Önsöz, Küçülme: Daha Az Değil, Daha Başka Bir Dünya, Bengi Akbulut ve Ethemcan Turhan, s. 11-13
Artık dünya üzerinde hemen hemen herkesin tanıdığı genç iklim aktivisti Greta Thunberg, 23 Eylül 2019 günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı öfkeli konuşmada dünya liderlerine şöyle hitap ediyordu:
“Hayallerimi ve çocukluğumu boş sözlerinizle çaldınız. Ve dahası, ben şanslı olanlardan biriyim. İnsanlar acı çekiyor. İnsanlar ölüyor. Ekosistemler bir bütün olarak çökmekte. Kitlesel bir yok oluşun başlangıcındayız, sizinse tek konuştuğunuz şey para ve ekonomik büyümeye dair peri masalları. Ne hakla [bunu yapıyorsunuz]!”
Greta’nın dikkat çektiği küresel iklim krizi –hızlı kentleşme, endüstriyel tarım ve küresel tedarik zincirleri içerisinde dünyanın bir ucundan diğerine taşınan metalar için artan talep gibi faktörleri de hesaba kattığımızda– fosil yakıt yoğun, büyüme takıntılı bir ekonomik modelin de krizine işaret ediyor. Neoliberal küreselleşmenin ve doğayı metalaştırmaya durmaksızın devam eden piyasaların entegrasyonunun daha çok refah ve özgürlük getireceğine dair masallar, küresel korumacılık ve otoriter popülist rejimlerin yükselişiyle duvara tosladı. Bugün Küresel Kuzey’den ve Küresel Güney’den eşzamanlı yükselen iklim ve çevre adaleti çağrılarının da vurguladığı gibi küresel iklim, biyoçeşitlilik, su, toprak ve kentleşme krizlerinin bağlantı yeri insan refahını ekonomik büyümeden ayrı tutamayan ideolojik bir kör nokta. Sanayi süreçlerinde verimliliğin artması, otomasyonun yükselişi ve internet bazlı hizmet sektörlerinin belirgin hale gelmesi gibi olguları bir yana koyarsak, küresel ekonomik büyümenin enerji ve hammadde akışlarından aslında çokça hayal edildiği gibi bir ayrışma (decoupling) yaşamadığını söyleyebiliriz (Hickel ve Kallis 2019).
Bu açıdan özellikle II. Dünya Savaşı’ndan beri küresel tüketimin üstel biçimde büyümesi biliminsanlarının “Büyük İvmelenme” (The Great Acceleration) dediği olguyu da beraberinde getirdi. Son 30 yılda gittikçe finansallaşan dünyanın maddi gerçeklikten kopmasıyla beraber aslında insan refahının göstergelerinden sadece birisi olan ekonomik büyüme de adeta sorgulanamaz, tartışılamaz bir model halini aldı. Müesses nizam ile çok da derdi olmayan çevre iktisatçılarının onlarca yıldır vurgulamalarına rağmen ancak kısıtlı ilerleme elde edebildikleri dışsallıkların bile hesaba katılmadığı bir ortamda, ekonomik büyümenin gezegensel sınırları zorladığına dair her geçen gün daha fazla kanıt ortaya konuyor. Bu ortamda radikal fikirleri daha çok tartışmaya, daha çok uygulamaya ve tekrar tekrar denemeye ihtiyacımız var.
Küçülme: Yeni Bir Çağ İçin Kavram Dağarcığı kitabı bu tür radikal bir fikri, küçülmeyi, hem daha geniş çevrelerce tartışmayaaçma, hem de diğer radikal fikir ve pratiklerle eklemleme arzusundan doğdu. İngilizce orijinali 2014 yılında basılan kitap bugüne dek 12 dile çevrildi. Aradan geçen 6 sene içinde küçülme fikri hem toplumsal hareketler ve anaakım dışı düşünürler arasında hem de yerleşik yapılar ve kurumlar (Avrupa Parlamentosu’ndan Papa’ya kadar) içerisinde daha fazla ses bulur oldu. Bugün küçülme bir yandan gezegensel sınırların aşıldığı, diğer yandan meta ve hizmet özgürlüğü pahasına insanların daha da çok sınırlarla karşılaştığı bir dünyada “daha fazlası değil, daha farklısıyla iyi yaşayabiliriz” diyen bir düşünce akımını, bir hareketi, siyasi, iktisadi ve kültürel bir dönüşüm talebini ifade ediyor. Küçülme fikri bu anlamıyla her şeyden önce siyasalın ortadan kaldırıldığı, uzmanlar eliyle sosyal-siyasi taleplerin sümen altı edildiği bir teknokrasinin, sayısal hedeflerin toplumsal sonuçları gölgelediği bir ekonomizmin eleştirisini sunuyor.
Kitabı Türkçeye kazandırma fikrimizin ana esin kaynağı bu yakın dönemde zenginleşen –ve bir bakıma radikalleşen– küçülme tartışmalarını Türkiye bağlamına taşımaktı. Ekonomik büyüme fikrinin ülke tarihindeki yeri sanırız ki yadsınamaz; ancak yakın dönem Türkiyesi’nin büyüme ile istikrarın bu derece doğrudan ilişkilendirildiği ortamında küçülmeyi tartışmanın ayrı bir önemi var. Özellikle son yirmi yıl Türkiye’de ekonomik büyümenin sadece faydalarının değil toplumsal ve ekolojik maliyetlerinin de son derece eşitsiz paylaşıldığı, büyüme politikalarına içkin yerinden edilme, mülksüzleşme ve parçalanma süreçlerinin yıkıcı etkilerinin toplumun en kırılgan kesimleri tarafından omuzlandığı bir dönem oldu. Öte yandan bu yıkıcı etkilerin büyüme adına meşrulaştırıldığına, her türlü toplumsal muhalefetin yine ekonomik büyüme sopasıyla bastırıldığına şahit olduk. Bugün Türkiye’de yaşanan ve gitgide keskinleşen ekolojik, toplumsal ve ekonomik kriz(ler) kayıtsız şartsız ekonomik büyüme hedefinin ne derece arzu edilebilir olduğunu sorgulamayı ve dolayısıyla küçülme fikrinin tartışılmasını ve bir anlamda da yerelleştirilmesini elzem kılıyor. Covid-19 pandemisinin gündeme getirdiği, ekonomik büyüme ile halk sağlığı arasındaki ilişkinin basit fayda-maliyet analizleriyle yürütülemeyecek olması da bu konunun aciliyetini pekiştiriyor.