Emre Tansu Keten, "Yeni Karanlık Çağ: teknolojiyi sekülerleştirmek", K24, 24 Eylül 2020
Teknolojik gelişmeler, özellikle yeni medya teknolojilerinin hızlı ve yaygın bir şekilde benimsenmesi, hepimizin gündelik hayatını, kültürel tüketim tarzını, hatta düşünme ve alımlama sürecini değiştiriyor. Ancak buna rağmen, teknolojiye dair düşünüş tarzlarında buna benzer radikallikte dönüşümlere çok az rastlıyoruz. 1970’lerde ortaya çıkan, Daniel Bell’in bayraktarlığını yaptığı, teknolojik gelişmelere ve bilgiye haddinden fazla değer veren teknolojik belirlenimci görüşlerle, Google CEO’su Eric Schmidt’in 2013’te sarf ettiği şu sözler arasında bir devamlılık var:
“İnovasyonun doğal seyrine güvenmeli, ileride ne olup biteceği konusunda çok daha iyimser olmalıyız”.
Bize sabah akşam kendimize yatırım yapmamız, rakiplerimizden bir adım öne çıkmak için katma değerimizi artırmamız gerektiğini vaaz eden bilim insanlarından, en büyük hayali bir start-up kurup köşeyi dönmek olan genç mezunlara, mesleği ne olursa olsun kendisini YouTube’ta parlatmaya çalışan insanlardan, hayatını sosyal medya mecralarının ritmine göre ayarlayan fenomen adaylarına kadar birçok kişi farkında olsa da, olmasa da bu ideolojik söylemi benimsiyor. Yeni medya teknolojilerinin bize ne yaptığından çok, bunlarla ne yapılabileceği akıllarımızı meşgul ettiğinden, hayatlarımız sürekli bir inovasyonun peşinde, uyum sağlama çabası olarak yaşanıyor.
Bunun tam karşısında ise teknolojinin insanlıktan neler götüreceğine odaklanan tekno-kötümser senaryolar yer alıyor. Black Mirror dizisinde cisimleşen bu kötümserlik, halihazırda var olan teknolojik araçların insanlığın sınırlarını nereye kadar zorlayacağını betimlemeye çalışıyor. Herkesin birbirini puanladığı, bu nedenle insanların puanlarına göre toplumun bir tabakasında yaşamaya mahkûm olduğu, aşkın algoritmalarla sıkı sıkıya belirlendiği, bu nedenle aslında ortadan kalktığı, teknolojinin insanların yeniden köleleştirilmesine yardımcı olduğu dünyaların çizildiği bu tekno-kötümser kamp, yukarıda eksikliğini ifade ettiğimiz, teknolojiye dair farklı bir düşünüş tarzının kapısını aralamıyor. Tam tersine, bu teknoloji fetişizmine hizmet eden bir gösteri olarak işlev görüyor ve distopyanın yüklenmesi gereken eleştirellikten uzaklaşarak tekno-kötümserliği bir haz nesnesine dönüştürüyor. Teknolojiye dair karanlık gelecek senaryoları, teknolojik belirlenimcilik tarafından soğuruluyor.
Yeni Karanlık Çağ isimli kitabı Metis Yayınları’ndan çıkan James Bridle tam da bu iki hattın dışından, bu kutuplaşmayı dağıtan bir yerden düşünüyor teknolojiyi. Yeni medyanın hayatlarımızı şekillendirdiği, bundan kaçışın pek de mümkün olmadığı kabulü ile yola çıkan Bridle şöyle diyor:
“Bu biçimlendirme ve yönlendirmede anlamlı bir rol üstlenebilmek için yeni teknolojiler üzerine düşünmenin farklı yollarını bulmak, eleştirel bir yaklaşım geliştirmek giderek daha önemli hale geliyor.” (s. 12)
Sistemleri salt işlevsel olarak kavramanın yetersiz olacağını vurgulayan Bridle, bu sistemleri tarihselleştirmemiz ve sonuçları üzerine düşünmemiz gerektiği kanısında.
