayvan ağzını kapattığı esnada avı yemek borusuna çeker. Korkutucu bir ikinci diş dizisini bu şekilde ‘kusabilmek’ gibi sıradışı bir beceri mürenleri her anlamda avantajlı kılar” (s.99).
Zenofayofor, varil süngeri, Quetzalcoatlus, denizkelebeği, aksolotl, gonodactylus ve diğer tanıdığımız hayvanları anlatan Henderson, evrim tarihinden, dünyanın oluşumuna, mitolojiden bilimsel başarısızlıklara kadar geniş bir yelpazeye taşıdığı anlatısında aslında “bir yaprak gibi düşünen” Donna Harraway’in sesini yankılıyor. Antroposenden – dünyanın ekosistemleri ve jeolosi üstünde insanların önemli bir etkiye sahip olduğu dönem- Eremoziok döneme – insan eylemleri sonucunda Dünya’daki yaşamın zayıfladığı dönem- geçerken bu geçişi nasıl durdurabileceğimizi sorguluyor. Gidişatın durdurulması, bir mücadelenin örgütlenmesi için iktidarların kıt bıraktığı hayal gücümüze kavuşmamız ve ortak dünyayı yeniden kucaklayacak güçlülüğe erişmek için, tek hücrelilerden sürüngenlere, dev kuşlara, memelilere bir yolculuk gerekiyor. Herkesin bu yolculuğa, bu tada erişme olanağının olması gerekiyor ki Ekozoik döneme- insanların dünya üzerinde karşılıklı iyileştirme esasına dayalı yaşayacağı devir- geçebilelim.