Kahraman Çayırlı, "Hayalet Ev'den İstanbul'a Son Bakış", SabitFikir, 24 Ocak 2019
Bir kenti doğru anlayabilmek için sadece demografi yeterli değil artık. İdari kıstaslar da. Mimari, sosyoloji, antropoloji gerekli. Sinema, ekonomi, iletişim çalışmaları, kültürel çalısmalar gerekli. Ancak böylesi çok-disiplinli bakışlarla İstanbul’u ve elbette tüm kentleri doğru düşünebilir ve anlayabiliriz. Örneğin Dilek Özhan Koçak ve Orhan Kemal Koçak’ın birlikte hazırladığı İstanbul Kimin Şehri?: Kültür, Tasarım, Seyirlik ve Sermaye (2016) bu çok-disiplinli bakışı kullanan, aslen bir makaleler toplamıydı. Farklı disiplinlerden gelen akademisyenlerin, aynı soruyu/soruları bambaşka açılardan sormaları ile kitap zenginleşiyordu.
Altı ana bölüm üzerine kurulu kitap, önce İstanbul’un edebiyat, sinema ve televizyonlardaki temsillerini eşeliyordu. Örneğin kitabın ilk makalesinde Eylem Yanardağoğlu, Perihan Abla, Bizimkiler, Süper Baba vd. televizyon dizilerindeki İstanbul’u tartışıyor. Seçkinlerin Kenti bölümü, kentsel dönüşüm ve jantrifikasyon [soylulastırma] hakkında. Ütopya ve Distopyaların Kenti, özünde gecekondular ve “taze”, “yeni” yalıtık-çok güvenlikli konut sitelerine bir arada bakıyor. Gerillaların Kenti, Filipinli ev isçisi kadınlardan grafiti sanatçılarına şehrin öteki katmanlarına bakmayı deniyor. Kültür ve Sermayenin Kenti bölümüyse, bir çingenenin Istanbul’la mücadele öyküsünden, Panorama 1453 Tarih Müzesi’ne; moda haftalarından turistik, turistlere paket halinde sunulan “kendine has”, “otantik” veya “egzotik” İstanbul imgesine yamuk bakıyor.
Sosyolog Henri Lefebvre’in ise esas gücü bana göre, 1920’lerin Paris’inde uzun süre taksi şoförlüğü yapması, 30’larda Almanya’yı yürüyerek gezmesi, İtalya’yı dolaşmasından geliyor. Kent ve kent sosyolojisi sadece kitaplardan, akademik derslerden, başka birinin anlattıklarından öğrenilecek bir şey değil. Teori, pratikle yan yana geldiğinde ancak anlamlı olabiliyor. Bir kere bile şiir okumadan, tiyatroya, sinemaya gitmeden, sadece kendi akademik disiplininin önemli olduğuna inananlar, yıllarca (aslında asırlarca) bulundukları odadan, üniversitenin duvarlarından dışarı çıkamıyor. Pierre Bourdieu’nün gücü tam buradan geliyor işte, David Harvey’nin de.
Felsefe ve şehir
Mekânın Üretimi, Henri Lefebvre’in en kıymetli kitaplarından biridir. Mekâna dair hem felsefi hem arkitektonik (mimarlığın kendine has teknik prensip ve kurallarına, yapıcılık bilgisine dair) hem de Marksist eleştirel bakışından çok etkileyici sorular ve yorumlar üretir. Mekân kavramını toplumsal çerçevelerden, Foucault’cu gözlerden, hatta Hegel’ci süzgeçlerden geçirir. Hiç dikkat etmeden geçtiginiz sokaklara, yasadığınız şehre ilişkin, hiç farkına varmadığınız klasik bir söz öbegindeki bir kelimeye, birkaç yıl içinde dönüşümünü hiç hissetmediğiniz eski mahallenize bambaşka bir açıdan bakmanızı sağlar. Kentsel Devrim’de ise Lefebvre’in şehirden kent toplumuna ulaşan mesafeyi, kent efsaneleri, kent formları, kör alanlar ve ideolojiler ışıgında kat etmesini okuruz.