İşlemleme
Bridle için teknolojiye dair düşünürken de, teknoloji ile düşünürken de bizleri egemen ideolojiye bağlayan en önemli unsur işlemleme. Evgeny Morozov’un tekno-çözümcülük kavramına benzer bir şekilde, işlemleme de “karşılaşılan her problemin işlemleme yoluyla çözülebileceği inancını” niteliyor. (s. 14) Yani “insanlığın bugün karşı karşıya olduğu, küçüğünden büyüğüne bütün sorunlar aslında teknolojik bir eksikliğin tezahürüdür ve bunların hepsi teknolojik yeniliklerle çözülebilir” diyor bize bu anlayış. Örneğin Türkiye’de gazetecilik yapmak birçok sorunla malulken, bu sorunları aşmak için gazetecilerin kodlama öğrenmesini, gazetecilik alanında kullanılan teknolojileri günü gününe takip edip bunları hemen pratiğe dökebilmesini salık vermek, işlemleme mantığına bire bir uyuyor. Hal böyle olunca, bahsi geçen sorunların birinci nedeni olan politik baskı en baştan görünmez, buna karşı örülecek bir mücadele hattı ise zaten gereksiz kılınıyor.
İşlemleme sadece bir öneri, çözüm sunma, teknolojik olanakları değerlendirmeye katma işi değil, bütün bir düşünüş tarzını belirleyen genel mantık olarak işliyor:
“İşlemleme kültürü büyütmek, çerçevelemek ve biçimlendirmekle kalmaz; gündelik, sıradan farkındalık radarımızın altında iş görüp kültürün ta kendisine dönüşür. (...) Başka bir ifadeyle, işlemleme önce kültürün haritasını çıkarıp modeller, sonra da onun kontrolünü devralır. Google önce insanlığın bildiği her şeyi kataloglamaya koyulup sonra bu bilginin kaynağına, belirleyicisine dönüştü: insanların fiilen düşündüğü şey haline geldi. Facebook önce insanlar arasında bağlantıların haritasını çıkarmaya girişip sonra bu bağlantıların kurulduğu platform haline geldi ve toplumsal ilişkileri geri dönülmez biçimde yeniden şekillendirdi”. (s. 49)
İşlemleme mantığı, insanların gözlem ve deneyimlerindense otomasyonun, büyük verinin, teknolojik çözümlerin kayda değer görüldüğü, hatta birincisinin ikincisinin altında güvenilmez ve ikincil kılındığı bir düşünme tarzı Bridle’a göre. Bu nedenle otomasyonun sunduğu enformasyon kafa karışıklığına yok açmayacak derecede kesin, doğru ve temiz kabul ediliyor, herhangi bir gri alanın varlığı böylece dışlanıyor:
“Bununla bağlantılı teyit etme eğilimi ise, otomasyonun sunduğu enformasyonla daha uyumlu hale getirmek için dünyaya ilişkin farkındalığımızı yeniden şekillendirir; makinenin bakış açısıyla uyumlu olmayan gözlemlerin tamamını reddedebileceğimiz bir ölçüde, daima işlemlemeye dayalı çözümlerin geçerliliğini doğrular (...) İşlemsel düşünme daima en düşük bilişsel çabayla elde edilebilecek, kolay yanıtlarda ısrar eder. Ama bunun da ötesinde, böyle bir yanıtın var olduğunda, çürütülemeyecek bir yanıta ulaşmanın mümkün olduğunda ısrar eder”. (s. 53)
“En düşük bilişsel çabayla elde edilebilecek kolay yanıtlar”dan bahseden Bridle, ne kadar çok enformasyon olursa, o kadar doğruya yaklaşacağımız yaklaşımının tam da bu nedenle geçersiz olduğunu iddia ediyor. İnternet sayesinde herhangi bir konuda milyonlarca doğru, nitelikli bilgiye erişebildiğimiz bir çağda, aynı zamanda en saçma sapan komplo teorilerinin, bariz yalan haberlerin bu kadar ilgi görmesinin nedenini de burada görüyor. İşlemleme mantığı bize hakikati vaat ederken, diğer yandan yalanı ve komployu güçlendiriyor. Bu aslında bilim alanında da yaşanıyor. Büyük Veri fetişi altında bilimsel çalışmaların gitgide teknikleştiği, bilim insanlarının akıl yürütmelerinin geri plana çekildiği bu dönem, aynı zamanda prestijli bilimsel dergilerden yayın kaldırılmasının en fazla arttığı dönem oluyor. 2011’de yapılan bir araştırma, bilimsel dergilerden kaldırılan yayınların sayısının son on yılda ona katlandığını gösteriyor. Bridle’ın dediği gibi:
