Önsöz, s. 11-15
İlkokul üçteyken sınıfımıza sonradan babasının polis olduğunu anladığımız Murat diye bir öğrenci gelmişti. Ödevlerini düzenli yapan, ders kitaplarındaki metinleri, benim sadece televizyonda duyduğum pürüzsüz bir aksan ve sesle okuyan, anlatan Murat, kısa sürede sınıfın en çalışkanı, öğretmenimizin ve sınıftaki kızların gözdesi haline geldi. Murat’ın bir de beşinci sınıfa giden Didem diye bir ablası vardı. Didem ve Murat öğretmenimize en çok benzeyenlerdi aynı zamanda. Didem’i tenefüslerde Murat’ı ziyaretlerinde ve nöbetçi öğrenci olduğu günlerde, ilk ve son derslerde yoklama defterini bırakmaya ve almaya geldiği vakitlerde görüyordum. Ama her gördüğümde heyecanlanıyordum. Galiba benden iki yaş büyük olan Didem’e âşık olmuştum. Onu görmek istemem ve her gördüğümde kalp atışlarımın hızlanması, çocukluk aşkına delalet ediyordu. Oturduğum mahalleden biraz uzak ama okula daha yakın ve o dönem Van’ da sayısı çok az olan apartman dairelerinin birinde oturan Didem’i görmek için, yakınlardaki tarlalarda top oynar, bilye yuvarlardım. Mahalleden Murat ve Didem’e benzemeyen diğer arkadaşlarımla oynadığımız, Murat’ın sınırlı katıldığı oyunlarımızın benim için en büyük hazzı Didem’in oturdukları evin balkonundan bizi izlemesiydi. Benim için o anlar, Didem’e futbol oynarken ve bilye yuvarlarken ne kadar yetenekli olduğumu ispatlamak için nadir ve haz dolu fırsatlardı. Kısacası bedeni, ailesi, konuşması benden, mahalledeki diğer arkadaşlarımdan ve ailemden farklı olan Didem’e âşık olmuştum.
Yıllar sonra yüksek lisans ve sonraki dönemlerde bu çocukluk hikâyemin biricik ve bana özel olmadığını, benimle aynı veya farklı Kürt şehirlerinde doğmuş ya da büyümüş erkek arkadaşlarımın da benzer hikâyelere sahip olduğunu fark ettim. Hepsinin olmasa da çoğunun çocukluk ve ilk gençlik yıllarında âşık olduğu, babası çoğunlukla polis, öğretmen, doktor, asker olan bir “Didem” hikâyeleri varmış. Yani çocukluğunu, okul ve ilk gençlik yıllarını Kürt şehirlerinde, ilçelerinde geçiren ya da oralarda doğan Kürt erkek çocuklarının, genelde okulda, daha seyrek olmakla birlikte mahallede karşılaştığı Türkiye’nin batısından gelen kızlara yönelen bir arzudan söz ediyorum. Benim açımdan bu yıllar Kürt sorununun bütün diğer boyutlarıyla birlikte esasında öznelliklerle ilgili, dolayısıyla fikirleri, duyguları, bedenleri yapılandıran bir tür kolonyal mesele olduğunu fark ettiğim dönemdi. Dolayısıyla Didem’in ve ona yönelen arzumun, Türklükle Kürtlük arasında süre gelen ve beni Kürt?/?yerli?/?tabi, onu da Türk?/?egemen olarak yapılandıran egemenlik ilişkisi içerisinde mümkün olduğunu kavramıştım. Öznelliğimi yapılandıran güçlerden biri olarak kolonyal duruma dair refleksif bir farkındalığın geliştiği bu yılların Kürt habituslarımıza, Türklük ethosu karşısındaki asimetrik konumlarımıza dair şakalaşmalarla, ironik göndermelerle dolu arkadaş sohbetlerinde bu arzuya bir de isim çıktı: subay-kızı affekti. Buna göre subay-kızı affekti, bir etki ve duygulanımı tarif eder. Kürt coğrafyasına gelmiş “Beyaz kız”ın “yerli oğlan”ın bedeninde uyandırdığı aşk ve cinsellik etkilerini anlatır. Yerli oğlanın siyahımsı ve iyi beslenmemiş çorak bedeninde aşk ve cinsellik etkileri ortaya çıkarması için, kızın Beyazlığın, bu durumda, Türklüğün evreninden gelmiş olması gerekmektedir.
