ISBN13 978-605-316-202-5
13x19,5 cm, 280 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Yarılma, s. 11-17

“Keşke teknoloji acil durumlarda sana ulaşmanın bir yolunu bulmuş olsaydı,” deyip duruyordu bilgisayarım.

2016’daki ABD başkanlık seçiminin sonuçları açıklandıktan sonra, muhtemelen sosyal medyadaki ortak aklın da etkisiyle, tanıdığım birkaç kişi gibi Batı Kanadı’nı (The West Wing) yeniden izlemeye başladım. Nafile bir denemeydi tabii, geçmişe duyduğum özlemi dindirmedi, ama alışkanlık yaptı; geceleri, iş çıkışlarında, uçak yolculuklarında, ne zaman yalnız kalsam bir-iki bölüm izler oldum. İklim değişikliği üzerine araştırmalarda, küresel gözetim ve tüm dünyayı saran siyasi belirsizliklere ilişkin değerlendirmelerde yazılıp çizilen kıyamet senaryolarını okuduktan sonra, 2000’lerin başında siyaset dünyasının kapalı kapıları ardında neler döndüğünü anlatan, neoliberalizm sosuna bulanmış bir diziye kendini kaptırmak çok da kötü bir şey gibi gelmiyordu açıkçası. Bir gece, üçüncü sezondan bir bölümü yarıladığım sırada, Başkan Bartlett’in özel kalemi Leo McGarry gün içinde katıldığı Adsız Alkolikler toplantısına hiç gitmemiş olmayı diliyor, yokluğunda patlak veren krize zamanında müdahale edemediği için hayıflanıyordu.

“Yarım saat önce burada olsan bizim yaptıklarımızdan başka ne yapacaktın ki?” diye sordu Başkan.

McGarry, “Şimdi bildiklerimi yarım saat önce öğrenmiş olacaktım,” karşılığını verdi. “Bu yüzden de artık gitmeyeceğim o toplantılara – böyle bir lüksüm yok.”

Bartlett McGarry’nin etrafında bir tur atıp iğneleyici bir edayla devam etti: “Doğru. Keşke teknoloji acil durumlarda sana ulaşmanın bir yolunu bulmuş olsaydı. Uzakta da olsan numaranı tuşladığımızda sana ulaşabileceğimiz, ihtiyacımız var diyebileceğimiz bir cihaz mesela.” Bu sırada elini Leo’nun cebine sokup telefonunu çıkardı, “Bunun gibi bir şey olurdu herhalde değil mi, Müfettiş Gadget!”

Ama bölümün devamı gelmedi. Bilgisayarım bozulunca, ekrandaki görüntü değişmesine rağmen ses aynı cümlede takılıp kaldı: “Keşke teknoloji acil durumlarda sana ulaşmanın bir yolunu bulmuş olsaydı! Keşke teknoloji acil durumlarda sana ulaşmanın bir yolunu bulmuş olsaydı! Keşke teknoloji acil durumlarda sana ulaşmanın bir yolunu bulmuş olsaydı!”

Elinizdeki kitap acil bir durumda teknolojinin bize ne anlatmaya çalıştığıyla alakalı. Aynı zamanda da neyi nasıl bildiğimiz ve bilemediğimiz hakkında.

Teknolojinin geçtiğimiz yüzyılda yakaladığı ivme gezegenimizi, içinde yaşadığımız toplumları ve bizleri hızla dönüştürdü, ama bunlara dair kavrayışımızı pek dönüştüremedi. Bu durumun nedenleri de yanıtları da bir hayli karmaşık; teknolojik sistemlere öylesine gömülmüş haldeyiz ki pratiğimizi de düşünce tarzımızı da onlar şekillendiriyor artık. Ne bu sistemlerin dışında durabiliyoruz, ne de onlarsız düşünebiliyoruz.