“Büyük verinin büyülü yanı budur işte. Üzerine çalıştığınız konuya dair hiçbir şeyi gerçekten bilmeniz veya anlamanız gerekmez; tüm inancınızı dijital enformasyondan çıkarılan hakikate bağlayabilirsiniz. Büyük veri safsatası, bilimsel indirgemeciliğin mantıksal sonucudur bir bakıma”. (s. 92)
Ağın fiziki varlığı
Aynı zamanda sanatçı olan Bridle, işlerinde olduğu gibi bu kitabında da tamamen sanal bir düzlemde hayal ettiğimiz/deneyimlediğimiz ağın aslında tamamen fiziki bir yapıya dayandığını göstermek istiyor. Bunu da teknoloji ile iklim krizi arasındaki bağlantıyı açığa çıkararak yapıyor. Yazara göre tek tek insanlar tarafından satın alınan akıllı telefonlar ve kişisel bilgisayarlar, bunların ağa dahil olmasıyla gerçekleşen işlemler, bu işlemlerin ve enformasyonun genişlemesiyle daha da büyüyen veri merkezleri ve son olarak ısıyı dengeleyebilmek için çalışan soğutma sistemleri büyük miktarda ısı atığı oluşturarak küresel ısınmayı hızlandırıyor:
“2015’ten bu yana toplam küresel emisyonun yüzde 2’sinden veri merkezleri sorumludur. Bu rakam aşağı yukarı havayolu endüstrisinin bıraktığı karbon ayak izine eşittir.” (s. 71)
Küresel ısınmanın en az hedef gösterilen faillerinden biri, kendisini (ve insanlığı) zamanın ve mekânın sultasından kurtardığını iddia eden siberuzam olurken, yaratılmasında pay sahibi olduğu iklim krizi aslında kendisini de tehdit ediyor:
“Elektromanyetik ölçekte, sıcaklıklar yükseldikçe kablosuz aktarımın gücü ve etkinliği azalacaktır. Atmosferin kırılım endeksi büyük ölçüde nem oranına bağlıdır ve elektromanyetik dalgaların eğimi ile zayıflama oranını ciddi ölçülerde etkilemektedir. Yükselen sıcaklıklar ve artan yağışlar noktadan noktaya veri bağlantılarının ışınlarında kaymalar yaratıp yayın sinyallerini zayıflatacaktır.” (s. 71)
Bu senaryo bize ağın hiç görünmediği kadar fiziki bir varlığa sahip olduğunu ve bu alanda birçok handikabı içerisinde barındırdığını gösteriyor.
Bunların dışında ağın fiziki varlığını çok yakından deneyimleyen bazı gruplar da var. Örneğin bileklerine takılı elektronik cihazlarla çalışan Amazon işçileri. Bridle’a göre biz bilgisayarlarımızın başında birkaç işlemle sipariş verdiğimizde aslında bir insanın bir süreliğine gerçekleştireceği hareketleri de bilmeden, görmeden belirliyoruz. Bileklerinde elektronik cihazlarla çalışan Amazon işçileri, karmakarışık bir şekilde düzenlenen depolarda, sipariş edilen ürünleri bulmak için bu cihazların direktiflerini uyguluyor. Bir işçinin günde 20 km’ye varan yürüyüşünü düzenleyen bu cihazlar, aynı zamanda işçilerin günlük çalışma performanslarını da merkeze bildiriyor. Yani bir Amazon işçisi için ağ yapısı tahmin edemediğimiz kadar, fiziki varlığını belirleyen bir sistem olarak görülüyor. Tıpkı Uber şoförleri, yemek kuryeleri, borsa çalışanlarında olduğu gibi.