Şehir Hakkı’nda düşünür, politik şehirden ticari şehre, oradan sanayi şehrine evrilen kent tarihini tane tane ve tüm sadeligiyle anlatır. Kısa kısa bölümlerde şehrin özgüllüğünü, felsefe ve şehri, kentsel gerçekliği, şehir ve kırı, perspektif ve prospektifi tartışır. Lefebvre’i okudukça zihniniz açılacak, yıllardır fark etmediğiniz kent manzaraları, şehre veya kasabaya dair başka gözler eklenecek mevcut kent algınıza.
Dikeylik, yoğunluk, tempo, güvenlik...
Mustafa Akar yeni öykü kitabı Gezegenin Tamahkâr Çocukları’nda öykülerinin arka planında doksanlı yılların siyasi haritasıyla birlikte kentlere ve muhtelif mekânlara dair hissiyatını da yansıtıyor. Özellikle Hatice Pia ve Gecenin Içinden Gelen Ulu (s.18), Dünyaya Giden Yollar ve Sokaklar (s.51-56), Can Yelekleri Tavanda (s.63) öykülerinin belirttiğim sayfalarında bu hissiyatın yoğunlastığını hissettim. Bazen bir kısa öykünün arka planında hissettiğimiz kente, mekâna dair bir duyumsama, onlarca sayfa makalenin anlatamadığını bir çırpıda geçirir okura.
Asuman Suner’in ilk kitabı Hayalet Ev (2006) yayımlandığında çok heyecanlanmıştım. Masumiyet, Mayıs Sıkıntısı, Tabutta Rövaşata, Eşkiya, Vizontele ve diğer son dönem Türk filmleri üzerinden Yeni Türk Sineması’nda aidiyet, kimlik ve belleğe yakından baktığı bu kitabı o zamanlar sinemayla ilgilenen tüm arkadaşlarıma türlü vesilelerle hediye ettiğimi hatırlıyorum. Özellikle Zeki Demirkubuz filmlerini irdeledigi Girdap/ İroni başlıklı üçüncü bölümünü tekrar tekrar okumaktan kendimi alamıyordum. Demirkubuz’un tekinsiz evlerinde, kara melodramında doğru yolu bulabilmemiz için en faydalı anahtarları, en sade ve nitelikli yollarla okura teslim ediyordu.
Yeni kitabı Hong Kong - İstanbul ise önce özellikle 1997-2017 yılları arasında olmak üzere Hong Kong’a çeşitli yönleri üzerinden yakından bakıyor. Ziyadesiyle Simmel’ci (Georg Simmel) bir bakış açısı takınan kitapta (kitabın isminin alt baslığı olan Şehri Şahsileştirmek bile Simmel’den mülhem bir perspektifi duyumsatıyor), önce Hong Kong’un sömürge ve sömürge sonrası dönemine liman kenti, çalkantılı yıllar, yükseliş dönemi, geri sayım vb. dönemselleştirme ve nitelikleri üzerinden, akabinde de dikeylik, yoğunluk, tempo, güvenlik, para (katıksız hareketi ifade eden para kavramı üzerinden elbette tekrar Simmel’in kapısını çalıyoruz) gibi ölçütler üzerinden “fragmanlar” şeklinde baktıktan sonra Suner’in esas, mukayeseli, son bakışı İstanbul üzerine dönüyor.
Nitelikli, derinlikli, size farklı bakıs açıları saglayan güzel bir kitap okudugunuzda, o güzel kitap diger baska güzel kitapları da çagırıyor aslında. Richard Sennett’in Ten ve Taş, Lefebvre’in Modern Dünyada Gündelik Hayat, Çaglar Keyder’in İstanbul: Küresel ile Yerel Arasında, Mike Davis’in Gecekondu Gezegeni ve Jane Jacobs’un Büyük Amerikan Sehirlerinin Ölümü ve Yasamı’nın yanına koymalıyız, birlikte okumalıyız Hong Kong – Istanbul’u. Asuman Suner’in “Bir sehri görebilmek için baska bir sehre ihtiyaç var” ön kabulünden yola çıkarak biz de güzel bir kitabı anlayabilmek için baska güzel kitaplara ihtiyacımız oldugunu belirterek bitirelim.