Bugün karşı karşıya olduğumuz en büyük sorunların bir sorumlusu da sahip olduğumuz teknolojilerdir: İnsanların çoğunu yoksullaştırıp zenginle fakir arasındaki uçurumu her gün biraz daha genişleten zıvanadan çıkmış bir ekonomik sistem; siyasal ve toplumsal mutabakatlardaki çöküş ve bunun sonucu olarak milliyetçiliğin, toplumsal ayrışmaların, etnik çatışmaların ve gölge savaşların tüm dünyada artması; hepimiz için varoluşsal bir tehdit oluşturan küresel ısınma.

Bilimler ve toplumlar, siyaset ve eğitim, savaş ve ticaret; yeni teknolojiler tüm bu konulardaki becerilerimizi geliştirmekle kalmayıp, iyisiyle kötüsüyle, onları bilfiil biçimlendirip yönlendiriyor. Bu biçimlendirme ve yönlendirmede anlamlı bir rol üstlenebilmek için yeni teknolojiler üzerine düşünmenin farklı yollarını bulmak, eleştirel bir yaklaşım geliştirmek giderek daha önemli hale geliyor. Teknolojinin ne kadar karmaşık bir işleyişi olduğunu, teknolojik sistemler arasındaki bağlantıları, birbirlerini nasıl etkilediklerini anlayamazsak bu sistemlerin içinde savunmasız kalır, taşıdıkları potansiyeli bencil elitlerin, insafsız şirketlerin eline bırakmış oluruz. Söz konusu teknolojilerin birbirleriyle beklenmedik, hatta çoğu zaman şaşırtıcı biçimlerde etkileşime girdiğini, bizimse boğazımıza kadar bu sistemlere batmış olduğumuzu hesaba katınca, bu kavrayış pratik açısından işlerin nasıl yürüdüğüyle sınırlandırılamaz: Bu sistemlere dair kavrayışımızın, nasıl ortaya çıktıklarını, işleyişlerini nasıl sürdüklerini ve nasıl genellikle içe içe geçmiş, görünmez yollardan iş gördüklerini de içerecek şekilde genişlemesi gerekir. Velhasıl, ihtiyacımız olan şey okuryazarlıktır, anlamak değil.

Bu sistemlere ilişkin gerçek bir okuryazarlık basit kavrayıştan çok daha fazlasını içerir; farklı biçimlerde anlaşılıp uygulanabilir. Bir sistemin pratik kullanımının ötesine, bağlamını ve sonuçlarını anlamaya uzanır. Herhangi bir sistemin uygulamalarını her derde deva görmeyi reddedip, sistemler arasındaki karşılıklı ilişkileri anlamakta, tek tek çözümlerin bünyevi sınırlılıklarını görmekte ısrar eder. Bu tür bir okuryazarlık bir sistemin yalnızca dilini değil üstdilini –sistemin kendi hakkında konuşurken, diğer sistemlerle etkileşime girerken kullandığı dili– de akıcı bir şekilde okuyabilmeyi içerir; ayrıca bu üstdilin sınırlılıklarına, potansiyel kullanımlarına ve istismarına duyarlıdır. Ama daha da önemlisi, hem eleştiri yapma hem eleştiriye yanıt verme becerisine sahiptir.

Teknolojiye ilişkin umumi kavrayışın zayıflığına cevaben geliştirilen argümanlardan biri teknoloji eğitimini artırmaktır – en basit haliyle, kodlamanın öğrenilmesidir. Bu tip çağrılar genellikle politikacılardan, teknoloji uzmanlarından, bilirkişilerden ya da önde gelen iş insanlarından gelir ve sıklıkla da salt işlevsel, piyasacı terimlerle ifade edilir: Bilgi ekonomisi daha çok programcıya ihtiyaç duymaktadır; genç insanlara istihdam yaratmak gerekir. Bu fena bir başlangıç sayılmazsa da, kodlama öğrenmek tek başına yeterli değildir; tıpkı tıkalı bir lavaboyu açmayı öğrenmenin yeraltı su tablaları, siyasi coğrafya ve eskiyen altyapı ile toplumdaki fiili yaşam destek sistemlerini tanımlayan, biçimlendiren ve üreten sosyal politikalar arasındaki karmaşık ilişkileri anlamaya yetmeyeceği gibi. Sistemleri salt işlevsel olarak kavramak yetersiz kalır; bizim bu sistemlerin tarihi ve sonuçları üzerine de düşünebilmemiz gerekir. Nereden geldiler, kimler tarafından, ne amaçla tasarlandılar, bu niyetlerden hangileri bugün geçerliliğini korumaktadır?