Teknolojinin “tarafsız” yapısı
Schmidt’in kullandığı “inovasyonun doğal seyri” ifadesi, teknoloji herhangi bir sınıfın ya da egemen grubun çıkarlarından bağımsız bir şekilde, tarafsız ve doğal bir yönde ilerliyor yutturmacasından başka bir anlama gelmiyor. Bridle bunu ABD’de bir süre denenen suçlu profili yazılımlarından örnekler vererek açıklıyor. Bu yazılımların genellikle siyah ve Latin kökenlileri “daha suçlu” bulduğu, ırkçı bir yapıya sahip olduğu ortaya çıktığında, teknolojik araçların onu geliştirenlerin siyasi ve sınıfsal reflekslerinden bağımsız bir yerde konumlandırılamayacağı da kanıtlanıyor aslında.
Bu denemelerdeki diğer bir temel sorun bizi yine işlemleme mantığına götürüyor. Teknolojik araçlarla her şeyi bilebileceğini düşünen zihin, suçluları henüz suç işlemeden tespit edip kapatma sevdasına düşüyor. Bunun diğer bütün alanlarda işlediğini tahayyül ettiğimizde karşımıza gerçekten karanlık bir çağ çıkıyor:
“Tek bir doğru çözümün, her şeye hükmedecek tek bir yanıtın peşinde, enformasyonun Prometheus’vari bir çabayla dünyanın kendisinden çıkarılmasına bel bağlıyor bu bilgi tarzı. Veriye, ürünlere ve insanlara ilişkin enformasyonun işlenmesine yapılan bu büyük yatırım, verimliliği diğer tüm hedeflerin üzerine çıkarıyor; yani sosyolog Deborah Cowen’in ‘techne’nin tahakkümü’ dediği noktaya varıyor.” (s. 140)
Prometheus’vari bir bakış teknolojiye hak ettiğinden fazla bir değer verip onu insanlığın sorunlarını çözecek bir kurtarıcı olarak kutsamak anlamına geliyor. Buna karşılık Bridle yorumbilgisel bir okuma öneriyor:
“Teknolojiye ilişkin yorumbilgisel bir kavrayış gerçekliğin hiçbir zaman göründüğü kadar basit olmadığını, her anlamın ardında başka bir anlamın yattığını, bir sorunun birbiriyle çelişen birden fazla, hatta sonsuz yanıtı olabileceğini vurgulayarak hatalarına açıklama getirebilir.” (s. 141)
Bridle her şeyi kesin olarak bilebileceğimiz, bu bilgilerle dünyayı düzeltebileceğimiz ideali güçlendikçe, dünyanın daha da anlaşılmaz bir karmaşıklığa sürüklendiğini söylüyor. Bunu tersine çevirmenin yolu ise yeni teknolojilerin sol bir siyasetin etkisiyle ehlileştirilmesi değil, bütün sistemin şeffaflık ve kamu yararı ilkeleriyle yeniden düzenlenmesi ona göre. Yeni teknolojiler ve bunların yarattığı araçlar ile insanlar ve doğa arasında bir işbirliği etiği geliştirmek, teknolojik olanakları insanlık ve doğa için avantajlı bir şekle sokmak elzem.
Karşımızda onun kodlarını çözüp içerisinde daha etkili bir şekilde yer alarak düzeltebileceğimiz bir sistem yok; aksine, ona dair kavrayışımızı değiştirmemiz, ona dair daha sağlam bir eleştirel perspektif geliştirmemiz gereken bir sistem var. Bunu düşünmeye davet ediyor bizi Yeni Karanlık Çağ. Bu düşünme sürecine, teknoloji tanrısının ateşi çalıp bize getirmeyeceğini kabul ederek başlayabiliriz en azından.