Yerli oğlan ile Beyaz kız genellikle farklı mahallelerde meskûn oldukları için karşılaşmalar çoğunlukla okulda oluyordu. Ancak bir tür “karşılaşma”nın gerçekleştiği bir ortam daha vardı: Bu yer, yerlinin televizyon girmiş eviydi. Çocuk okula başlamadan önce “Beyaz kız” farklı imgeleriyle evin içindeki televizyon (ki Türklüğün?/?Beyazlığın pürüzsüz ortamıdır) aracılığıyla karşılaşıyordu zaten. Yani okuldaki “gerçek” karşılaşmadan önce, Beyaz kızın ve onun dünyasının çeşitli imgeleri yerli oğlanın evine gelmişti bile. Televizyon aracılığıyla gerçekleşen bu ilk karşılaşma, yerli çocuğun dünyasında hayranlık, utanç, sevgi gibi duyguları ortaya çıkarıyordu; okulda gerçekleşecek “gerçek” karşılaşmanın yaratacağı duygulanımlara bir ön hazırlıktı sanki. Tahmin edileceği gibi, Türklüğün evreninin televizyonla özdeşleştirildiği bu sahnede üstün olan dünya, Beyaz kızın içine doğduğu evrendir. Tuhaf, çocuksu utanç da buradan kaynaklanıyordu galiba. Çok sonraları yerliye, içine doğduğu ev(ren)in değersiz olduğunu hissettiren; Beyaz kızı onun için karmaşık bir arzu nesnesi haline getiren yapısal ve tarihsel nedenler olduğunu anlayacaktım.
Didem’in hayal meyal hatırladığım bedeni, konuşması ve sesi, okuldaki, mahalledeki kızlar gibi değildi, televizyonda gördüklerime benziyordu. Şimdiden geriye baktığımda yüce, üstün olarak düşündüğümüz Türklüğün evimize giren evreniymiş televizyon. Belki de Didem’e olan arzumu ve aşkımı da yaşıtlarımın “Beyaz” kız hayranlığını da tetikleyen televizyonda izlediğimiz filmlerle evimize gelen Yeşilçam’ın bazen zengin bazen fakir kadınlarıydı. Belki Didem’de, Türkân Şoray’ın çekici vücudunu, Filiz Akın’ın masum bakışını, Belgin Doruk’un çocuksu yüzünü, Hülya Koçyiğit’in pürüzsüz sesini, Gülşen Bubikoğlu’nun cezbeden gülüşünü buluyordum. Didem’i Yeşilçam’ın güzel ve her daim masum kadınlarıyla, onları da Didem’ le özdeşleştiriyordum çocuk zihnimde. Didem’e yönelen çocuksu aşkımı da televizyonda gördüğüm kadınlara yönelen hayranlığımı da yapılandıranın Türklük ile Kürtlük arasında varolagelen egemenlik ve tabiyet ilişkileri olduğunu çok sonraları kavrayacaktım. Ve aynı zamanda sinemanın, filmlerin insanın dünyadaki varoluş hallerini göstermekle kalmayıp, o halleri etkileyen güçlerden biri olduğunu, insanın varlığa dair duygularını, fikirlerini zenginleştirdiğini ve değiştirdiğini doktora tezimi ve onun dönüşümü olan bu kitabı yazarken fark edecektim.
Yerli oğlanın Beyaz kıza yönelen arzusu Hudutların Kanunu’nda Hıdır’ın Ayşe öğretmene, Toprağın Kanı’nda Hüseyin’in Sevgi’ye, Derman’da Şehmuz’un ve Tahsin’in Mürvet ebeye, ya da yakın dönemde yapılan Vizontele Tuuba’da Emin’in Tuuba’ya, Gelecek Uzun Sürer’de Ahmet’in Sumru’ya yönelen arzusuna benziyordu sanki. Bunlarla birlikte başka filmlerde arzunun bir başka hareketi de görünür oluyor: Beyaz kadının veya erkeğin yerli erkeğe veya kadına yönelen arzusu. Şunu söylemenin yeri geldi galiba: Bu anlatılardaki arzunun hareketleri dahil, filmleri, onların yönetmenlerini ve izleyicilerini yapılandıran güçlerden biri, Türklükle Kürtlük arasında süregelen asimetrik ilişkilerdir.