Teknolojiye ilişkin salt işlevsel bir kavrayışın barındırdığı ikinci tehlikeyse, “işlemsel düşünme” adını verdiğim tarzdır. Çözümcülük diye bilinen yaklaşımın, karşılaşılan her problemin işlemleme yoluyla çözülebileceği inancının bir uzantısıdır bu. İşlemsel düşünme yaklaşımına göre, pratik veya toplumsal her sorunumuzu çözecek bir “uygulama” mutlaka vardır. Ama çözümcülük de yeterli değildir ve sahip olduğumuz teknolojinin bize anlatmaya çalıştığı şeylerden biri budur. İşlemsel düşünmenin başka bir yanılgısı ise, –çoğu zaman farkında bile olmadan– dünyanın gerçekten de çözümcülerin iddia ettiği gibi bir yer olduğunu varsaymasıdır. İşlemsel düşünme çözümcülüğü öyle içselleştirmiştir ki dünyayı işlemleme dışında herhangi bir çerçevede düşünmek de ifade etmek de imkânsızdır artık. Bugün dünyaya hükmeden, toplumlarımızdaki ve etkileşimlerimizdeki en beter eğilimleri körükleyen işlemsel düşünme yaklaşımına tam bir sistem okuryazarlığıyla karşı çıkmak gerekir. Nasıl felsefe insan düşüncesinin bilimin açıklayamadığı şeylerle meşgul olan bölümüyse, sistem okuryazarlığı da –işlemleme tarafından biçimlendirildiğini kabul etmekle birlikte– salt bu çerçevede açıklanamayacak bir dünyayla meşgul olan düşüncedir.

Tek başına “kodlama öğrenmenin” zaafı diğer yönüyle de tartışılabilir: Nasıl kakamızı yapmak için ya da tesisat sisteminin bizi öldürmeye çalıştığından korkmadan yaşamak için tesisatçı olmamız gerekmiyorsa, teknolojik sistemleri de kodlama öğrenmek zorunda kalmadan anlayabilmemiz gerekir. Tesisatımızın bizi gerçekten öldürmeye çalışıyor olma ihtimali de hiçe sayılmamalı gerçi: Günümüz toplumlarında altyapının büyük kısmı işlemlemeye dayalı karmaşık sistemler tarafından sağlanmaktadır; eğer insanların bu sistemleri kullanması güvenli değilse, ne kadar kötü oldukları konusunda verilecek hiçbir eğitim uzun vadede bizi kurtarmaya yetmeyecektir.

Bu kitapta biraz tesisatçılık yapacağız, ama bunu tesisatçı olmayanların ihtiyaçlarını da her aşamada gözeterek yapmamız gerekiyor: Anlama ihtiyacını, dahası her zaman anlamasak da yaşama ihtiyacını gözeterek. Yeni teknolojilerin kapsamını ve ölçeğini tasavvur etmek, tanımlamak için çok uğraşıyoruz genellikle, bu da demektir ki onlar hakkında düşünmekte bile zorlanıyoruz. Bu durumda yeni teknolojilerden ziyade yeni metaforlara, karmaşık sistemlerce biçimlendirilen bu dünyayı tanımlayacak bir üstdile ihtiyacımız olduğu açık. İnsan, siyaset, kültür ve teknolojinin iyice iç içe geçtiği bu dünyanın gerçekliğini hem tanıyan hem irdeleyen yeni bir stenografiye ihtiyacımız var. Aslına bakılırsa, biz hep birbirimize bağlıydık; eşitsiz, mantıksız biçimlerde veya kimilerimiz diğerlerinden daha fazla belki ama tamamen ve kaçınılmaz biçimde daima bağlantı halindeydik. Ağın değiştirdiği şey bu bağlantının görünür, inkâr edilemez hale gelmesidir. Şeyler ile bizim birbirimize kökten bağlı olduğumuz gerçeği daima karşımızda duruyor; yapmamız gereken bunu ele almanın yeni yollarını bulmak. Kavrayışımızdaki ve fail statümüzdeki yarılmanın yalnızca –ve açıklanamaz bir şekilde– internetten veya amorf teknolojilerden kaynaklandığını, bunlar tarafından körüklendiğini söylemek yeterli değildir. Şimdilik daha iyi bir terim olmadığından, bizi ve sahip olduğumuz teknolojileri –insan ve insan olmayan faili, kavrayışı, bilmeyi ve bilmemeyi aynı potada eriterek– tek bir çatı altında toplayan geniş sistem anlamında “ağ” kavramını kullanıyorum. Yarılma bizimle sahip olduğumuz teknolojiler arasında değil, ağın kendi içindedir ve bunun bilincine ancak ağ sayesinde varırız.

Sözün özü, eleştiriye imkân veren de, bu eleştiriyi icra eden, ona yanıt üreten de sistem okuryazarlığıdır. Tartışacağımız sistemler düşünmesi, anlaması, tasarlaması ve gerçekleştirilmesi bir avuç insanın eline bırakılamayacak kadar ciddidir; hele de bu insanlar kolayca eski elitler ve iktidar yapılarıyla saf tutuyor, onlara tabi hale geliyorsa. Dünya genelindeki eşitsizlik, şiddet, popülizm ve köktencilik gibi temel konular ile her gün karşılaştığımız sistemlerin karmaşıklığı arasında, bu sistemlerin çoğunun inşasındaki veya tanımlanışındaki anlaşılmazlık arasında somut, nedensel bir ilişki var. Bugün, yeni teknolojiler bizi daha önce hiç olmadığı kadar, adeta doğal olarak özgürleştiren sistemler gibi takdim ediliyor. Ama başlı başına bu bile işlemsel düşünmenin bir örneği aslında – ki bu da hepimizin kabahati. Yeni teknolojileri ilk benimseyen, çığırtkanlığını üstlenen, bu teknolojilerin verdiği türlü türlü hazları deneyimleyen, sunduğu fırsatlardan yararlanan ve dolayısıyla –genelde de naifçe– daha geniş çaplı uygulanmasını savunanlarımız, eleştirel olmayan bu mevzilerinde daha güvende değiller. Ama eleştirinin argümanı ne tek tek tehditlerden ne de daha az talihli veya daha az bilgili olanlarla özdeşleşmekten oluşabilir. Ağ söz konusu olduğunda bireycilik de yetersizdir, empati de. Hayatta kalmak ve dayanışmak, anlamaksızın da mümkün olmalıdır.

Her şeyi anlamasak, anlayamasak da her şey üzerine düşünebiliriz. İlerleyen sayfalarda göreceğimiz gibi, anlamak çoğu zaman imkânsız olduğundan, içinde olduğumuz bu yeni karanlık çağda hayatta kalmanın yolu bir şeyi enine boyuna anlama iddiası taşımadan, böyle bir iddianın peşine takılmadan düşünebilme becerisinden geçiyor. Ürünlerine ayrıcalık tanımadığımız sürece, teknoloji bu düşünce tarzına rehberlik, eşlik edebilir: Bilgisayarlar yanıt bulmaktan çok soru sormanın araçlarıdır. Kitap boyunca tekrar tekrar hatırlayacağımız gibi, bir teknolojiyi enine boyuna, diğer sistemlerle ilişkisi içinde anlamak o teknoloji için kullandığımız metaforları başka düşünce tarzları için de kullanmamıza olanak tanır genelde.