Arzu Yeşilçam’ın güzel ve her daim masum kadınlarına yönelirken, özdeşleşme Cüneyt Arkın, Kadir İnanır, Ayhan Işık, Ediz Hun, Tarık Akan gibi Yeşilçam’ın erkek kahramanlarıyla oluyordu. Cıno’ nun (Cüneyt Arkın’a “Cıno” derdik o dönemler) Kara Murat, Malkoçoğlu gibi kahramanlık filmlerini izledikten sonra mahallenin diğer çocuklarıyla birlikte kendimizi sokağa atıp, ağaçtan çubukları at yaparak “savulun kâfirler” diye bağırıp yine tahtadan kılıçlarımızı birbirimize sallardık. Yine Cıno’yla birlikte Kadir İnanır’ın, Ayhan Işık’ın şehirlerde kötü adamları (biz qelleş derdik) pataklayarak ve öldürerek adalet dağıttıkları, masum ve güzel kadını kurtardıkları filmleri izledikten sonra, filmin sahnelerini heyecanla birbirimize anlatır, kavga ve ölüm sahnelerini yeniden oynardık. Bu filmlerin bir tür yeniden canlandırması gibi olan oyunlarımızda hepimiz kahraman ya da kahramanın arkadaşı olmak istediğimizden, kahramanı dönüşümlü olarak oynardık. Yani her durumda ev içindeki konumu bir tür fetiş nesnesi olan televizyon aracılığıyla (burada okulu da unutmamak lazım) arzunun yöneldiği istikamet ve özdeşleşmenin gerçekleştiği evren Türklük oluyordu.
Sanırım, özdeşleşmelerin ve arzunun bu türden hareketlerinin Türklük ile Kürtlük arasındaki egemenlik ve tabiyet durumlarıyla bağlantılandırmaya başlamış olmam, Kürtlüğün sürekli işaretlendiği ama asla adlandırılmadığı filmlerin, bu tabiyet ilişkileri görülmeden (filmlerde Kürtler adlandırılmıyorsa, kuşkusuz film üzerine yapılan incelemeler, yazılar da Kürtleri adlandırmıyor) incelenmiş olması ve Kürtlüğün Türk sinemasında temsil edilme biçimlerinden bir tür öfke, sıkıntı ve rahatsızlık hissetmem beni bu çalışmaya iten nedenlerden bazılarıdır. Dolayısıyla bu kitapta geliştirilen yaklaşımın bir özgün tarafı varsa, filmlere Türklük ile Kürtlük arasında tarihsel olarak süregelen egemenlik ve iktidar ilişkileri içinden bakıyor olmasıdır. Kısacası Türk sinemasındaki Kürtlük ve Türklük kurgularını, söz konusu egemenlik ilişkileri içerisine yerleştirerek incelemeye çalıştım.
Sevgili Umut Tümay Arslan’ın cesaretlendirici ısrarı, desteği ve önerileri olmasa bu kitap yazılmayacaktı belki de. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Kitap içinde yaptığım tartışmaları birlikte konuştuğumuz, yazdıklarımı okuyarak öneriler ve uyarılarda bulunan ve desteğini her daim yanımda hissettiğim sevgili Gökçen Ertuğrul’a teşekkür ediyorum. Bu kitap vesilesiyle tanıdığım editörüm Semih Sökmen’in kitabın adım adım gelişimine katkısı çok büyük. Metnin bu şekilde ortaya çıkması, onun titiz okuma, düzeltme ve önerileriyle mümkün olmuştur. Kendisine çok teşekkür ediyorum.
Bu önsözü, kitabın, Türklük ve Kürtlük ekseninde üretilen ve siyasal ve toplumsal uzamda, bedenlerde, ideolojik-söylemsel biçimlerde ve temsil süreçlerinde hareket halinde olan iktidar, tahakküm ve şiddet ilişkilerinin görünür kılınmasına ve dönüştürülmesine katkı sunması umuduyla bitireyim.