1950’lerden itibaren, elektrik mühendislerinin kurdukları sistemleri betimlemek için çizdikleri şemalarda yeni bir sembol belirmeye başladı. Tüylü bir çemberi, karahindibayı ya da çizgi romanlardaki konuşma balonlarını andıran daire şeklindeki bu sembol, zamanla nihai formunu bulup bulut figüründe sabitlendi. Mühendisin üzerine çalıştığı şey her ne olursa olsun, o şey bu buluta bağlanabilirdi ve yalnızca bunu bilmek kâfiydi. Diğer bulut bir güç sistemi olabileceği gibi, veri alışverişi noktası ya da başka bir bilgisayar ağı da olabilirdi. Bunun hiçbir önemi yoktu. Bulut karmaşıklığı azaltmanın bir yoluydu yalnızca: El altında olana, ötelerde ne olup bittiği hakkında endişelenmeksizin odaklanabilmeyi sağlıyordu. Ama zamanla, ağlar büyüyüp birbirlerine bağlandıkça bulut da giderek daha önemli hale geldi. Küçük sistemler bulutla ilişkilerine göre, onunla hangi hızda enformasyon alışverişi yapabildiklerine, ondan ne çekebildiklerine göre tanımlanır oldu. Bulut ağırlık kazanmaya, bir kaynağa dönüşmeye başlamıştı: Elinden her iş geliyordu. Güçlü olduğu kadar zeki de olabiliyordu. İş dünyasındaki moda tabirlerden biri haline gelmiş, bir pazarlama stratejisine dönüşüvermişti. Mühendislerin kullandığı bir sembolden çok daha fazlasıydı artık; bir metafora dönüşmüştü.

Bugün geldiğimiz noktada, bulut –devasa bir küresel güç ve enerji sistemine dönüşmesine karşın bilgisine erişmenin, kavramanın olanaksız göründüğü gizemli bir şey havasını hiç kaybetmeyen– internet için kullandığımız metaforların başında geliyor. Buluta bağlanıp çalışmalarımızı onun üzerinden yürütüyoruz, her tür enformasyonu bulutta depolayıp ihtiyaç halinde oradan çekiyoruz; kısacası, bulut vasıtasıyla düşünüyoruz. Ona erişmek, kullanmak için para ödediğimiz halde, herhangi bir arıza çıkmadığı sürece bunun farkına bile varmıyoruz. Yani bulut dediğimizde, ne olduğunu, nasıl çalıştığını hemen hiç anlamadan deneyimleyip durduğumuz bir şeyden bahsediyoruz aslında. Neyi kime emanet ettiğimize ilişkin olup olabilecek en bulanık fikirlerle iş görmeye kendimizi alıştırdığımız bir şeyden söz ediyoruz.

Arızaları, kesintileri bir yana bırakırsak, buluta getirilebilecek eleştirilerin ilki bunun çok kötü bir metafor olmasıdır. Bulut kütleden muaf veya şekilsiz olmadığı gibi, nereye bakacağını bilenler için görünmez de değildir. Öyle her şeyin tıkır tıkır çalıştığı, su baharı ve radyo dalgalarından oluşan hayaller âlemindeki büyülü bir yer hiç değildir. Telefon hatları, fiber optik kablolar, uydular, okyanus tabanından geçirilen hatlar ve bilgisayar dolu ambarlardan oluşan, devasa ölçülerde su ve enerji tüketen, ulusal ve yasal sınırlara tabi olan fiziksel altyapının adıdır. Doymak bilmeyen yeni bir endüstridir. Bırakın gölgesi olup olmadığını, ayak izi bile vardır. Bugün buluta taşınmış olan yapıların birçoğu önceden sivil alanın ağırlık merkezleri arasında sayılan yerlerdir: Alışveriş yaptığımız, bankacılık işlemlerimizi gerçekleştirdiğimiz, sosyalleştiğimiz, kitap ödünç aldığımız hatta oy kullandığımız mekânlardır. Ama buluta taşındıkları ölçüde daha gizli, daha az görünür oluyor, inceleyip eleştirmeye, düzenlemeler getirip sakınmaya daha az elverişli hale bürünüyorlar.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X